Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono.
   
  SIMA XÊR AMÊ! DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ!
  PLATFORUM (şifreli)
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

******** SIMA XÊR AMÊ KURŞİYE WERENAYİŞİ ******** ***** DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ *****

PLATFORUM (şifreli) - DEMOKRATİK CUMHURİYETİN GÜNCEL VE TARİHSEL ANLAMI - 1

Burdasın:
PLATFORUM (şifreli) => SERBEST KÜRSÜ => DEMOKRATİK CUMHURİYETİN GÜNCEL VE TARİHSEL ANLAMI - 1

<-Geri

 1 

Devam->


Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
27.08.2009 10:12 (UTC)[alıntı yap]


DEMOKRATİK CUMHURİYETİN GÜNCEL VE TARİHSEL ANLAMI - 1


Piro Zarek
------------------------------------------------------------------------------------------
Ön Not:

Bu yazı, “M. Zilan” imzası ile “Rasti” dergisinin Sonbahar 2001 tarihli ilk sayısında aynı başlıkla yayınlanan yazının kısaltılmış ve kısmen düzenlenmiş halidir. “Demokratik Cumhuriyet” tartışmaları zaman zaman güncelleştiği halde, teknik engeller nedeni ile bugüne kadar yazıyı internet ortamına aktaramadık. Yazının yayınlanmasından buyana geçen süreç, yazının içeriğini pekiştiren pratik örnekler sunmuştur. Ne var ki biz şimdilik güncel duruma değinmeyeceğiz.
Bugün Öcalan, açıklamalarında bu kavramdan pek bahsetmez oldu. Ancak, Demir Küçükaydın gibi bazı aydınlar hala bu konuda ısrarla yazılar yazmaktadırlar. Öznel niyetleri ne olursa olsun bu aydınlar, ne yazık ki, TC’nin Öcalan’la işbirliği içinde yürüttüğü muhalefeti tasfiye planlarına katkı sunuyorlar.

TC tarihi boyunca önce fiziki tasfiye sonrasında asimilasyon politikaları ile Dersim-Zaza ve Kürt Halkı’nın varlığını ortadan kaldırma çabası içinde oldu. Bu alanda oldukça yol almakla birlikte, artık bu politikanın sonuçsuz kaldığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Evet artık TC’nin inkarcı politikası iflas etmiş ve Kürt ve Kirmanc-Zaza varlığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Ancak ulusların varlığını kabul etmek tek başına bir anlam taşımaz: Bir ulus, ulusal-demokratik haklarına sahip olduğu zaman, bu haklarını tam olarak kullanabildiği zaman gerçek anlamda “vardır”.

TC, ulusal sorun karşısında izlediği tarihsel stratejisinin ikinci aşamasına girmiştir. Bu aşamada, kimlik bazında inkarcı politikayı kısmen terketmekle birlikte, farklı ulusların eşitlik ve özgürlük temelinde birarada yaşamasını esas alan gerçek bir çözümün sağlanmasını değil, ulusal istem ve hakların içini boşaltarak gerçek bir çözümden kaçmak, yada daha on yıllarca adil bir çözümü ertelemek taktiğini izlemektedir. Son gerçekleştirilen bazı reformların güdükleştirilmesi, bu politikanın bir işaretidir. A. Öcalan ve İmralı Partisi de, bu stratejinin güncel uygulamasının basit birer araçlarına dönüşmüşlerdir. “Demokratik Cumhuriyetle Kucaklaşma” “Özgür Yurtaş Hareketi” bu politikanın yürütülmesi için devletin hizmetine sunulmuş manüpülasyon argümanlarıdırlar. Haziran ayı içinde “Ateşkesin sona erdirilmesi” ile başlatılan yeni saldırılar ise, Kürt ve Zaza gençlerini kırımdan geçirmeyi de kapsayan, çok daha tehlikeli bir provakasyonun işaretleridirler. Bu provakasyon TC ve A. Öcalan ortaklığının bir ürünüdür.

Demokratik Cumhuriyet projesinin ateşli savunucusu D. Küçükaydın sırf benzer bir kavram kullandığı için A. Öcalan’nın bu projesini “Ortodoks Marksizme dönüş” olarak yorumlamaktadır. Bu oldukça doğmatik ve mekanik bir yaklaşımdır. Bir asırdan fazla bir zaman önce oldukça farklı sosyal ve siyasal şartların hakim olduğu koşullarda ortaya konulan bir politik hedefi ve kavramı, hiç bir şey değişmemiş gibi kutsal bir amentü olarak ele almak ve sadece lafızi bir benzerlik kurarak A. Öcalan’nın projesi ile ilişkilendirmek marksizme düşmanlık yapmak anlamana gelir. Terminoloji benzerliğinden hareket edenler, bugünün “Sosyalist Enternasyonal” üyesi sosyal demokrat partiler ile, 2. Enternasyonal üyesi sosyal demokrat partileri aynı görme yanlışına düşerler.

D. Küçükaydın aynı mekanik ve idealist yaklaşımı federalizm ve merkezi devlet sorununda da gösterir. D. Küçükaydın, adeta marksizmin ilkesel olarak fedralizmi dışladığını, gerici olarak kabul ettiğini iddia eden bir yaklaşım içindedir. Bu kesinlikle doğru değildir. Marks ve Engels bürokratik bir devlete karşıydılar, ancak özellikle farklı ulusların bir arada yaşamak durumunda olduğu koşullarda, bir “zorunluluk” olarak federal devleti kabul ediyorlardı. Amerika ve İsviçre’deki federal yönetimleri gerekli gördükleri gibi. Üstelik onlar böylesi bir federal yapının dört ulusun bir arada yaşadığı İngiltere için bir “ilerleme” olacağını söylüyorlardı. Marks ve Engels’in politika alanında Demokratik Cumhuriyet programının benimsemeleri gibi, federalizme karşı çıkışları da, daha çok o dönemdeki Almanya özgülüne dayanıyordu.

Bu yazı internette üç bölüm halinde yayanlanacaktır. Bölüm başlıkları şöyledir:

1. Demokratik Cumhuriyetin Güncel Anlamı

2. II. Cumhuriyet’ten Demokratik Cumhuriyet’e

3. Demokratik Cumhuriyetin Tarihsel Anlamı

Piro Zarek

13. 10. 2004
----------------------------------------------------------------------------------------------


Demokratik Cumhuriyetin Güncel Anlamı

Kabul etmek gerekir ki, PKK ve Kürt ulusal hareketi, oluşum nüveleri on beş yıllık savaş sürecinde bulunan ancak relatif olarak özgün bazı dinamikler içeren yeni bir objektif durumla karşıkarşıyadır. Bu yeni sürecin politik ve ideolojik yapılarda kendisine uygun bir dönüşüm yaratması beklenilir bir şeydir.

Objektif durumda oluşan değişikliklere, politika ve ideoloji cephesinden -ara duruşlar dışında- temel olarak iki biçimde karşılık verilebilir: Birincisi, objektif durumu kabullenme ve onun çizdiği rotaya zorunlu olarak uyma. Ikincisi, objektif gerçekliği görme ancak ona teslim olmayıp, onu degiştirmeye çalışma. Bir anlamda objektif duruma karşı direnme. Bu direniş, değişimin yönünün ilerici mi, gerici mi olduğuna bakmadan; sadece değişime karşı direnme tarzında tutucu bir niteliğe de sahip olabilir, yada değişimin gerici ve ilerici yanlarını bir birinden ayırıp ilerici yanları özümseme, gerici yanlara karşı direnme, onlara karşı savaşma tarzında ilerici-devrimci bir niteliğe de sahip olabilir.

Hızlı ve önemli bir değişim ve ve dönüşümün yaşandığı bugünkü süreçte, objektif durum, sosyal ve politik güçleri bir kez daha sınavdan geçiriyor. Esas olarak A. Öcalan’ın yakalanması ile başlayan içinde bulunduğumuz bu yeni süreç karşısında, PKK ve diğer siyasal ve toplumsal güçlerin duruşu az çok ortaya çıkmış durumdadır. PKK birinci yolu yani sürece karşı direnme, süreci ilerici-devrimci tarzda değiştirmek yerine, kendisini tüm yönleri ile sürece uydurma yolunu seçmiştir. Doğrusu, PKK bu yolu A. Öcalan’ın yakalanmasından çok önce seçmişti. A. Öcalan’ın yakalanması bu süreci hızlandırdı.

Öcalan'ın mahkeme savunmalarında ve avukatları aracılığıyla dışarıya ulaştırdığı yazılarında, yeni duruma uyma bazında çizdiği yeni siyasal ve ideolojik hat, "Demokratik Cumhuriyet" kavramı ile en popüler ifadesini bulmuş oldu. PKK'nin bir kurtarıcı reçete olarak sarıldığı ve "Demokratik Cumhuriyet Projesi" adıyla politik eylem planına dönüştürdüğü söz konusu bu kavram, her dönem aktüel bir "demokrasi" tartışması içeren Türkiye gündemine kısmen denk düştü. Gerçekte demokrasi istemi, halkın gündeminin gerçek ve acil bir maddesidir. Buna karşın Türkiye siyasetine hakim olan gündemde (yani burjuvazinin gündeminde) demokrasi söylemi, sadece halkı oyalamanın bir malzemesidir. Burjuvazinin yıllardan beridir oynadığı bu bol "demokrasi" söylemli aldatıcı ve dejenere gündem oyunu, İmralı süreci ile birlikte, daha derinlikli olarak Kürt Halkı'nı ve PKK'yi etkilemektedir. Bu etkiden güç alanlar, "Demokratik Cumhuriyet Projesi"nin aynı zamanda Türklere de demokrasi yolunu gösterdiğini ilan etmekten geri durmadılar.

Türkiye'deki demokrasi tartışması öylesine dejenere edilmiştir ki, sağcısından, solcusuna, siyasal dinci çevrelerden askerlere kadar herkes "demokrasi" şampiyonu kesilmiştir. Herkes ‘82 Anayasasının değiştirilmesinden, herkes "düşünce özgürlüğü"nden ve "sivil toplum"dan yanadır. Bu kargaşa içinde kimin Türkiye'de "demokrasi"nin gelişmesini engellediğini tespit etmek gerçekten zordur.
Süreci anlamak ve açıklamakta zorlanan sadece sıradan Kürt insanı değildir. Kürt aydınları ve politikacıları da -kısmi bir tavır alış olmasına rağmen- bu süreçte üzerlerine düşen rolü oynamamışlardır. Somut gerçekliği bilimsel düşünce temelinde ortaya koyup, konjonktürel dalgalanmaların etkisiyle oluşan psikolojik atmosferi aşan; böylece, zor dönemlerde halkların pusulası rolünü oynayan aydınlar, bir anlamda halkların felaketler yaşamalarını da önlerler. Ne var ki, tarihsel materyalizme ve devrimci sosyalizme sırtını dönen; pragmatizm ve deneme yanılmacılığın etkisine kapılmış Kürt aydınlarının, yukarıda ifade ettiğimiz bu misyonu layıkıyla yerine getirmeleri oldukça zordur.

„Beyinlere yapılan saldırı, bir şehire karşı yapılan askeri saldırıdan daha büyük bir öneme sahiptir.” Çinli bir filozofun bu sözleri Kürdistan coğrafyasında bir kez daha doğrulanıyor. Gerçektende, bir şehrin insanlarını saldırıya karşı direnemiyeceklerine ve kesin olarak yenileceklerine inandırırsanız, o şehri tek bir kurşun atmadan teslim alabilirsiniz. Emperyalist-kapitalist sistemin sosyalist blokun dağılmasından sonra "tarih bitti", "devrimler çağı kapandı” sloganları ile dünya toplumsal ve ulusal kurtuluş güçlerine karşı yürüttüğü topyekün teslim alma saldırıları tam da bu anlayışa dayanmaktadır. Kürdistan coğrafyasının sistemin bu saldırılarından nasibini almadığını söylemek mümkün müdür? Tam tersine, Kürdistan’daki devrim ve sosyalizm güçlerine karşı; bölgesel sömürgeci güçlerin de yoğun katılımı ile, düşünsel ve fiziki alanlarda daha kirli ve zalim bir savaş yürütülmektedir.
İşte bugün karşımıza çıkarılan „Demokratik Cumhuriyet Projesi”, emekçileri ve ezilen ulusları sisteme ve düzene karşı direnişten alıkoymaya, onları kaderlerini kabullenen köleler durmuna getirmeye çalışan Emperyalist-kapitalist sistemin, dünya çapındaki ideleojik-politik saldırısının bölgemizdeki bir uzantısından başka bir şey değildir.

Öcalan’ın „yeni” olarak lanse edilen ancak aslında, kapitalizmin tarihi kadar eski olan projesini çok boyutlu olarak ele almakta yarar vardır. Bu aslında her boyutun tek başına bir yazıda ele alınmasını gerektiriyor. Ne var ki, koşullarımız buna el vermedi. Bu yazıda, detaylı olmasa da genel olarak meselenin belli başlı yanlarını bir bütünsellik içinde ele almaya çalışacağım. Konunun daha derli toplu olarak ortaya konulması açısından bu yöntemin yararlı olacağına inanıyorum.

Uygulanmakta Olan Kimin Programıdır?

Öcalan, "Devletin benimle programı var... devlet beni ciddiye alır..." derken, doğru söylüyor.(1) Belki dört dörtlük planlanmış ve istenildiği gibi yürüyen bir program değil, ama ortada devlet tarafından uygulamaya konulmuş bir program olduğu açıktır. Böylesi bir programın varlığını kabul eden Öcalan, nedense bu programın amacına hiç değinmemektedir.
TC ile Öcalan nasıl bir program üzerinde anlaşabilirler? Yoksa, Öcalan gerçekten devlet ile bir "Demokratik Cumhuriyet" programı mı yürütüyor? Hayır olamaz, çünkü; "Demokrasiyi devletten istemek demokrasiyi bilmemektir, demokrasiyi inkardır." diyen bizzat Öcalan'dır. O halde uygulanan nasıl bir programdır? Amacı nedir?

Ortaya çıkan tutum ve açıklamaların içeriğinden, kimi yönleri ortaklaşa uygulanan programın niteliğini anlamak mümkün. Kendi savunmasını bile, "Kıriz Eşgüdüm Merkezi"nin çizdiği çerçevede yapan Öcalan, TC ile daha 90'lı yıllardan itibaren bir konsept çerçevesinde paslaşarak çalıştığını açıkça ilan etti. Şöyle diyor Öcalan: "Daha dışardayken kontrol ve denetim yanı ağır bassa da, '96'lardan itibaren MGK konseptlerinde payıma düşeni TV programlarında yoğunca işleyerek yanıt vermeye çalıştım. Örgütü bu yönlü hazırlamaya çalıştım." (2) Dışardayken MGK konseptlerini baz alan Öcalan’ın, tutsaklık koşullarında ne tür programlar üzerinde devletle anlaşabilecegini kestirmek zor değildir.

Kırıntı bazında Öcalan'a yarayan yanları olmakla birlikte, hepimiz biliyoruz ki -ki bunu Öcalan da çok iyi biliyor-, TC'nin eski programları gibi söz konusu ettiğimiz bu yeni programı da, Kürt ve Türk halklarının çıkarına değildir.
TC'nin tek programı vardır ve bu programın uzun vadeli amacı; Kürt ulusal hareketini tarihsel olarak yenilgiye uğratmaktır.(3) TC, ulusal hareketi imha planının birinci aşamasında, yoğun ve kirli bir savaş yürüterek ulusal hareketi göreceli bir yenilgiye uğrattı. Birinci aşamada askeri taktikler ön plandaydı. Aynı planın bugün yürütülen ikinci evresinde, siyasal-diplomatik ve psikolojik taktikler ağırlıklı olarak kullanılmaktadır. TC, kendisinden politik ve psikolojik olarak kopan Kürt Halkı’nı, ulusal-demokratik istemlerinden arındırıp, demogojiden başka bir şey olmayan bir "anayasal vatandaşlık" ilişkisi ile tekrar kendisine bağlamak; diğer bir ifadeyle, kısmen düzen dışına çıkmış Kürt ulusal hareketini, tekrar düzen içine çekip eritmek çabası içindedir.

Bilindiği gibi TC, Lozan Antlaşması öncesinde kendisini bizzat İsmet İnönün'ün ağzından, "Türklerin ve Kürtlerin ortak temsilcisi" olarak göstermiş, bu tezini inandırıcı kılmak için de, Kürdistan milletvekillerine „kardeşlik ve birlik” sloganları içeren telgaraflar çektirmişti. Lozan’da hedefine ulaşan TC, hemen sonrasında kendisine destek veren bu milletvekillerinin bir kısmını, bu destek eylemlerini de suç kabul ederek idam ettirmişti. Dersim miletvekili Hasan Hayri bunlardan biridir. AB kapısına dayanan ve yeni uluslararası antlaşmalara imza atma arifesinde olan TC, yine aynı oyunu sahneliyor. Hemen hemen dünyanın tüm çağdaş uluslarının sahip olduğu kendi kaderini tayin etme hakkı, Kürtler ve Anadolu’nun diğer halkları için geçersiz ilan edilerek, "asli kurucu üye", "ortak vatan" safsatalarıyla TC yeniden, Kürtlerin ve Türklerin ortak temsilcisi olarak ilan ediliyor. Böylece, askeri olarak yenilgiye uğratılan Kürtler, ulusal hakların inkarı ve bireysel haklar çerçevesinde uluslararası hukuk alanında da bir kez daha zincire vurulmak isteniyor. Çok açıktır: TC, 2. Lozan ile bir kez daha Kürtleri siyasal ve diplomatik alanda yenilgiye uğratmak istiyor.

Bu koşullar içinde aktüel hale getirilmeye çalışılan „Demokratik Cumhuriyet” kavramı, zaman zaman uzun vadeli bir demokrasi hedefinin ifade edilmesi için kullanılırken, çoğunlukla güncel anlamda, fasist diktatörlüğün kitlelere ve dünya kamuoyuna şirin gösterilmesi, böylece TC'ye karşı oluşan antipati ve düşmanlığın giderilmesi yönünde bir manüpülasyon sloganına dönüşmektedir. Devletten kısmen bir kopuş yaşamış Kürt halkının tekrar devlete bağlanması, devrimci ulusal ideolojinin etkisiyle oluşan bilincin yerine sitemi ve düzeni olumlayan bir anlayışın geliştirilmesi için bu slogan bulunmaz bir nimettir. Bu kavram herkesi memmun edecek, herkesin ihtiyacına cevap olabilecek bir kavramdır. Devleti memmun ediyor, çünkü; demokrasi yönünde bir adım atmasa da, atacakmış imajı verdiği için onu kitlelere şirin gösteriyor. Halkı memmun ediyor, çünkü; halk gerçekten demokrasi istiyor ve bu kavramda halka bu yönlü bir umut veriyor. Fakat, bir şekilde devletten demokrasi beklentisine kapılıp stratejik hedeflerinden koptuğu için, sonuçta kaybeden halk oluyor.


DIPNOTLAR

(1) A. Öcalan, Ağustos 2000 tarihli Serxwebun.

(2) A. Öcalan'ın, Yargıtay Başkanlığı ve 9. Ceza Dairesi'ne sunulan Savunma'sı, Serxwebun, Ekim 1999. Tarihli yazı.

(3) Türk Dışişleri Bakanlığının „Türkiye’nin Irak politikasına ilişkin öncelikli önlemler”e ilişkin hazırladığı raporda, TC’nin Kürdistan politikasının stratejik ve güncel hedeflerini görmek mümkündür. Dışişleri Bakanlığı’nın raporu bize ek bir yorum gerektirmeyecek derecede açıktır. Raporda şunlar yazılıyor: „Kuzey Irak`ta bizim için hiç bir şekilde kabulü mümkün olmayan senaryo, bağımsız bir Kürt devletinin ilanıdır. Bu doğrultudaki bir deklerasyon tarafımızdan 'casus belli' (savaş ve müdahale nedeni) sayılmalıdır.

"Öncelikle Pişmanlık Yasası`nda gerekli degişiklikler yapılarak moral çöküntüsü içindeki PKK`nin silahlı gücünün bu yolla tasfiyesi için ortam yaratılmalıdır. PKK`nin askeri varlığını tamamen ortadan kaldırmaya yönelik bir strateji izlenmelidir." (Hürriyet, 16 Mayıs 2001)

http://www.forum-prinz.com/cgi-bin/forum.cgi?forum_name=1317&message_number=124&pid=

------------------------------------------------------------------------------------------

2. CUMHURİYET'TEN DEMOKRATİK CUMHURİYET'E
PKK'lilerin "yeni bir buluş, bulunmaz bir fırsat" gibi göstermek istedikleri "Demokratik Cumhuriyet Projesi"nin, hiçte yeni bir proje olmadığını biliyoruz. Gerçektende bugün Öcalan'ın ifade ettiği düşünceler, yıllar önce özellikle Özal ve Mehmet-Ahmet Altan kardeşler tarafindan dile getirilmişti. Bu kesimlerin dile getirdiği düşünceleri ifade eden "2. Cumhuriyet" kavramı, özellikle liberal burjuva kesim ve aydınların, Türkiye'nin burjuva demokratik bir yapıya dönüştürülmesi yönünde, 90'lı yıllarla birlikte seslendirdikleri projeyi ifade etmektedir. Argümanlar biraz farklı olmakla birlikte, Öcalan'ın "Demokratik Cumhuriyet" projesi "2. Cumhuriyet" projesi ile aynı niteliğe sahiptir. Öcalan'in kendisi de bu ortaklığı savunmalarında ifade etmektedir. "Her ne kadar ikinci cumhriyet tartışmaları gibi yaklaşımlarla da bu yönlü gelişmeler kavramlaştırılmak isteniyorsa da, daha doğrusu demokratik cumhuriyet dönemidir." (4)

Başka gerekçeler ileri sürse de, Bülent Tanör de, Öcalan gibi tartışmanın yanlış bir başlıkla yürütüldüğünü düşünmektedir. Tanör, 1993 yılında yayınlanan bir röportajda şunları söylüyor: "...Ben tartışmanın sorunlarının yanlış konulduğu fikrindeyim. Eğer Türkiye’de bu tartışma "Demokratik cumhuriyet" şeklinde konulmuş olsaydı, -zaten solcular bunu yıllardır yapıyorlar- bu bayrak altında toplanacak insanların sayısı sağdan soldan daha çok olacaktı. Mesele "2. Cumhuriyet " gibi yanlış bir sloganla ifade edildiği için, demokratik rejim yanlısı çok büyük bir kitlede kavram kargaşası ve bölünmeye yol açmıştır. "(5)

2. Cumhuriyet Projesinin Mantığı

Öcalan "Demokratik Cumhuriyet Proje"sini sol bir söylemle sunmaya çalışmıştır. Buna rağmen, 2. Cumhuriyetçilerin düşünceleri daha bütünlüklü ve tutarlı ve hatta biraz da Öcalan'ın solunda yer almaktadır.

Her iki kesimin çıkış noktası şudur: 1923'te kurulan 1. Cumhuriyet demokratikleşmediği için tıkanmıştır, devlet bu yapısıyla daha fazla gidemez. Devleti demokrasi temelinde yeniden kurmak, yada yeniden yapılandırmak gerekir.

Gerek Öcalan ve gerekse 2. Cumhuriyetçiler, devletin sınıfsal niteliğini, sosyal-ekonomik sistemi ve devletin sınırlarını değiştirmek istemiyorlar. Sadece var olan sistemi ve düzeni "daha demokratik" hale getirmeyi düşünüyorlar. Kısaca söylemek gerekirse, bir reform paketi öneriyorlar.

M. Altan, dünyada gelişen neo-liberal dalganın ve onun etkisiyle bölgemizde gelişen sürecin gelecegi ile ilgili, "Nihayet bu süreç komünizme evrilecek, sınıfsız topluma geçilecek." belirlemesini yapıyor.(6) Açık söylemek gerekirse Öcalan, kendi projesi ile sosyalizmi böyle direk ve açık ilişkilendirmez. Ancak Öcalan, devrim döneminin bitiğini ifade eden "evrimsel gelişme" noktasında, M. Altan'dan çok daha açık konuşur. "Demokratik Cumhuriyet sisteminde şiddete yer olmaz. Sorunların çözüm dili isyan veya devrim olamaz. Barış içinde anayasal evrim yolu geçerlidir. 20. yüzyılın sonu bunu böyle emreder." (7)

Bilindiği gibi M. Altan, düşüncelerini, sosyalist sistemin çözülmesinden sonra yükselişe geçen, YDD ve neo-liberal burjuva ideolojisi temelinde oluşturmuştur. Öcalan'ın "emir" olarak kabul ettiği de, tamda bu çerçevedir. Açıktır ki, her iki "proje" ilhamını aynı ideolojik kaynaktan almaktadır.

1. Cumhuriyet'in Niteliği

Kemalizm, TC'nin kuruluşu, Kürt ve Dersim-Zaza İsyanları konularında iki kesim biribirinden farklı bazı argümanlar ve düşünceler ileri sürmektedirler. Öcalan'ın bu konularla ilgili temel tezi şudur: Türkler ve Kürtler ortak vatan ve tarih birligi temelinde ve M. Kemal önderliğinde, emperyalizme ve saltanata karşı mücadele ederek TC'ni kurmuşlardır.Kemalistler bu süreçte Kürtlerin varlığını ve dahası haklarını otonomi düzeyinde kabul eden bir anlayışa sahiptiler. Fakat, emperyalistlerce kışkırtılan ve saltanatı destekleyen feodal sınıflar önderliğinde gelişen ayrılıkçı Kürt ve Dersim-Zaza isyanları ve dinci hareketler, yeni kurulan cumhuriyetin demokratikleşmesini sabote etmiştir. Öcalan'a göre, M. Kemal'de "özel bir demokrasi karşıtlığı" yoktu. Ondan sonra gelen yönetimler, bu sorunu ihmal ettiler ve giderek halktan kopuk oligarşik bir cumhuriyet oluştu. Şimdi yapılması gereken, yeni bir anayasa (yada "yeni bir toplumsal sözleşme" temelinde cumhuriyeti demokratikleştirmektir.

Kuruluş sürecinde TC'nin demokratik bir niteliğe sahip olduğunu, sonradan dış zorlamalarla otoriter bir biçim kazandığını ifade eden Öcalan, TC'nin demokratikleşememesinin suçunu da, Kürdistan ve Dersim-Zaza Ulusal Hareketi’ne ve İslamcı muhaliflere yüklüyor. Kuşkusuz yakalanmadan önce tam aksi şeyler söylüyordu. Fakat Öcalan şimdi gerçeği gördüğünü, daha önceden böyle şeyler söylememesinin de bir "eksiklik" olduğunu belirtiyor. Öcalan, cumhuriyetin sınıfsal niteliğini ve buna bağlı olarak cumhuriyete egemen olan sınıfların çıkarlarını söz konusu bile etmiyor. Kürt ve Dersim-Zaza isyanlarından bahsederken, önderliğin feodal sınıfın elinde olduğunu ısrarla vurguluyor, ancak TC'nin hangi sınıf yada sınıfların önderliğinde kurulduğunu, hangi sınıfların iktidarı olduğunu belirtmekten ısrarla kaçınıyor.

2. Cumhuriyetçiler Kemalizm'e getirdikleri eleştiriler noktasında Öcalan’dan oldukça ileri bir duruş göstermektedirler. Bu eleştiriler, günümüzdeki "ceberrut devlet"in kaynağını da ortaya koyması bakımından kendi içinde tutarlıdır. Öcalan, bugünkü "oligarşik devlet"in ortaya çıkışını, Kemalist kadrolardan sonra yönetime gelenlerin suçu olarak gösterirken, 2. Cumhuriyetçiler işin kaynağında Kemalizm'in olduğunu ifade ediyorlar: "I. Türkiye Cumhuriyeti, "korku" üzerine bina edilmiş bir Cumhuriyettir.(...) Yargı sistemi, devlet memurlarına büyük ayrıcalık tanıyarak oluşturuldu. Ordu, sınırları korumaktan ziyade içerdeki hareketleri bastıracak şekilde örgtlendi. (...) Parlamento halktan koparılıp Mustafa Kemal'e bağlanmıştı.(...) Demokrasiden söz etmek zaten imkansızdı. Kısacası I. Cumhuriyet, halkın yaratıcı gücünü tümüyle iğdiş eden, kendi halkından ödü patlayan bir dikta rejimiydi.(...) Temeli "korkuyla" atılmış böyle bir yapının üstüne çağdaş devlet kurmak mümkün mü? Biz bunun mümkün olmadığını düşünüyoruz." ( 8 ) Öcalan ise, Kürtler ve Islamcılar olmasaydı, bu temel üzerinden demokratik bir devlet kurulacağını düşünüyor.

Öcalan, Emperyalistlerin Anadolu'yu işgali karşında kendiliğinden gelişen halk hareketinin göreceli ilerici niteliğini ve bu sürecin ürünü olan 1. Meclis'in çoğulcu yapısını, tümüyle hareketin önderliğini sonradan ele geçirip yönlendiren Kemalist harekete mal ediyor. Gerçekte Kemalizm ne 1919-23 sürecine nede 1. Meclis'e indirgenebilir. Bu iki süreç tek başına Kemalizmin niteliğini açıklamaya yetmez. Bu süreçte M.Kemal'in Kürtlerin varlığından ve onlara Otonomi verilmesinden bahsetmesi de, o kadar şaşırtıcı bir durum değildir. Çünkü; o sürece kadar Osmanlılar Kürtlerin varlığını kabul ediyor, hatta onlara kısmi bazı yönetsel haklar tanıyorlardı. M. Kemal bu durumdan daha ileri bir şey söylememiştir. Diğer yandan; zorlu bir geçiş sürecinde muhtemel mütefiklere karşı "hoşgörülü" ve "şefkatli" davranmak, her siyasal gücün izlediği bilinen bir taktiktir. Bu taktik Kürtlerin ulusal uyanışlarının gelişip ayrılma taleplerinin daha yüksek sesle dile getirildiği bir dönemde, oyalama rolü oynayacağı için daha ihtiyaç duyulur bir nitelik taşır.

TC'nin egemenliği altındaki uluslar ve azınlıklara karşı yaklaşımı, ne kişilerle ne de tesadüflerle açıklanabilir. TC, Osmanlı sömürgeciliğini yeni taktiklerle güçlendirerek devam ettirmiştir. Bilindigi üzere Balkanlarda ve Arap topraklarında ulusal hareketlerin gelişmesi ve bu ülkelerin Osmanlı egemenliğinden kopmasıyla, elinde tutabildiği topraklara daha bir sıkı sarılan Osmanlı devleti ve onun yönetimini elegeçiren İttihat Ve Terakki partisi, edindigi tercübelerle yeni ulusal hareketleri önlemek, böylece toprak kaybetmemek için bir yandan Türk ulusçuluğu'nu geliştirirken, diğer yandan egemenliğindeki ulusları ortadan kaldırma yolunu seçmiştir. Türk ulusçuluğu, imparatorluk topraklarında gelişen ulusal hareketlere karşı egemenlik savaşı temelinde gelişmiştir. 1912 yılında kurulan Türk Ocakları, İttihat Ve Terakki'den, Kemalistlere kadar Türk sömürgeciliğinin ve şovenizminin ortak fikir kurumu olmuştur. Ermenileri, Rumları yok eden Türk egemen sınıflarınının, sonradan Kürtleri ve Zazaları da yok etmek istemesi, kendi sınıf çıkarları ve ideolojileri açısından gayet tutarlı bir davranıştır. M. Altan'ın bu noktada Kemalizme yönelttigi elştirileri gerçeğe daha yakın buluyorum. Şöyle diyor Altan: "Türkiye'yi 1923'ten sonra garnizona benzetmeye çalışan bir resmi ideoloji var...Resmi ideoloji Türkiye'yi kendini inkar etmeye zorlamıştır. Mesela, Türkiye'de bir Kürt sorunu vardır, ama resmi ideoloji bunu yok saymıştır." (9)

Günümüzde demokrasinin geliştirilmesi noktasında Ordu’ya biçilen rol konusunda da Öcalan, 2. Cumhuriyetçiler'den daha geri bir tutum takınmaktadır. 2. Cumhuriyetçiler Ordu’nun siyaset üzerinde baskı oluşturduğunu, hatta MGK aracılığıyla ülkeyi yönettigini, bu durumun demokrasinin ve sivil toplumun gelişmemesinin önünde engel oluşturduğunu ifade ederlerken, Öcalan, demokrasinin geliştirilmesi noktasında Ordu’ya olumlu bir rol biçer. Öcalan’a göre, "Ordu en hazırlıklı kurum olarak bu süreci demokrasi lehine geliştirmekten yana, ama denetimi elden bırakmak niyetinde değil." (10)

Neo-Osmanlıcılık Ve Modern İdris-i Bitlisi

Öcalan'ın kimi görüşleri ise, Özal ve Cengiz Çandar'ın da benimsediği Neo-Osmanlıcılık görüşleri ile örtüşüyor. Neo-Osmanlıcılık akımının savunucuları, "devletin yeniden yapılandırılması ve demokratikleştirilmesi" noktalarında 2. Cumhuriyetçiler'le aynı görüşleri payalaşıyorlar. Ancak onlar burada durmayarak Türkiye'nin bölgesel bir güç, hatta "emperyal vizyon"a sahip olaması gerktigini ileri sürüyorlar. Çandar'a göre "...Türkiyenin Osmanlı coğrafyası üzerine hareketi fütüthat hareketi anlamı taşımaz. Doğal nüfuz alanı ve Osmanlı coğrafyası üzerinde dünya nizamının temel taşı olma anlamı taşıyor."(11)

Savunmasında PKK hareketinin oynadığı rolü 1920'lerdeki "Kuvva-i Milliye" gücüne atfen "Kuvva-i Demokrasiye rolü" olarak ifade eden Öcalan, yaptıklarının "bölücülük değil, belki Türkiye ve Türkler ile en büyük birlik olma, güçlü olma, yeniden Ortadoğu'dan Kafkasya'ya, Balkanlara önder olma hareketi..." olduğunu söylüyor. (12) Öcalan'ın çizdiği sınırlar Çandar'ın TC'nin "doğal nüfuz alanı" olarak sunduğu "Osmanlı coğrafyası"dır. Bir kez daha görülüyor ki, Öcalan'ın kurmak istedigi cumhuriyet, bir emekçi cumhuriyeti olmayacaktır, aksine yayılmacılık emelleri güden egemen Türk tekelci burjuvazisinin cumhuriyeti olacaktır. Çünkü ne Türk, ne Kirmanc-Zaza ne de Kürt emekçilerinin Ortadoğu'ya, Ortaasya'ya, Kafkasya'ya yada Balkanlara egemen olma yayılma veya önder olma diye bir siyaseti olamaz. Böyle bir politika ancak burjuvazinin politikası olabilir.

İşin ilginç yanı, "federasyonu da tartışabiliriz" diyen Özal gibi, C. Çandar'da "Osmanlı coğrafyası" üzerinde oluşturalacak devletin yapısının "federal" ve hatta "konfederal" olabileceğini dahası olması gerektiğini savunurken, Öcalan, federasyon ve hatta otonomi taleplerini yadsıyor.

Çandar'ın TC sınırları içindeki Kürtler ile ilgili söyledikleri bugün Öcalanın söyledikleri ile pratik anlamda aynı içerige sahipken, Güney Kürdistan-Türkiye ilişkileri üzerine söyledikleri, G. Kürdistan'ı "Misaki Milli" sınırları içerisinde gören Öcalan'ın anlayışından oldukça ileri. Şöyle diyor Çandar: "Türkiye'deki Kürtler için kültürel özerklik tatmin edici olabilir ama; yarın birgün biz Kuzey Irakla konfederal veya yarı konfederal bir yapı içinde bulunabiliriz.” (13)

"Cumhuriyetin Asli Kurucu Üyesi" Olmanın Pratik Anlamı Nedir?

Öcalan'ın sık sık dile getirdiği ve Kürtleri "cumhuriyetin asli kurucu üye"si olarak gösteren yaklaşımı, Çandar’ın veya Altan'ın düsünceleri karşısında Kürtler için ileri bir program savunuyormuş gibi gözükebilir. Ancak gerçekte içi boş ajitatif kavramların bugün için Kürtlere hiçbir faydası yoktur. Aksine, 15 yıllık savaşın sonuçlarının derlenmesi ve bölgesel bazda kısmen yeniden şekillenen uluslararası statüko içinde etkin bir rol almak için, somut ulusal politikalara ihtiyaç duyulduğu bu günlerde; bu tür söylemler oyalayıcıdır, zararlıdır.

"Asli kurucu üye" belirlemesi mantıki sonuçlarıyla ve alt yapısıyla ortaya konulduğunda, aslında, tam hak eşitligine dayalı konfederal yada federal bir devlet yapısını ifade eder. Türkler, Kürtlerin „asli kurucu üye” pozisyonunu kabullendiklerinde, bu cumhuriyetin temel ilkeleri iki ulusun eşit ortaklığı temelinde yeniden belirlenir. En basitinden, cumhuriyetin adı, Kürt ve Türk cumhuriyeti olur. Iki tane resmi dili, bugünkünden farklı bir bayrağı olur. Türkler ulus olarak ne haklara sahiplerse Kürtler de o haklara sahip olurlar. Kısacası bugün var olan cumhuriyetin baştan aşağı değişmesi gerekir.

Adı, "asli kurucu üye” olacak, ancak dili ile eğitim-öğretim yapması, ulusal kimliğiyle kendisini ifade etmesi, diğer uluslarla özgür ilişkiler kurması, kendi ülkesinin kaderi konusunda hak ve karar sahibi olması yasak olacaksa „asli kurucu üye” sloganı bir aldatmacadan öteye gitmez. Tıpkı TC’nin Kürt ve Dersim-Zaza halklarını katliam ve asimlasyonla yok etmeye çalıştığı bir dönemde, kendisini Lozan’da her iki ulusun temsilcisi olarak göstermesi, yada „Türkler ile Kürtler kardeştir” söylemini geliştirmesi gibi.

Öcalan, „asli kurucu üye” ifadesini kullanmakla birlikte, aynı zamanda ulusal sorunun çözümünde „anayasal vatandaşlık” ve kültürel özerkliği yeterli görerek, Kürtlerin ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurması talebini gericilik olarak nitelendirmekte, hatta, otonomi ve federasyonu gereksiz ilan etmektedir. Bu arka plan, „asli kurucu üye” söylemini kendiliginden anlamsızlaştırmaktadır. (14)

Burjuvazinin faşist bir diktatörlüğünden başka bir şey olmayan Türkiye'deki bürokratik ve militarist aygıtın, ancak devrimci bir halk hareketi ile yıkılabilecegini öngörmemeleri, yukarıda açıklamaya çalıştığımız demokrasi etiketli tüm bu tez ve projelerin ortak olarak taşıdıkları bir eksiklitir. Gerçek demokrasiyi, fasist diktatörlükten zarar gören Türk, Kürt ve Kirmanc-Zaza emekçileri ve yoksullarının mücadelesi getirebilir. Bu kesimlerin getireceği bir demokrasi de, burjuva demokrasisi değil, emekçi demokrasisi olacaktır.


Dipnotlar
-------------------------------------------------------------------------------
(4) A. Öcalan, Savunmalarım, Wesanên Serxwebun, s.16

(5) Bülent Tanör, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Basak yay. s. 184

(6) Mehmet Altan, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak yay. s.55.

(7) A. Öcalan, Savunmalarım, s.95.

( 8 ) Ahmet Altan, Nokta Dergisi Yil: 10, No: 33, s. 16, Aktaran Temel Demirer, Marksizm ve Gelecek, sayı: 2, s.177-178.

(9) M. Altan, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak yay. S.56

(10) A. Öcalan, Savunmalarım, Wesanên Serxwebun, s.15.

(11) C. Çandar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak yay. S.104.

(12) A. Öcalan, Savunmalarım, Wesanên Serxwebun, s.30.

(13) C. Çandar, age.s. 106.

(14) Birden çok ulusun birlikte özgürlük ve barış içinde yaşaması mümkündür. Ancak bu, tüm ulusların kendi toprakları ve yaşamı konusunda özgür bir iradeye sahip olması ile olanaklıdır. Üniter yapıya sahip bir cumhuriyet nekadar demokratik olursa olsun, vatandaşlık hakları ile ezilen ulusların taleplerini karşılayamaz. Çünkü, ulusal haklar ile vatandaşlık hakları arasında kategorik bir farklılık vardır. Bu farklılık ister istemez farklı siyasal ve idari kurumlaşmaları gerektirir.
Örneğin; bu gün TC vatandaşları arasında „Kürtçe TV açılsın mı, açılmasın mı?” şeklinde bir refaranduma gidilse, büyük bir ihtimalle „Kürtçe TV açılmasın” sonucu çıkar. Çünkü Türkler çoğunluktadırlar. Böylesi bir referandum, vatandaşlık hakları temelinde oluşmuş cumhuriyetlerde yapılabilir, ancak ulusal haklar temelinde oluşturulmuş konfederal, federal ve hatta özerk bölgeler içeren cumhuriyetlerde söz konusu bile olamaz. Çünkü ulusal haklar azınlık yada çoğunluk durumuna göre değil, ulusal bir yapının varlığına göre belirlenirler.


http://www.forum-prinz.com/cgi-bin/forum.cgi?forum_name=1317&message_number=130&pid=
------------------------------------------------------------------------------------------

DEMOKRATİK CUMHURİYETİN TARİHSEL ANLAMI

Piro Zarêk

PKK çevreleri bir yandan "Demokratik Cumhuriyet Projesi"ni yeni ve kutsal bir barış projesi olarak lanse ederlerken, diğer yandan yer yer (özellikle sol çevreler nezdinde) de bu projeyi Marksist teori ile ilişkilendirme çabasına girdiler. Doğrusu şudur ki, bu proje ne yenidir, ne de Marksizm-Leninizm'le bir ilgisi vardır. Tüm ilişkilendirme çabalarına rağmen, Öcalan'ın bu kavrama yüklediği anlam ile bilimsel sosyalizmin kurucularının bu kavrama yüklediği anlam arasında derin bir uçurum vardır.

Demokratik Cumhuriyeti Doğuran Tarihsel Süreç

Demokratik Cumhuriyet kavramı, Marksist literatürden alınmadır. Marx, Engels ve Lenin'in siyasal yazılarında bu kavram önemli bir yer tutar.

Demokratik Cumuriyet, 18. ve 19. yüz yıllar boyunca emekçilerin kitlesel katılımı ve burjuvazinin önderliği altında gelişen demokratik devrimlerin, feodalizm karşısındaki zaferinin ürünüdür ve bu kavram, klasik kullanılış biçimiyle, -emekçi sınıfların yönetime ortak oldukları özgün durumlar hariç- esas olarak bir burjuva cumhuriyetini ifade etmektedir.

Bir Kralın mutlak hakimiyeti ile yönetilen ve yönetimin kan bağına dayalı olarak el değiştirdiği feodal hanedanlıklardan farklı olarak Demokratik Cumhuriyet, seçimle belirlenen bir cumhurbaşkanınca temsil edilir. Bu yönetim, genel ve eşit oy hakkına sahip yurttaşlar, seçimle belirlenen halk temsilcilerinden oluşan ve yasama gücünü elinde tutun bir parlamento, parlamento içinden çıkan bir hükümet, halk tarafından kabul edilmiş bir anayasa ve burjuva hukukuna dayalı işleyen göreceli özerk bir yargı sistemi gibi temel özelliklerce karekterize edilir.

Marks ve Engels, Amerika, Fransa ve İsviçre yönetimlerini bu kavramla tanımlıyorlardı. Bu kavram günümüzde, bazı ileri kapitalist ülkelerin siyasal yönetimlerinin ifade edilmesinde de kullanılmaktadır. Çünkü bu ülkelerde yaşanan bir dizi demokratik devrim ve reform sonucunda ve gelişmiş ekonomik yapı nedeniyle, emekçi sınıflar için demokrasi, relatif olarak gelişkin bir düzeydedir. Fakat unutulmamalıdır ki, Marks-Engels tarafından demokratik cumhuriyet olarak tanımlanan serbest rekabet aşamasının ABD ve Fransa’sıydı. Özellikle bugünün ABD ise, tekellerin mutlak hakimiyetindeki, dünyaya hakim olmaya çalışan emperyalist bir ABD’dir. Kendi çıkarları için başka ülkeleri işgal eden, yasal hükümetlere karşı darbeler düzenleyen; ekonomisi ve siyasal yaşamı bütünü ile tekellerin hakimiyeti altında olan bir ülkede, “eşit ve genel oy hakkı”nın, yada seçimlerin, parlamentonun ve yargının anlamı elbette tartışılır olur.

Marks ve Engels’in Demokratik Cumhuriyet kavramını kullandıkları dönemde, demokrasi mücadelesi, -cumhuriyet talebini de kapsayan- esas olarak feodal aristokrasiye karşı bir mücadeleydi. Rusya'da da Çarlık Otokarsi’sine karşı mücadelenin birincil talebi cumuhriyetti. Bu koşullarda feodal aristokrasinin ayrıcalıklarına karşı çıkan burjuvazi, çok tutarlı olmasa da demokrasi mücadelesinin bir dinamiğiydi. Kapitalizmin henüz tekelci aşamaya geçmediği ya da Rusya'da olduğu gibi tekelci aşamayı geriden izlediği koşullarda, burjuvazinin demokrasi mücadelesinde belli bir rol oynaması, dahası Demokratik Cumhuriyet'in burjuvazinin önderliğinde kurulması mümkün olabiliyordu. Sözkonusu bu süreçte, kapitalist toplum siyasal ve sosyal koşulları itibari ile henüz olgunlaşmamış ve siyasal özgürlükler burjuva iktidarının sınırları içinde ulaşabilecekleri en geniş çerçeveye ulaştırılmamışlardı. Burjuvazi de, bu süreçte toplumsal yapıda henüz agirlikli olarak gerici bir konuma sahip degildi. Bu koşullar, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin taleplerine ve ittifak kombinazyonlarına bugünkünden oldukça farklı bir renk veriyordu.

Söz konusu tarihsel süreç bilinen ifadeyle “serbest rekabeçi kapitalizm aşaması” olarak tanımlanır. Ki, bu süreçte burjuvazi sosyalistler tarafınan feodalizm karşısında henüz devrimci olarak tanımlanmaktadır. Alman Sosyal Demokratları’nın Gotha Programı’nda yer alan “İşçi sınıfının karşısında tüm öteki sınıflar yanlızca gerici bir yığındır” belirlemesini eleştiren Marks, Komünist Manifestoya atıfta bulunarak “Burjuvazi, burada, eskimiş üretim biçiminin ürünü olan toplumsal durumlarını korumaya azimli feodaller ve orta sırnıflara göre devrimci bir sınıf olarak –büyük sanayinin taşıyıcısı olarak- değerlendirilmektedir” der. Devamla “Bu bakımdan, orta sınıfların burjuvazi ile birlikte ve hele feodalleri de buna katarak, işçi sınıfının karşısında “yanlızca gerici bir yığın oluşturduğunu” söylemek de yanlıştır.(Karl Marks, Gotha Programı’nın Eleştirisi, Nisan-Mayıs 1875)

Neden Demokratik Cumhuriyet?

Lenin'in de belirtiği gibi, "Demokratik Cumhuriyet proletarya diktatörlüğüne götüren en kısa yoldur" anlayışı, Marx'ın siyasal görüşlerine damgasını vuran temel bir anlayıştır. Bu anlayışın gerekçelerini açıklarken şöyle der Lenin: "Çünkü böyle bir cumhuriyet, sermaye egemenliğini, dolayısıyla yığınların ezilmesini ve sınıflar savaşımını hiç bir zaman ortadan kaldırmadığı halde, kaçınılmaz bir biçimde, savaşımın genişlemesine, gelişmesine, depreşmesine, kızışmasına götürür; öyle ki, ezilen yığınların canalıcı çıkarlarını karşılama olanağı bir kez ortaya çıktıktan sonra, bu olanak, ancak ve yanlızca proletarya diktatoryasında, bu yığınların proletarya tarafından yönetiminde gerçekleşir." (16)
Engels, 1891 Alman Sosyal Demokratları'nın Erfurt Programı'nı “eses söylenmesi gereken konmamış” diyerek eleştirir.

Engels’in “konmamış” dediği ve “baş siyasal istem” olarak tanımladığı istem; Demokratik Cumhuriyet istemidir. Programda yer alan demokratik istemlerin, ortaçağ kalıtısı olan bir Alman devletinin devrimci dönüşümünü sağlayamayacağını belirten Engels, Demokratik Cumhuriyet ile ilgili Marx'ın görüşlerini tamamlar nitelikte olan şu görüşleri yazar: "Kesinliği açık olan bir şey varsa, o da, partimizin ve işçi sınıfının egemen duruma ancak Demokratik Cumhuriyet biçimi altında gelebilecekleridir. Hatta, Demokratik Cumhuriyet, Büyük Fransız Devrimi örneğinin gösterdiği gibi, proletarya iktidarının özgül bir biçimidir de." (15)

Feodalizmden kapitalizme geçiş süreci, insanlığa yeni bir çağın kapısını açan tarihsel dönüşümler ve devrimlerle tamamlanır. Sadece “genel ve eşit hakkı”nın formel bazda kabulü bile, insanlığın özgürleşmesi yönünde atılmış dev bir adımdır. Bu dönüşüm sürecinde Demokratik Cumhuriyet, feodal mutlakiyet karşısında insanları “özgürleştiren” yeni toplumun yeni devletini temsil ediyordu. Marks ve Engels bu objektif gelişmeyi görüyorlardı ve destekliyorlardı. Ancak bu desteğin, feodalizme karşı mücadele veçerçevesi ile sınırlı olduğunu unutmamak gerek.

Marks Ve Engels’in Demokratik Cumhuriyet programını bu derece önemsemelerinin bir nedeni de, Almanya’nın içinde bulunduğu sosyal ve siyasal koşullar ve her ikisinin de Almanya Sosyal Demokrat Hareketi ile olan derin bağlarıdır. Ki, Engels’in “partimiz” olarak ifade ettiği örgüt Alman Sosyal Demokrat Partisi’dir.

O süreçte Almanya’da bir Demokratik Cumhuriyet olmadığı gibi, “cumhuriyetin talep edilmesi” bile yasaktı. O günün Almanyası’nda “Reichstag (parlamento) ve öteki temsil organları fiilen hiç bir güce sahip” değillerdi ve “hükümet bütün iktidarı elinde bulunduruyordu”. Sosyalistlerin faaliyetleri de sık sık çıkarılan yasalar ile yasaklanıyordu. Bu koşullarda Demokratik Cumhuriyet talebinin sosyalistlerin “baş siyasal istemi” olmasından daha doğal bir şey olamazdı. Çünkü Marksın dediği gibi: “İnsan ancak elde edilmemiş şeyler için talepte bulunur.”

Demokratik Cumhuriyet’ten İşçi-Köylü İktidarı’na

Demokratik Cumhuriyet daha doğrusu Demokratik Devrim mücadelesinin, hedefler, ittifaklar ve taktikler bazında dönüşüme uğradğı tarihsel moment, kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaştığı noktadır. 1905 Rus Demokratik Devrimi bu dönüşüm momentine denk gelmesi itibari ile, dönüşümün somut kanıtlarını ortaya koymaktadır.

Menşevikler, 1905'te, Demokratik Devrim'in burjuva karekterinden hareketle, devrimin önderliğini ve devrimle oluşacak iktidarı burjuvaziye bırakmak gerektiğini savunuyorlardı. Devrim, işçi sınıfı ve diğer emekçilerin mücadelesi üzerinde yükselirken, Menşevikler bu güçleri iktidara uygun görmemekte, iktidarı burjuvaziye teslim edip kendilerini bir "aşırı muhalefet partisi" konumunda tutmak düşüncesindeydiler. Aynı Menşevikler, 17 Şubat Devrimi sonrasında demokrasiyi geliştirmek adına, burjuvazi ile uzlaşıp oluşan burjuva hükümetinde yer almışlardı. Bu süreçte de, sınıf mücadelesini ve sınıf mücadelesinde iktidar meselesinin önemi konusundaki devrimci düşünceleri unuttukları için, burjuva politikalarının basit yürütücüleri haline gelmişlerdi. Menşeviklerce 1905 ve 1917 yıllarında yürütülen bu uzlaşmacı çizgiye karşı Bolşevikler, 1905'te, burjuvazinin "demokrat" kanadı ile ittifakı reddetmemekle birlikte, Demokratik Devrim'in önderligini ve iktidarı burjuvaziye bırakmak anlayışına karşı, RSDİP'nin 3. Kongresi'nde benimsenen şu taktikleri savunurlar:

"1.Proletaryanın hem kısa vadeli çıkarlarının hemde onun sosyalizmin sonal amaçları uğruna savaşımının çıkarlarının, siyasal özgürlügü tam olarak sağlayacak önlemlerin alınmasını ve bunun sonucu olarak otokratik hükümet biçiminin yerini demokratik cumhuriyetin alması gerektiğini;

"2.Rusyada demokratik bir cumhuriyetin kurulmasının,...bir geçici devrimci hükümete sahip olacak başarılı bir halk ayaklanmasıyla mümkün olabileceğini;...( 18 )

Toplumsal koşulların ve sınıf mücadelesinin değişimini iyi gözleyen Lenin, yaratıcı bir şekilde değişimi pratik taktiklere ve idelojik zemine aktarır. RSDİP’in kongre kararlarında yer alan “devrimci hükümet” ve “halk ayaklanması” ifadeleri, daha ilerde Lenin’in " proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” formülasyonunu içinde gerçek ifadelerini bulurlar. Lenin, 1905’te Menşevkleri, "Devrimin çarlık üzerinde kesin bir zaferi" gibi çok genel laflar etmelerine karşın, söylediklerinin güncel boyutta gerekli kıldığı siyasal adımları ve dahası meselenin sınıfsal özünü anlamamakla suçlar. Lenin der ki: "Bizim (herkesçe anlaşılabilir gerçek bir güç olan) "çarlık"a karşı duran ve ona karşı "kesin bir zafer" kazanabilecek gerçek toplumsal güçlerin neler olduğunda tam bir açıklığa kavuşmuş olmamız gerekir. Büyük burjuvazi, toprak beyleri...böyle bir güç olamaz... Hayır, "çarlık üzerinde kesin bir zafer" kazanabilecek tek güç halktır, yani eğer esas ve büyük güçleri alır(sak) proletarya ve köylülüktür. "Devrimin çarlık üzerinde kesin bir zaferi", proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünün kurulması demektir." (19)

Kapitalizmin emperyalist aşamaya evrilişine kadarki süreçte Demokratik Cumhuriyet Programı, sosyalistlerin asgari programına denk düşmektedir. Bu program, burjuvazinin devrimci rolününü, emekçi sınıflarla ittifakını ve burjuvazinin bu ittifak içindeki önderlik rolünü ve dönüşümün burjuva düzeninin sınırlarını (ikili iktidar koşulları hariç aşmamasını kabullenen bir çerçeveye sahiptir. Bununla birlikte, bu süreçte marksistler her gelişmeyi sonal hedefe yani sosyalizm hedefine bağlı olarak ele almakta ve sosyalizm hedefini hiç bir şekilde gözardı etmemektedirler.

Tekelci kapitalizmin küresel bir boyut aldığı günümüzde, burjuvaziden (genel olarak burjuvazi diyorum, çünkü sadece tekleci burjuvazi değil, büyük ve orta burjuvazinin de tutarlı bir demokrasi mücadelesi yürütmesi mümkün değildir) demokratik devrimde tutarlı bir rol üstlenmesini beklemek büyük bir saflık olur. Çağdaş burjuvazi, rekabetçi çağ burjuvazisine göre sınıf çıkarlarına yönelen tehditler konusunda daha tercübeli ve daha duyarlıdır. Sınıf çizgilerinin artık çok net olarak ortaya çıktığı bir kapitalist sistem içinde yaşıyoruz. Burjuvazi, emekçilerin içinde yer aldığı bir devrim girişiminin hatta bir demokratik kalkışmanın her halükarda kendi sınıf çıkarlarına zarar vereceğini iyi bilmektedir. (17) Açıktır ki; demokrasi mücadelesini tutarlı bir biçimde sürdürecek olan güç burjuvazi değil, bu sistemden en fazla zarar gören güçler, yani isçi sınıfı, diğer emekçiler ve yoksul sınıflardır.

Tekelci kapitalizm aşamasına kadar, ağırlıklı olarak feodalizmi ve feodal aristokrasi ile işbirliği içindeki burjuva kesimleri hedefleyen liberal burjuvazinin önderliğindeki Demokratik Cumhuriyet mücadelesi, yeni çağla birlikte, direk olarak burjuva iktidarını hedefleyen emekçi sınıfların önderlik ettiği devrimci demokrasi ve sosyalizm mücadelesine dönüşmüştür. Buna bağlı olarak artık Demokratik Cumhuriyet kavramı, emekçiler önderliğinde gelişen yeni çağın devrimci demokrasi mücadelesinin hedefini ifade etmekten uzaktır. Bu kavram bugün düzen içi demokrasi mücadesini ifade ederken, devrimci demokrasi mücadelesi hedefini, Demokratik Emekçi Cumhuriyeti kavramı ile ifade etmektedir.
Dahası günümüzde demokrasi mücadelesi programı, ağır ulusal sorunlar ve faşizm olgusu ile karşı karşıya bulunan istisnai bir kaç ülke dışında, artık başlı başına bir devrim programı olmaktan çıkmış, sosyalist devrim programının bir parçası haline gelmiştir.

Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyeti”

Öcalan’a haksızlık etmiyelim, O, şimdilerde lafızda da olsa TC’nin yıkılmasından, yani faşist diktatörlük üzerinde halkın „kesin zaferi”inden bahsetmiyor. Fakat Öcalan, halk kitlelerine dayalı Demokratik Devrim anlayışını yadsıdığı gibi, onun yerine önerdiği düzen içi demokrasi mücadelesinin, başka bir ifadeyle reformlar için mücadelenin sınıfsal dinamiklerini de ortaya koymuyor. Ya da Ordu’nun ve TÜSİAD’ın demokrasi hareketi içinde görülmesi türünden, başaşağı edilmiş bir çerçeve sunuyor. „Demokrasiyi halkın bağrında çalışan ve halkı esas alan örgütler, kişiler ve partiler yaratır." diyen Öcalan, diğer taraftan TÜSİAD’ı solculardan bile daha cesur demokrasi savasçısı olarak sunmaktadır. Peki tekelci burjuvazi halk sınıf ve tabakaları içinde midir? Tekelci burjuvazi halk içinde görülüyorsa, isçi sınıfının yeri neresidir?

Başaşağı duran bu reform projesi içinde, Marksizm’de öngörüldüğü gibi, Demokratik Halk Devrimi üzerinden sosyalist devrime yürüme anlayışını aramak ise anlamsızdır. Sosyalizmi, bugün ölmüş ama belirsiz bir süre sonra "dirilecek" bir ütopya olarak gören Öcalan, kendilerini "sosyalist bir devlet" kurmak istemekle suçlayan yargıçlara karşı şunları söylüyor: "PKK önderliğinde her ne kadar 'sosyalist bir devletten' bahsedilse de, her örgüt o dönem kendine göre ayrı bir devlet anlayışından bahsetse de bunlar ütopik olmaktan öteye gidemeyen mezhep düzeyinde anlayışlardı. PKK kitselleşerek bunu kısmen aştığında da, özellikle 90'lı yıllarla birlikte içine girilen ve şahsen yoğun değerlendirmelerle seslendirmeye çalıştığım 'özgür birliktelik' diğer deyişle demokratik birlik arayışıydı." (20) Öcalan, PKK'nın aslında çoktan beri sosyalizme veda ettiğini söylemektedir. Ve bu sözleri kesinlikle doğrudur.Hatta diyebiliriz ki, PKK hiç bir dönem idelojik ve pratik anlamda gerçek bir sosyalist hareket olmadı.
PKK’nin 7. Kongresinde kabul edilen yeni programında da, Kürdistan'da bir sosyalist iktidar ve toplumun kurulması hedefi yer almaz. Bunun yerine sosyalizmle ilgili çok genel ifadeler yer alır.

Öcalan savunmasında zaman zaman sosyalizmden, onun iyiliklerinden bahseder, ancak bu görüşler savunmanın mantığı ile bir bütünlük taşımaz. Öcalan savunmasının başında "Demokrasinin yüzyılın sonunda tam zaferini ilan etmesi"nden bahseder. Yine Öcalan'a göre " '90'lı yıllardan itibaren sosyalist sistemin çözülüş ve demokrasiye dönüşümüyle, demokrasinin büyük zaferi aslında daha başlangıncındadır."(21)

Bütün bunlardan sonra yine de Öcalan, sosyalizmin tekrar dirileceğinden bahsedebilmektedir. Öcalan'ın pragmatik ve eklektik tarzını bilenler için bu çelişkiler anlaşılır şeylerdir. Unutulmamalıdır ki, Öcalan esas olarak kendi kitlesine seslenmektedir ve bu tür bir yaklaşım PKK kitlesini tatmin etmek için idealdir.

Öcalan, savunmasında demokrasi kavramını genel ve soyut bir anlamda kullandığı gibi, yer yer de, „kapitalist sistem” kavramının yerine „demokrasi” kavramını kullanıyor. Bu bilinçli bir çarpıtmadır. Bilindiği üzere demokrasi bir ekonomik-sosyal sistem değil, bir siyasal yönetim biçimidir. Böylesi bir kullanım sosyal-politik gerçeklik açısından olduğu gibi, terminolojik olarakta yanlıştır. Öcalan'ı bu hileyi yapmaya iten iki neden vardır: Birincisi, pislikleri ayukka çıkmış olan kapitalist sistemi, devrimci kamuoyuna ve halka şirin göstermek, böylece öncelikle düşünsel boyutta onu uzlaşılabilir bir konuma getirmek, ikincisi; demokrasi olgusunu sınıfsal temelinden kopararak kendi burjuva liberal ideolojisini tutarlı kılmak.

Sonuç olarak:

Marksizmin sınıf mücadelesi, devlet ve demokrasi konusundaki temel anlayışı, dahası tarihsel gelişim ve değişim göz önünde tutulmadan Demokratik Cumhuriyet konusunda güncelin ihtiyaçlarına karşılık veren Marksist bir anlayış ve politika oluşturmak mümkün değildir. Bu kriterler göz önünde tutulmadan üretilecek bir "Demokratik Cumhuriyet Projesi"nin Marksizmle sadece lafızi bir benzerliği olabilir.
Öcalan’ın projesinin niteligini anlamak için, bu projenin kimin iktidarını hedeflediğini, kiminle ve hangi yolla bu iktidara yürüdüğünü sormak gerekir. Bu soruların cevabı Öcalan tarafından çok açık bir şekilde savunmasında ve diğer açıklamalarında verildi. Artık çok açık olarak söyleyebiliriz ki, Öcalan, burjuva iktidarının, halkın devrimci eylemiyle yıkılıp yerine emekçi iktidarının kurulmasını düşünmüyor. Bu anlayış temelinde ifade edilen "Demokratik Cumhuriyet" çizgisinin bilimsel sosyalizmle bir ilişkisi olamaz.


DIPNOTLAR
----------------------------------------------------------------------------------------------

(15) Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol yay. s. 101.
Engels'in örnek olarak verdiği Büyük Fransız Devrimi, burjuvazinin önderliğinde, küçük burjuvazi ve daha alt seviyedeki diğer emekçi sınıflar ve yoksullara dayalı olarak, feodal düzene karşı gelişen bir devrimdir. Jakobenlerin önderliğindeki emekçiler, başından itibaren devrime etkin bir şekilde katıldılar ve belli dönemlerde de iktidarı tümüyle insiyatiflerine aldılar. Genel anlamda da, Engels'in belirttiği gibi, Fransız emekçiler iktidarı burjuvaziyle paylaştılar. Emekçilerin insiyatifi arttıkça Fransız Burjuva Devrimi'nin demokratik ve sosyal muhtevası derinleşmiş, bunun karşısında burjuvazi giderek gericileşerek aristokrasi ile işbirliğine girmiş ve devrimin kazanımlarını geriye çekmiştir.


(16) Lenin, Devlet Ve Devrim, bilim ve sosyalizm yay. S.82.

(17) Son ekonomik kriz nedeniyle Türkiye'de gelişen esnaf eylemleri, sadece tekelci ve büyük burjuvazinin değil, aynı zamanda küçük ve orta burjuvazinin de sınıf çıkarlarının bir gereği olarak sistemi savunma ve koruma konusunda ne kadar uyanık olduğunu göstermiştir. Esnaflar eylemlerini ekonomik ödünler almak için hükümete baskı yapma çerçevesi içinde tutmaya; bu temelde sol-demokratik sloganlardan ve kesimlerden uzak durmaya özen göstermişlerdir. Nitekim, hükümet bazı ekonomik olanaklar sağlayınca esnaf eylemleri hemen durmuştur. Bu çok açık bir sınıf tutumudur.

( 18 ) Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktigi, Sol yay. s. 15.

(19) Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktigi, Sol yay. s. 58-59.

(20) A. Öcalan, Savunmalarım, Wesanên Serxwebun, s. 69.

(21) A. Öcalan, age. s. 11-12.


http://www.forum-prinz.com/cgi-bin/forum.cgi?forum_name=1317&message_number=130&pid=


Djsuptgf (Ziyaretçi)
10.02.2014 07:50 (UTC)[alıntı yap]
It was just saying is that rich people are more tolerant., payday loans, mhhlk,

Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 243
Bütün postalar: 610
Bütün kullanıcılar: 695
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
  Bütün hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.  
 
Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono. Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden