Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono.
   
  SIMA XÊR AMÊ! DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ!
  PLATFORUM (şifreli)
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

******** SIMA XÊR AMÊ KURŞİYE WERENAYİŞİ ******** ***** DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ *****

PLATFORUM (şifreli) - DERSİM: BİR KENTİ ANLAMAK: TUNCELİ’DEN İZLENİMLER

Burdasın:
PLATFORUM (şifreli) => DERSİM ve DERSİM SOYKIRIMI => DERSİM: BİR KENTİ ANLAMAK: TUNCELİ’DEN İZLENİMLER

<-Geri

 1  2  3 Devam -> 

Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
08.07.2009 11:09 (UTC)[alıntı yap]


BİR KENTİ ANLAMAK: TUNCELİ’DEN İZLENİMLER

13:16 03 Temmuz 2009


Son derece dikkat çekici toplumsal ve fiziki coğrafyasıyla Türkiye’nin neredeyse bütün kentlerinden önemli farklılıklar taşıyan bu küçük kent, özellikle politik/kültürel kimliği nedeniyle hemen her dönemde ülkenin gündeminde “büyük” bir yer almıştır
ŞÜKRÜ ASLAN (*)

Geçtiğimiz günlerde Tunceli Üniversitesi’nin 1. kuruluş yıldönümü ve mezuniyet töreni nedeniyle kentte bir etkinlik düzenlendi. Söz konusu etkinliklere katılmak amacıyla 19 Haziran Cuma günü bu küçük kente doğru yola çıktığımızda doğrusu heyecan duymuştuk. Kent, ilk kez kendi adıyla bir üniversiteye kavuşmuş ve yine ilk kez iki yıllık mezunları için “Mezuniyet Töreni” düzenlemişti. Yaklaşık üç yıldır bu kentteki üniversite kuruluş sürecine katkıda bulunmaya çalışan bizler için bu gerçekten de önemli ve heyecan verici bir gelişmeydi.
Aslında bu heyecanın arka planında biz sosyal bilimciler için bu küçük kentin kendine özgü tarihi ve kültürü ve onun zihinlerimizde yer edinme hali etkiliydi. Son derece dikkat çekici toplumsal ve fiziki coğrafyasıyla Türkiye’nin neredeyse bütün kentlerinden önemli farklılıklar taşıyan bu küçük kent, özellikle politik/kültürel kimliği nedeniyle hemen her dönemde ülkenin gündeminde “büyük” bir yer almıştı. Daha 1930’lu yıllarda “dil ve kültür birliği sağlama” projesi kapsamında iskan politikalarına maruz kalmış; ilçe ve köylerinden yüzlerce aile, binlerce insan ülkenin batısındaki köylere serpiştirilmişti. Tanımadıkları topraklarda, bilmedikleri bir dil ve kültür içinde yaklaşık 9-10 yıl kaldıktan sonra geri dönmelerine izin verilebilmişti. Sonraki yıllarda hâkim söylemde “Tuncelililerin aslında iyi insanlar oldukları” sıklıkla vurgulandı. Yüz kızartıcı suçların en az gerçekleştiği kent Tunceli’ydi. Dayanışma duyguları çok yüksekti. Toprağa sadakat duygusu çok güçlüydü. Kadına yüksek değer verilirdi. Daha bunun gibi bir dizi olumlu özellik gazetelerde ve bu bölgede çalışmış kamu görevlilerinin anılarında yer almıştı. Ama yine de resmi pencereden etnik ve dini kimlikleri tartışma konusu yapılmış; “özünde Türk” fakat asimile olmuş bir toplum olduğu iddia edilmiş ve yeniden özüne kavuşturmak gerektiği açıkça savunulmuştu.

‘ÖZ KİMLİK’ İNŞASI
1970’li yıllarda Türkiye’de sosyalist hareketin kalesi sayıldığı için Tuncelili olmak bile “suçlu sayılmak” için yeterliydi. Tuncelili bir kimlikle o yıllarda sağ görüşlü mahallelerden, kentlerden geçmek riskliydi. 1980’li yıllarda ise bu risk, genç Tuncelililer için ülke sathına yayıldı. Dönemin iktidarı bu insanları bir yandan kovuşturmaya tabi tutarken öte yandan “asıl Türk” ve “gerçek Müslüman” olduklarına inandırmak için “bilimsel çalışmalar” bile düzenledi. 1985 yılında ülkenin değişik üniversitelerinden gelen bazı öğretim üyeleri tarihsel ve kültürel araçlardan yola çıkarak Tunceli’nin öz Türk ve Müslüman olduğuna dair “bilimsel tebliğler” sunmuşlardı. Bu eğilime uygun olarak Tuncelililerin “öz kimliğine” yeniden ve daha güçlü dahil olmalarını sağlamak amacıyla köylerine kasabalarına camiler de yapıldı. Alevi oldukları için namaz kılmayan ve dolayısıyla camiye ihtiyaçları olmayan bu topluma, camiye gitmek dışında bir seçenek bırakmayan siyasal bir ortam inşa edildi.
1990’lı yıllarda ise sistemin içinden başka bir görüş gelişti. Aleviliğin kamusal alana çıkabildiği bu dönemde çok büyük bölümü alevi olan Tuncelililer bu kimlikleriyle şeriatçı eğilimlerin karşısında ülkede “laikliğin güvencesi” olarak görülmüş ve kent, sistemin ilgi alanına “laikliği” nedeniyle girmişti.
Özetle dışarıdan Tunceli ile kurulan temas ve onu tarif etme biçimi hemen her zaman iktidarın siyasal çizgisine ve sistemin beklentilerine göre gerçekleşti. Tuncelililerin kendilerini nasıl ve hangi kimlikle tanımladıkları ise aslında pek önemsenmedi.

KENTİN KÜLTÜREL BİRİKİMİ VE ÜNİVERSİTE
Bu kentte bir üniversite kurulmuş olmasının, kentin toplumsal ve kültürel tarihi üzerine düşünen Tuncelililer için yüksek bir beklenti yarattığı tahmin edilebilir. Bu tabii ki sadece kimlik meselesiyle ilgili bir konu değil, belki de bunun kadar kentteki kültürel birikimle de ilgilidir. Tunceli, hemen her zaman ülkede okuma yazma oranının en yüksek olduğu il diye bilinmiştir. Ayrıca bu kentten çok sayıda insan üniversite okumuş, akademik kariyer yapmış, alanında uzman olarak Türkiye’de ve Türkiye dışında tanınmıştır. Yoğun bir biçimde dışlama politikalarına maruz kalmış bu küçük kentten böyle bir birikimin çıkması aslında başlı başına sosyolojik bir araştırmanın konusudur. Ancak şunu söylemek mümkündür ki, bu birikimi sağlayan hususlardan birisi de kentin politik kültürüdür. Dünya ve memleket meselelerine dair bir söz söyleyebilme yeteneğidir. Bu konuda da kent ciddi bir birikime ve önemli sosyolojik deneyimlere sahiptir. Bu kentte bir zamanlar bir semineri daha fazla kişinin izlemesini sağlayabilmek için salonlardaki sandalyeler dışarı çıkarılır; gün boyu süren tartışmalar yüzlerce kişi tarafından izlenirdi. Kentin en belirgin kamusal alanı olarak “Palavra Meydanı” ancak antik kentlerde karşılığı olan politik tartışmaların yapıldığı canlı bir alandı. Bu güçlü dinamik ve diğer olumlu özellikler zamanla görünmez kılınmış olsa da kentin kültürel dokusunda kalıcı bir iz bırakmıştır.
Tunceli Üniversitesi böyle bir kentte ve tarihsel/toplumsal/siyasal deneyimlerin yarattığı böyle bir kültürel ortamda kuruldu. Evrensel düşünme, çoğul kimliklere açıklık, farklılıklara saygı gibi bir üniversitenin doğasında bulunması gereken özellikler bu kentte çok önemli bir eksiği kapatabilir, görünmez kılınanlar yeniden kamusal alana çıkabilir; kent, kendini ifade etmenin bir aracı olarak üniversitesini sahiplenebilirdi. Tunceli’nin buna gerçekten de çok ihtiyacı var. Çünkü kent, bugüne kadar sürekli dışarıdan bakan bir tür yabancı bakışın etkisini hücrelerinde hissetti ve bu durum her daim bir gerilim unsuru olarak açık konuşabilmeyi engelledi.
Elbette üniversitenin çok sayıda işlevinden söz etmek mümkündür. Bunların gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini görebilmek için de zamana ihtiyaç vardır. Fakat söz konusu olan kentin özgün hikâyesi olunca, üniversitenin de özgün işlevinden söz etmek mümkün olabiliyor. Örneğin nüfusu istikrarlı olarak azalan bu kentte, en önemli toplumsal sorun olan “insansızlaşma” sürecini tersine çevirmek açısından da etkili olabilir, kentteki toplumsal hayatı canlandırabilir, işsizlik sorunun etkisini azaltmada çeşitli işlevler yüklenebilir ve daha birçok olumlu katkısı olabilir. Özetle bir dizi sebeple üniversite kentte yaşayanlar ve burada yaşadığını hissedenler için önemliydi.

‘GÜVENLİK’ VE BARAJLAR
Kentin coğrafyasına girerken bizi karşılayan iki belirgin unsurdan biri güvenlik diğeri de barajlar oldu. Gerçekte daha ilk adımımızda bu iki unsurla karşılaşmak ister istemez düşünme önceliklerimizi de değiştirmişti. Tunceli coğrafyasına üç ayrı noktadan giriliyor. Mazgirt, Pertek ve Pülümür. Üçünde de il sınırının başladığı yerlerde güvenlik noktaları var. Kente gelenler ve gidenlerin kimlikleri kontrol ediliyor. Bizim aracımız da bu uygulamadan geçti. Sonra yolculuğumuz devam etti.
Bu noktadan Tunceli’ye kadar iki baraj inşaatı görünüyordu. İkisinde de hızla sona yaklaşılmıştı. Kent merkezine en yakın olan Uzunçayır Barajı’nda yakında su toplanacağı söyleniyordu. Barajlar meselesi uzun bir zamandır kentin gündemindeydi. Söz konusu iki barajdan daha çok Munzur Vadisi’nde yapılması düşünülen ve bir kısmı yapılmış bulunan barajların bölgedeki zengin flora ve faunayı yok edeceği, kentle Ovacık ilçesinin bağını koparacağı, verilerle raporlara konu edilmişti. İlgili meslek kuruluşları da, bu barajların kente ve ülkeye vereceği zararları bilimsel bir şekilde ortaya koymuş bulunuyorlar. Fakat sosyolojik açıdan bir şey söylemek gerekirse benim söyleyeceğim şudur: Bu kent, insanı ile toprağı arasında derin bir bağlılık duygusu bulunan bir coğrafyanın ürünüdür. Bu bağ, mülkiyet ilişkileriyle tanımlanamayacak kadar karmaşık, inançların beslediği kendine özgü duygusal bir bağdır. Buralarda insanla toprak arasındaki bu bağ, zorunlu iskan uygulamalarıyla iki kez koparıldı. Bir çeşit iskan anlamına gelecek yeni bir teşebbüs hayırlı bir girişim olmayacaktır. Ve ardından bütün bir toplumun ağlayacağından kimsenin şüphe duymadığı bu mükemmel coğrafyayı kim için, ne için gözden çıkardığımızı düşünmenin sırasıdır.

KENTTEKİ GÜNDELİK HAYAT
Tunceli gerçekten de gündelik hayat bakımından tipik bir batı kenti gibidir. Hatta ondan daha fazla özelliklere sahiptir. Bunun en belirgin göstergesi kadınların iş ve çalışma yaşamında aldıkları etkin rollerdir. Kentte sadece kadınların çalıştırdıkları işyerleri olduğu gibi, pek çok işyerinde de kadınlarla erkekler birlikte çalışıyorlar. Sokakta da öyledir. Ben, Türkiye’de sokakların bir köşesine sandığını kurmuş kadın ayakkabı boyacısını ilk kez Tunceli’de gördüm.
Kentin değişik yerlerinde sabah saatlerinde kadınlı-erkekli, genç-yaşlı insanların yürüyüş yapma kültürleri var. Ovacık yolu üzerindeki Ana Fatma Köyü’ne doğru yüzlerce insanı sabah saat 05.30-08.00 arasında yürüyüş yaparlarken gördüm. Ben de bir sabah saat 05.30 da bu yürüyüşlerden birine katıldım.
Türkiye’de delisinin heykelini diken tek toplum Tunceli’lerdir sanırım. Tunceli’de yaşayan herkesin tanıdığı Seyuşen’in heykeli kentin merkezinde duruyor. Adeta bir kutsal külte dönüşmüş bu heykel ve kişilik üzerine bir de belgesel yapılmış.
Kentte batıdaki metropollerde yaşandığı biçimiyle bir güvenlik problemi de görünmüyor. Hırsızlık ve diğer “yüz kızartıcı suçlar” yok denecek kadar az. Üniversiteyle birlikte ilgili öğretim üyeleri muhakkak kentin toplumsal yapısı hakkında da araştırmalar yapacaklardır. Fakat hissetme halinden yola çıkarak görebildiğim, Tunceli, bu yönüyle çok rahat olunabilen bir kent.
Tunceli’de en ciddi sorununuz nedir diye sorduğum kentin Belediye Başkanı Edibe Şahin, “Atıkların Munzur Nehri’ne akması” ve “giderek artan madde bağımlılığı” diye cevap vermişti. Doğrusu bu ikinci sorunun boyutlarını duyduğumda şaşırdım. Bu meselenin kaynakları, çözüm yoları üzerine çalışmak gerektiği konusunda hemfikir olmuştuk.

ÜNİVERSİTEDE MEZUNİYET TÖRENİ
Tunceli Üniversitesi ilk kez kendi adıyla MYO’nun bu yıl mezun olan öğrencileri için mezuniyet töreni düzenlemişti. Bu aynı zamanda üniversitenin birinci kuruluş yıldönümüne denk geldiği için iki tören birleştirilmişti. Kültür Merkezinde gerçekleştirilen etkinliklerin en önemli bölümü tabii ki üniversitenin geldiği aşama hakkında Rektör Prof. Dr. Durmuş Boztuğ’un verdiği bilgiydi. Diğeri ise Prof. Dr. Sami Selçuk’un konferansıydı. Salon oldukça kalabalıktı. Hatta geç gittiğimiz için yer bulmakta zorlandık. Sunucu, kendisi de Tuncelili olan ve ODTÜ’den bölüm birincisi olarak mezun olmuş genç bir öğretim görevlisiydi. Prof. Dr. Sami Selçuk’un konuşmasında özellikle düşünce özgürlüğü ve demokrasi vurgusu sıklıkla alkışlandı. Tunceli’de bu iki kavram aslında gündelik hayatın belki de en çok kullanılan kavramlarıydı ve en çok özlenilen ideallerdi.
Konuşmalardan sonra üniversitenin mütevazı mekanında bir kokteyl verildi. Burada öğretim üyeleriyle ve misafirlerle sohbet etme fırsatımız oldu. Üniversite kampusu inşası için çalışmaların son aşamaya gelmiş olduğunu öğrendik. Önümüzdeki öğretim yılında yarısı lisans programlarına olmak üzere 3000 dolayında öğrenci alınacakmış. Tunceli Eğitim ve Sağlık Vakfı bir öğrenci yurdu inşası için bir süredir yoğun bir biçimde çalışmaktaydı. Tunceli’de olduğumuz günlerde öğrenci yurdu inşası için arsa ihtiyacının karşılanması konusunda da somut bir mesafe alındı.

VE DÖNÜŞ ZAMANI...
Nihayet dönme zamanımız gelmişti. 22 Haziran Pazartesi günü üniversitedeki arkadaşlarımız bizi yolcu ettiğinde bu kentten ve arkadaşlarımızın sıcak ilgisinden çok etkilenmiştik. Yolculuğumuz Pertek üzerinden Elazığ’a ulaşarak oldu. Tunceli Pertek yolu bu coğrafyanın başka bir yüzünü anlatıyor gibiydi. Bütünüyle ormanlık bir alandan geçilerek verimli topraklara ulaşılıyordu. Tunceli’de tarıma elverişli araziler bu bölgede bulunuyordu. Geçtiğimiz her köy için tarihin yaprakları arasında kalmış ve araştırmacısını bekleyen toplumsal hikayeler dinledik.
Pertek’e ulaştığımızda ise bambaşka bir ilçede bulduk kendimizi. Keban Barajı’nın kenarında bu coğrafyanın en yeşil ilçesiydi. Dolaşmak için zamanımız yoktu. Buradan feribotla Elazığ sınırına geçecektik. Feribota binmeden askerler aracımızı durdurdu ve kimlik kontrolü yapıldı. Üç gün önce Tunceli coğrafyasına girerken askerler tarafından kimlik kontrolü ile karşılaşmıştık. Şimdi kentin sınırlarından ayrılırken yine kimlik kontrolüyle karşılaşmıştık. Bu kente geliş ve gidişin bir usulü olan bu durum yıllardır devam ediyordu.
Feribot Pertek’ten uzaklaştıkça bu eşsiz coğrafyadan uzaklaştığımızı gördük fakat iyice yakınlaştığımızı hissederek.
(*) sukruaslan93@yahoo.com

http://www.birgun.net/city_index.php?news_code=1246616208&year=2009&month=07&day=03


Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
13.07.2009 22:37 (UTC)[alıntı yap]



Mısleté Kırmanciye

Hüseyin TEKİN






“Mı kılıté kou kerdi vindi”

Dersimlinin karşı karşıya olduğu durum; her geçen gün giderek daha da içinden çıkılması çok zor kaotik bir mecraya girmeye başladı. Ve hatta girdi demek, durumu tam ifade etmek için daha doğru olur. Bir dönüm noktasının eşiğinde bulunuyoruz. Dersim halkının/toplumunun kendi özgün hayat tarzını, etnik-kültürel var oluşunu sürdürebilme çırpınışları; bizim cepheden kaynaklı temel olarak üç ciddi tehlikeli ve yanlış yaklaşımla karşı karşıya geliyor.







Bunların başında, Dersim kalkının kendi etnik-kültürel kimlik özeliklerini geliştirilme doğrultusundaki değişik düzey ve içerikteki tüm çaba ve girişimleri, devletin Dersim halkını Kürt ulusal hareketi ve devrimci hareketten uzaklaştırma politikaları olarak değerlendiren toptancı, tek yanlı, yüzeysel ve sübjektif değerlendirme ve bu değerlendirmelerin yönlendirdiği pratik politikalar ya da girişimler geliyor.







Bunu, Dersim insanının bütün tarih boyunca karşı karşıya kaldığı baskı, zulüm ve yok sayılma/edilme müsebbibine karşı Dersim toplumunda ve halkında tarihsel olarak oluşan haklı/meşru insansal kin ve tepkileri yumuşatma ve tarihsel yok edici tarafından kabul edilebilir sınırlara ve düzleme taşıma girişimleri izliyor.







Ve sonra, devrimci ve sosyalist hareket içinde bu özgün soruna karşı duyarlı olan, geçmişte ihmal edilmiş bazı şeylerin yeniden kazanılabilmesi ile ilgili bir şeylerin yapılması doğrultusunda çaba gösteren ilerici, aydın, yurtsever, devrimci kümelenmelerin ya da diyalogların; söz konusu iki ana eğilimin birbirlerini kesen, iten, aşan, içeren dalgalarını tüm boyutlarındaki ayrıntılarıyla okuma, anlama ve buradan siyasal tarihimizle burun buruna gelerek bir tarihsel sorumluluk alma sorunundaki sığlık ve yüzeysellik devreye giriyor. Bundan daha önemli ve önce gelen asıl sorun ise, bu diyalogun, söz konusu özgün sorunu ele alışta, kapitalist dünya sisteminin kendisine karşı verilmesi gereken mücadele perspektifinde yaşanan yanılsama ve belirsizliktir. Sorun tümüyle tecrit halde ele alınarak üzerinde düşünülmektedir. Bu yaklaşım daha başlangıçta kendisini aşılması zor durumlarla karşı karşıya bırakmaktadır.






Sıraladığım bu üç yanlış ve tehlikeli düzlemi ana hatlarıyla ve satır başlıklar biçiminde irdelemeye çalışacak olursak;






Bir çocuk dünyaya gözlerini açtığında yaşaması için beslenmek zorunda. Bu olması gereken, kimselerin kendi iyi ya da kötü niyetlerince hal edecekleri ve etmeleri gereken bir şey değil, doğal bir durumdur. Bebeğin süt emmesine tolerans, hoşgörü göstermek ve bebeği anlamaya çalışmaktan falan söz etmek abestir. Dolayısıyla bir halkın, bir etnik topluluğun, azınlıktaki inanç gruplarının, bir ulusun kendini ifade etme biçimi ve kendi özgün var oluş macerası peşinde koşması karşısında, ana akımların toleranslarından, hoşgörü göstermeleri gerektiğinden bahsetmek bile baştan aşağı gerici, absürd ve milliyetçi bir yaklaşımdır. Zira söz hakkı ikinci ve üçüncü şahısların değil, onlara; söz konusu arayışları her düzeyde destek olma görevi düşer.







Kemalist cumhuriyetin hâlihazırdaki sınırları içinde, Anadolu’da, Kürdistan’da çok değişik etnik kimlikli insan toplulukları yaşamaktadır. Kapitalist dünya sisteminin bu coğrafik parçasında, ezilen, sömürülen ve ağır bir politik baskı altında yaşayan sınıf ve kategorilerin bir iktidar/devlet aracıyla kendi kendilerini yönetmek için verdikleri ve verecekleri politik devrimci kavgayı, şu an görece tartışma dışında tutuyoruz. Bizim üzerinde yaşadığımız bu kara parçasında, bu tarihsel ‘an’ içinde yazgıları bire bir aynı olan Kurmanc, Süryani-Asurî, Ermeni ve Kırmanc/Zaza halkları yaşamaktadır. Kürt halkı, son otuz yıldır kendi ulusal bağımsızlığı uğruna ulusal bir kavga veriyor. Son yıllarda bu hedef ve amaç geri çekilmiş olsa da Kürdistan halkı, Kürt işçi ve yoksul köylüsü açısından uzun erimde durum değişmiş değil. Bu otuz yıl içerisinde, sayıları on binlerle ifade edilebilecek Kürt, Ermeni, Zaza/Kırmanc ve daha başka etnik topluluklardan genç kadın ve erkeklerin; “kara bir taşa düşen su damlacıkları” kadar berrak ve duru hayatları bizim bu topraklara düştü. Bu gerçek insan hayatlarının ve devreye girerek aktif işlev gören değişik kombinasyonların ortaya çıkardığı bir olgu da, Kırmanc/Zaza/Dımıli aydınları ve diğer etnik toplulukların kendi etnik-kültürel kimlikleri ardına takılmaları ve onları kazanmak için değişik araç ve kanallardan mücadele yoluna düşmeleridir. Bu çıplak tarihi gerçeği kimse karartmamalıdır. Bu gelişme karşısında alınan tavırlara baktığımızda garip bir manzara karşımıza çıkıyor. Bunun esas damarını, Kemalist cumhuriyet rejimi ve değişik kurum ve bürokratlarının, başlangıcından günümüze kadar Kürt halkına ve Kürdistan ulusal özgürlük istemleri karşısında geliştirdiği argümanlara özdeşlik gösteren yaklaşımlar oluşturuyor.







Daha çok PKK odaklı bu söylem ve konumlanmanın ileri sürdüğü temel fikir; Dersimlilerin kendi etnik-kültürel kimliğini ifade etme ve geliştirme çalışmalarının, Türk devletinin Kürt hareketini bölmeye yönelik planlarından biri olduğudur. Bundan daha da önemli olan ve tehlikeli olan, Kırmancki/Zazaki/Dımılki’nin Kurmancanın/Kürtçenin bir lehçesi değil, ayrı bir dil olduğu ve bu anadili konuşanların da Kürt olmadığı gerçeği dile getirilmeye çalışıldığında, PKK ve pek çok Kürt aydınının”adrenalin”lerinin yükseliyor olmasıdır. Bu milliyetçi akıl yürütmenin vahametini şu örnekte daha acı bir biçimde görebiliyoruz.







PKK’den demokrasinin yokluğu ve daha başka nedenlerden dolayı kopan ve internet siteleri üzerinde görüşlerini dillendiren bir olan Dersimli Dursun Ali Küçük, geçenlerde “Zazalara Özgürlük” başlıklı bir makale yayımladı. Site yönetiminden biri bu makale etrafındaki tartışmaları bir sayfaya asıyor. Bir diğeri de yazıları indiriyor. Site yönetimi arasındaki bir tartışma da; biri diğerine “benim astığım yazıları neden indiriyorsun” diye soruyor. Karşıdaki ne kadar haklı olduğunu canlı-heyecanlı bir ruh hali içinde nefes almadan anlatmaya çalışıyor. Tartışma biraz ilerleyince de sinirleniyor. Konuşamıyorum çünkü “adrenalin’im çıktı” diyor. Bunlar, her gün sağa-sola sözde demokrasi dersi veriyorlar. PKK’nin ne denli anti-demokratik bir hareket olduğunu anlatıyorlar. Böylesi bir kafa yapısı ve mevzileniş, “kara gecelere bekçilik” yapar ancak. Güneş bu kara gece bekçilerine hiç çevirmez ışınlarını.







Kürtler dışındaki dilleri ve etnik insan topluluklarının varlığını yok saymak, onların kendi özgün var oluşlarını kulak ardı etmek, kendi dil ve kültürlerini yaşatma ve geliştirme uğraşlarına karşı politik-pratik tavır geliştirmek, tipik olan bir yaklaşım ve tavır değil. PKK’ de (özellikle de Dersim kökenli PKK yönetici ve kadrolarında!) genel ve baskın bir yaklaşım, devrimci hareket içinde yaygın bir kanı, Kürt/Kurmanc aydınları arasında da yaygın ve hatta genel bir eğilimdir desek durumu abartmış sayılmayız. Bir Kürt aydını olan Berzan boti’nin kendi payına düşen toprakların tapusunu geçenlerde İsveç’teki Asurî-Süryani vakfına devretmesi gibi sembolik, insani düşünüş ve davranışı karşısında Kürt aydınları arasında başlayan tartışmalar, tüm milliyetçiliklerin kesiştiği, benzeştiği ve özdeşleştiği damarlar ve onların dolayımlarını göstermesi açısından çok ilginçtir. Anlaşılıyor ki iktidarlarında kendilerinden başka, etnik-kültürel kimlik, inanç ve azınlıklara gürül gürül akan bir demokrasi ve özgürlüğü asla göremeyeceğiz.







Kırmanc/Zaza/Dımıli halkının, Kürt toplumundan farklılıklarını söylemenin; Kürt ulusal özgürlük davasını baltaladığı iddiası, en başta, düşünsel ve teorik taban olarak bilimsel bir araştırma ve soyutlamaya dayanmıyor. Bu halkın bireylerinin manevi dünyasını rahatlatabilen en küçük bir inandırıcı argümana sahip değildir. Bilimin, siyasetin, mukayeseli tarih kavramlarıyla incelendiğinde bu savlamanın saçmalığı hemen kendisini ele verecek. Salt kaba bir inkârcılık olduğu görülecektir. Devletin bu nazik konu üzerinde yapacağı manevra, oyun, hile, entrika ve provokasyonlardan mı söz ediyorsunuz? Bütün insanlık tarihi boyunca egemenler yönettikleri tüm sınıfsal tabakaların, ulusların ve etnik-kültürel toplulukların hak arayışları karşısında bu taktikleri uygulamamışlar mıdır? Homojen bir ulusal özgürlük hareketi ve onun talepleri karşısında da bunları çok rahat bir şekilde pekâlâ hayata geçirebiliyor. Egemenler ve devlet sorunu kullanır diye bir tarihsel-toplumsal gerçekliğin üstü örtülebilir mi?







Kırmanc/Zaza/Dımıli topluluğunun kendisini Kürt hissetmemesi, konuştuğu kendi anadilini; Kürtçenin bir lehçesi olarak görmemesi karşısında geliştirilen anlayış, kullanılan üslup/jargon, gösterilen tepkiler günümüz liberal demokratlarının demokrasi anlayış ve kültürlerinin de çok gerisindedir. Bu çok acı bir durumdur. 1922 yılında Mustafa kemal ve Rıza Nur, Ziya Gökalp’ı Kürtleri Türk olmaya inandırmakla görevlendirirler. Ziya Gökalp Diyarbakır ve çevresinde Kürtler arasında toplantılar düzenler. Büyük ve “inandırıcı bir gayret(!)”la Kürtlere neden Türk olduklarını anlatır. Bu canhıraş çaba, Ziya Gökalp’ı dinleyen bazı akılı Kürtlerin dikkatlerinden kaçmaz ve bazıları; dedelerimizin dedeleri ve onların da dedeleri bir tek kelime Türkçe bilmiyorlardı. Nasıl oluyor da biz Türk oluyoruz diyorlar? Tabii Ziya Gökalp Kürtlerin bu soruları karşısında biçimden biçime giriyor. Şimdi siz ısrarla ve inatla, biz kendimizi Kürt hissetmiyoruz. Anadilimiz de Kürtçe değil diyen Kımanc/Zaza toplumuna; yok hayır siz Kürtsünüz. Kırmancki/Zazaki de Kürtçenin bir lehçesidir dayatmasında bulunduğunuzda, Kürtlerin Ziya Gökalp’e sordukları soruları ve ona verdikleri yanıtların benzerleri size yönelttiklerinde fazlasıyla haklı sayılmazlar mı? Hem de çok haklı!







Kemalist cumhuriyet tarihi boyunca, onun akademisyenleri, toplum bilimcileri, devlet bürokratları, hükümet sözcüleri bir yabancı dil bilimci Osmanlı ve cumhuriyet dönemi arşivlerinde araştırma yapmaya kalktığında/geldiğinde, onlarla bazı pazarlıklar yaptığı ve resmi tarih söylemini “Zedelenmemesi”nin de ilk koşul olduğu bir dizi kanıtla sabittir. Geçenlerde, İsmail Beşikçi bunu çok somut ve canlı bir örnekte şu sözlerle anlatıyordu. “1990’ların sonunda, basına şöyle bir haber yansımıştı. Türk basınında, Bir Japon dil uzmanının, dünyanın sayılı dilbilimcilerinden biri olduğu söylenen bir uzmanın, “Kürtçe ilkel bir dildir, Kürtçe bilim dili olamaz” şeklinde bir demeci yer almıştı. Bunun üzerine köşe yazarları, “Bir Japon dilbilimcinin, dünyanın sayılı dilbilimcilerinden birinin de belirttiği gibi Kürtçe bilim dili olamaz, Kürtçe ilkel bir dildir” şeklinde yorumlar yapmışlardı. 1990’ların sonunda bu olayı bu kadar biliyordum. Olayın basına yansıdığı kadarıyla biliyordum. Haziran 2009 başlarında Malmisanij Türkiye’ye geldi. Malmisanij ile çeşitli konular üzerinde sohbet ederken bu olay da gündeme geldi. Malmisanij olayın basına yansımayan bölümlerini de anlattı. Olay şöyle gelişmiş: Bir Japon dil uzmanı devlet arşivinde çalışmak istemiş. Klasik dillerle üzerinde çalışacakmış. Arşivde çalışmak için yöneticilerden izin istemiş. Yöneticiler de ona, “Kürtçe ilkel bir dildir, bilim dili değildir” şeklinde basına bir açıklama yaparsan sana bu izni veririz. Aksi halde, arşive girmeye izin vermeyeceğimiz gibi, seni sınır dışı ederiz” demişler. Uzman kişi, yani profesör de, bu direktife uyarak istenen açıklamayı yapmış…”







Tabii burada milliyetçiliğin en katı, en bağnaz, en kıyıcı türü olan ırkçı-şoven devlet geleneği ve anlayışıyla karşı karşıyayız. Ancak, inkârın birbirini kesen damarları, tonları da görmezlikten gelinemez. Kürdistan ulusal hareketindeki yerleşik geleneksel yaklaşım, her gün mikrofonlarda, internet sitelerinde, gazete sayfalarında, daha yaygın ve yoğun olarak da sokaktaki fısıltılarda mütemadiyen Dersim halkına, Kırmanc/Zaza’ya; sen Kürt’sün diyor. Israrla ve inatla bir anadili inkâr ediyor. Onun etnik-kültürel kimliğini, özgün var oluş tarzını dile getirenleri ayırım yapmaksızın karşısına alarak, Dersimlilere sesleniyor ve sen Kürtsün, onlar, sana Zazasın, Kırmancsın diyorlar. Peki, bu düşünme mantalitesiyle, yukarıdaki düşün yasakları zihniyeti birbirine çok benzemiyor mu? Aralarında korkunç bir milliyetçi benzeşlik olduğu çok açık değil mi?







Bundan birkaç ay önce, ünlü Kemalist Profesörlerden Kemal Karpat’ın 28 Mayıs 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde, Deniz Tatarer’ haberleştirdiği bir demeci yayımlandı. “Kürt-Türk meselesi son derece tatsız ilerlemektedir. Taviz verildikçe, karşı taraf adım adım daha çok istekte bulunuyor” diye sürdürüyor sözlerini. Artık bir Kürt varlığını inkâr etmek için tüm olanakları tükettiğinden, Kürler için yasalarla güvence altına alınmış her hangi bir hak ortada olmadığı halde, ırkçı-şoven düşünce yürüyüşü ne kadar az ulusal demokratik hak (o taviz diyor bunlara) verilirse, Kürtlerin ulusal kimliği ne kadar az telaffuz edilirse o kadar kardır hesabındadır. Ya da Kürtlerin kendilerini, bir Kürt devletiyle yönetme ihtimaline/varsayımına daha şimdiden aşılmaz duvarların örülmesi hazırlıkları yapıyor. “Radyo veriyorsunuz, televizyon veriyorsunuz, biraz daha derken talepler artıyor. Bu taleplere son verilmesi gerekir”diyerek hezeyanlarını ardı ardına sıralıyor. Adam neden korkuyor? Kürtlere daha fazla taviz verilmesi’ne asla tahammülü yoktur. Çünkü Kürt halk kitlelerindeki bağımsızlık özleminin köklü bir tarihe sayıp olduğunu biliyor ve ondan korkuyor.







Bütün bunları anlatmamın nedeni; 4 bin yılı aşkın bir toplumsal tarihi, 40 milyonu aşkın bir nüfusu, köklü kültürel gelenekleri, kendi varlık tarihine denk düşen bir de kölelik tarihi var Kürt ulusunun. Böyle bir ulusun yurtseverleri, yazgıları kendi tarihsel yazgılarıyla tastamam bir ve aynı olan bir etnik toplumsal grubu inkâr edemez. Ona illa ki sen Kürtsün dayatmasında bulunmamalıdır. Böyle bir olgu karşısında hiç duraksamadan kendi inkârcılarını hatırlamalı ve bu durumu kabul etmeyi, taviz vermek olarak değil, onu ikircimsiz benimsemeli ve tüm olanaklarıyla onun varlığının olumlu bir doğrultuda propagandasına girişmelidir. Tıpkı Kürt olgusunun varlığı gibi, Kırmanc/Zaza/Dımıli olgusunun da nesnel bir gerçeklik olduğunu, onu görmezlikten gelmeye son verilmelidir. Bu olgu etrafında bir susku kumkuması oluşturmanın, gelinen noktada gerçekleri son derece zorlamak olduğu anlaşılmak zorundadır.







Musa Anter çocukluk günlerini anlatırken, Şeyh Sait isyanı günlerinde 60 kadar aile kaçarak köyümüze sığınıştı diye yazıyor. Çok sayıda kız ve erkek çocuğun olduğunu kaydettikten sonra; birlikte oynuyorduk. Ama biz onların, onlarsa bizim konuştuklarımızdan hiçbir şey anlamıyorlardı. Kendi kendimize bunlar ne biçim Kürt ki diyorduk. Sonra öğrendik ki, onlar Zazadır diye özetliyor durumu “Hatıralarım”da. Bu nesnel bir tarihsel-toplumsal olgudur. Onu inkâr etmekle ne kazanabilirsini ki? Günümüz olgucuları, Musa Anter’in bu anlatımından, bir anadilin iki lehçesini konuşan ve daha o yaşlarda kendi anadillerinden başka bir dil bilmeyen çocuklar; nasıl oluyor da birbirlerinin konuştuklarından hiçbir şey anlayamıyorlar? Yanıtları büyük bir olasılıkla, o çocukların konuştukları dillerin her birisinin özgün ve bağımsız birer anadili olduğu doğrultusundadır.







Sorunu bir diğer boyuttan irdelemeye çalışalım. Dersim sorunuyla ilgilenenlerle devlet ilişkisi boyutuna. Dersimlinin, kendi etnik-kültürel kimliğinin peşinde koşması, kendi anadilinin tarihten silinerek kaybolmasını önleme çırpışları içinde olması, geçmişte yaşadığı zülüm ve kıyımları yeni kuşaklara hatırlatmaya çalışmasında Türk devletinin parmağını aramak, ya da bu işlerle uğraşanların devlet güdümünde olduğunu kanıtlayabilecek inandırıcı bir şeyden söz edilemez. Eğer bu kesimin Kemalist cumhuriyet devletinden bazı taleplerde bulunması gösterilecekse, bunun asla akla uygun bir yanı yoktur. Bazı Dersimlilerin devletten istedikleri ya da devletten beklentileri ve Kemalist cumhuriyet hakkında yaratmaya çalıştıkları iyimserlikler ve yanılsamalar; Abdullah Öcalan’ın bütün bir İmralı sürecinde Mustafa Kemal’in kurduğu ve bugünkü cumhuriyet hakkında yaydığı iyimserlik ve yanılsamalar yanında sözü bile edilemeyecek hafiflikte kalırlar.







17 Haziran 2009 tarihli avukat görüşmesinde Mustafa Kemal’e bir dizi övgü dizdikten sonra, “aslında Cumhuriyet 1925 te dondurulmuştur. Biz, dondurulan bu cumhuriyeti yeniden demokratik temelde canlandıralım diyoruz.” diye sözlerine başlıyor. Hatta cumhuriyetin, sosyalist olduğunu bile ima ediyor. Mustafa Kemal sorunları çözerdi “…ama İngiltere ve büyük devletler birçok önlem almışlardı. Cumhuriyeti kapitalistleştirmek için tüm önlemleri almışlardı. Cumhuriyeti kapitalistleştirdiler” diyor. Yani cumhuriyet kapitalistleştirilmeden önce 1919–25 yılları arasında başka bir toplumsal sistemdir, kapitalist olmayan da sosyalizmden başka bir şey olmasa gerek. Aynı görüşme notlarında, İlker Başbuğ komutasındaki ordu hakkında da iyimserlikleri çokça görebilirsiniz. Cumhurbaşkanı Abdullah gül ve başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın iyi niyetlerine de önemli vurgular yapılıyor. “ Bu sorunu iki halk olarak çözersek Türkiye’ nin önü açılır. Türkiye Ortadoğu’nun lider ülkesi haline gelir” demekle nasıl bir murad beslediğini anlatıyor. Kemalist cumhuriyet devletinin Ortadoğu’nun lider ülkesi olmasını istemek/özlemekten daha ileri bir devlet yanlılığından her halde söz edilemez. Tümüyle rotasını şaşırmış, kendi hayatların idame emekte aciz Post-Dersimi’ler bile bu denli yeni Osmanlıcı değildir. Bari onların bir şey olma iddiaları yok.






Osmanlının, Ermeni katliamında tepe tepe kullandığı “Hamidiye kürdü” ve bugün her fırsata Kemalist cumhuriyet devletine; ben Kürt değilim, ben her açıdan PKK’ ye karşıyım, PKK bölücüdür diye, illa her kritik anda ayırımını anlatan mesajlar veren, bir “Hamidiye Dersimlisi” zihniyetinin olduğunu kimse inkâr edemez. Hamidiye Kürdü ile Hamidiye Dersimlisi; inkâra karşı olan ve kendi insansal demokratik haklarını arama isteminde bulunan tüm toplumsal kesimlerin, bu taleplerine karşı devletle omuz omuzadır. Fesat içinde hem Dersimliyi bir birine düşürüyor. Hem Kürdü bir birine düşürüyor ve en önemlisi de Kürtler ile onlarla yüzyıllardır birlikte yaşayan, yazgıları Kürtlerle tastamam bir ve olan aynı etnik-kültürel topluluklar arasına kin ve düşmanlık ekiyor. Hamidiyeci zihniyet bununla Kemalist cumhuriyete çok yararlı hizmetler sunuyor!







O nedenle Kemalist cumhuriyet sisteminin hegemonyacı, asimilasyoncu, inkârcı, kıyımcı propaganda ve pratik-politik saldırganlığıyla kesişme çizgileri ve tonları gösteren yaklaşımlara karşı Kırmanc/Zaza/Dımıli toplumunun doğal varlığı, onun anadili, kültürü ve tarihi ile ilgilenen Dersimliler homojen bir özellik göstermiyorlar. Bu geniş yelpazede yer alanlar içinde müstear isimlerle değişik yerlerde yazı yazan ve bütün yekünleri bir elin parmaklarını geçmeyen “post-Dersimi’ ile bunlara göre daha sınırlı sayıda olan ve bugünkü Kemalist cumhuriyetle her bakımdan bütünleşmiş “Hamidiye Kürdü”nün tam bir benzeri olan “Hamidiye Dersimlisi” dışında, nesnel bir etnik-kültürel hareket gelişiyor. Dersimdeki belediye seçimleri ve Almanya’da 13 Haziran 2009 günü gerçekleştirilen iki ayrı “Dersim Festivali” bu durumun çok açık ve net bir kanıtı oluyor. Belediye seçimleri öncesi, 1 Mart 2009 günü Dersimde geçekleştirilen seçimlere start mitinginde, Belediye başkanlığı için aday gösterilen Dersim’in kızı Edibe Şahin’in; Emine Ayna, Leyla Zana ve diğerlerinin gölgesinde ve gerilerde bırakılmasını, Dersim halkının çok önemli bir kesimi bu kompozisyonu; tahakkümcü bir tavır/durum olarak değerlendirmiş ve bundan çok haklı bir rahatsızlık duymuştur. Gerçek bir yurtseverin, devrimcinin, sosyalistin karşısına çıkan bu orijinal tepkiyi doğru okuması ve ondan gelecek için ders çıkarması gerekirken, durumdan başka görevler çıkarmaya çalışmak, gerçeklere yüzünü dönmenin de ötesinde gerici ve şartsız refleksler göstermek olur.







13 Haziran günü Bonn’da düzenlen “Dersim Festivali” öncesinde PKK ve devrimci hareketin yoğun aleyhte propagandasına, daha çok PKK kaynaklı karalama ve karşısına alma çalışmalarına karşın, 13 Haziran günü Bonn’daki festivale 8 bin civarında Dersimli katıldı. Şimdi objektif, gerçekçi ve olgular üzerinde çalışan, bilimsel yöntem aletiyle iş gören bir toplumsal/politik analistin bu gelişmeye ne ad vermesi gerekiyor? Her halde bunu, geleceğe dair tüm umutlarını yitirmiş, gecesi-gündüzü devrimci harekete iftira ve çamur atmakla geçen birkaç “post-Dersimi” ile “Hamidiye Dersimlisi”nin marifeti olarak algılama cehaleti ile açıklayamaz. Ya da Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu’nun Dersimli üzerinde bu denli kapsamlı bir saygınlığı ve otoritesiyle de açıklayamaz mevcut manzarayı. Bonn’daki “Dersim Festivali” programının kalitesi ve içeriği de oraya giden Dersimliler için hiçbir çekici özelliğe sahip değildi. Bir dizi maddi olgu üzerinden denetlenebilir bir gerçek duruyor orta yerde; Dersimli tahakkümcü, asimilasyoncu, yasakçı, inkârcı, baskıcı yaklaşımlara insansal bir tepki göstermiştir. Genç, yaşlı, kadın, ilerici, aydın 8 bin civarındaki kitlesel bir insan topluluğu için; Bonn’a “devlet Tuncelilisi” gitmiştir derseniz gerçeklerin yüzünü kızartmış olursunuz.







Birkaç bin yıllık tarih boyunca köleci baskı makinalarının çarkları arasında ezilmiş mazlum Dersimli için yukarıda incelenmeye çalışılan kendisine yönelik kabul edilemez haksızlıklara karşı mücadele etmenin yanı sıra, onun tarihsel varlık nedenlerine, onun kendi özgün hayat normlarını ayakta tutma çırpınışlarının içini boşaltarak yozlaştıran, Dersim davası özlemli takılmalardan başka Kemalist cumhuriyet dünyasıyla bir alıp-veremedikleri olmayan ters dönmüş kalemler/görüşlerle kendi aralarına kalın bir çizgi çekmeyi başarmalı. Bunlar gerçek Dersim sevdasının ardına düşen, onun izini sürenlerin içinde, sadece acınacak halde olan birkaç zavallıdır. Her biri onlarca müstear isimle internet sitelerine, bugüne kadar egemenlerin baskılarına, toplumsal ayrıcalıklara, adaletsizliklere karşı mücadele etmiş devrimci odaklara kara çalan yazılar asmaktadırlar. Bize söylediklerinin yüzde birini, bizim tarihsel yok edenimize karşı söylemezler. Onların nezdinde tarihsel katliamcılarımızın suçları bizimkilere göre kabul edilebilir özelliklerdedir. Benim kişisel görüşüm; toplumsal hayatla tüm bağları kopmuş bu garibanlarımızı da; günlerce yemeden-içmeden başına çivilendikleri sanal dünyalarından kurtarmamız gerektiğidir. Bunun yolu da, Dersim ve başka halkların gördükleri mezalimin mülk dünyasına bağlı nedenlerini onlara basit ve anlaşılır bir şekilde yeni baştan anlatmaktır. Çünkü bunlar dün ezberledikleri sosyalizmin teorisinin yaşayan canlı/dinamik özünden hiçbir şey anlamadıkları/kavramadıkları gibi bugün de anlatmaya çalıştıkları Dersim davası’nın gerçek içerik ve özünden hiç bir şey anladıkları yoktur.







Bunun tersi geçerli olsaydı, 1970’lerden önce onların saldırdıkları “Çhepçiler” tarih sahnesine daha çıkmamışlardı. Ama Dersim 1900’lardan önce ıslah edilme saldırı dalgalarının hedefindedir. Onların saldırdıkları devrimciler tarih sahnesine düşmeden çok önce, Kemalist cumhuriyet Dersim davasını bitirmişti. Onlara göre bizim en büyük suçumuz(!), katillerimizi hatırlamak ve gelecek kuşaklara bu tarihi anlatmaya çalışmaktır. Bunlar katledilişlerimizin nedenlerini mülk ve egemen olma arzu ve istekleriyle asla bağlantılandırmazlar. O nedenle de, Kemalist cumhuriyetin bugünkü gerçek devamcılarına karşı her hangi insansal bir reflekse sahip değildirler. Öyle düşünüyorlar ki, Mustafa Kemalin çocuklarına yalvarmalar neticesinde Dersim davasını yaşatacaklar!







Tarihsel Dersim sevdası ve de ahı peşinde olan her vicdan sahibi; 1860’lı yıllarda Osmanlının yaptığı Dersim seferlerinin, Kemalist cumhuriyet ve onun bugünkü devamcılarının yaptıkları Dersim seferleri ve de katliamlarının gerçek nedenlerini gizlememelidir. Başka türlü göstermemelidir. Bu tarihsel yok ediliş; tek bir nedene, en sonra gelen tali bir nedene, salt dinsel inanç boyutu olarak tanımlanan “dersim itikadı’na ve bundaki farklılığa bağlanamaz. Bu korkunç bir tahrifatın da ötesinde yayılmacı, tahakkümcü, başka ulusal ve etnik kimlikli toplulukları ideolojik manipülasyonla kendisine benzetmeye çalışan, soykırımcı zalime kasıtlı bir çabayla çıkarılan beraat kararı olur. Temiz yürekli tüm Dersim evlatları böylesi ağır bir vebalden kesen kes uzak durmayı ve kurtulmayı başarmalıdır. Eğer sorun mülk ve egemenlik dünyası ile onun bir takım bağımlılaştırıcı, yıkıcı ve doğal etkileri çerçevesinde ele alınmaz, salt bu etkilerden biri olarak itikat/dinsel inanış kapsamında düşünülürse, Kemalist cumhuriyet tarihi boyunca yapılan suni/şafi Kürt ve zaza katliamlarını hiç kimseye izah edemezsiniz. Amerikanın, Avustralya’nın ve Latin Amerika yerli halklarının beyaz barbarlıkça kitlesel katliamlara uğratılmış olmasının gerçek nedenlerini anlayamaz ve anlatamazsınız. Çerkezlerin vatansızlaştırılmasını izah edemezsiniz. Tarihten bunlara benzer yüzlerce örnek göstermek zor değildir. Yeter ki kapitalist mülk dünyasının özüne/doğasına gözlerimizi kapamayalım. Kemalist kapitalist burjuva cumhuriyetinin “tek dil, tek din, tek millet” gibi değerler dizisini doğru okuyan orta derecede okur-yazar olan her insanın bunu görmesi ve anlaması hiç de zor olmasa gerek.






Tarih boyunca yaşadığımız ve bugün daha kapsamlı bir ideolojik ve politik kıyıcılığın eşliğinde yaşamakta olduğumuz yok oluşun/edilişin gerçek nedenlerini namuslu, ikircimsiz, tüm boyutlarıyla, dolaysız ve açık bir şekilde kabul ve ilan etmeliyiz. Ancak sıra bu mezalime kaşı çıkma, hak isteme, kendi etnik-kültürel var oluşunu koruma ve geliştirme yol ve yöntemleri seçimine gelince, burada her Dersimlinin başka başka seçenekleri benimsemesi kendi doğal tercihleridir. Kimisi anadilimizde edebiyat, sanat, müzik, sinema vb. alanlarda çalışmalarını sürdürür. Kimisi başlı başına anadilimizin geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi için emek harcar. Hep birlikte bir dil uzmanları topluluğunun yetişmesi için el ele veririz. Kimilerimiz de mücadelenin en caydırıcı ve en otoriter araçlarla sürdürülmesinin zorunluluğuna inanır, o yolda yürür. Böylesi araçların kullanımının, nesnel gerçeklikle ne zaman ve hangi tarihsel-toplumsal koşullarda örtüşebileceği sorusunu da açık bırakarak.(Tarih ve teori, Dersim ve civarında mücadelenin en otoriter araçlarının çok zamansız devreye sokulduğunu ve bunun onulmaz yaralar açtığını onlarca kez kanıtlamıştır.) Keza tek vücut olarak etnik-kültürel taleplerimizi alt alta sıralayarak Türk devletine dayatırız. Bu çalışmada dünyanın dört bir yanın saçılmış/sürülmüş Dersimlilerin aktif desteğini de alırız. Tabii geçmişte bütün bunları ne denli ihmal ettiğimizi de açık kalplilikle deklare ederek. En azından benim açımdan bir tarihsel hesap vermedir. Bu zemindeki tartışmalarda pek çok ortak noktanın bulunması son derece kolaylaşır.







Ayrıca çok önemli ve tartışma gündeminin başında yer alması gereken bir boyut da şudur: uğraştığımız sorun ya da üzerinde çalıştığımız zemin, bir etnik-kültürel değerler bütünüdür. Bunu, bir inanç grubunu ayırarak yapmak son derece tehlikeli olur. Yani, aynı anadili konuşan Zaza/Kırmanc etnik topluluğu, “Gola Dersim” olarak tanımlanan coğrafik alanın dışında, Bingöl, Diyarbakır, Siverek ve daha başka yerleşim alanlarında da yaşamaktadır. Ayrıca Dersimde önemli bir kesimi de Kurmançca konuşmaktadır. Bu kesimi salt “Dersimin çeşitliliği” olarak algılamak son derece geri ve gerici bir yaklaşım olur. Dersimde Kurmançca konuşan halk, bütün diğerleri gibi Dersimliliğin gerçek öznesidir. Sorunu bu kasamda ele almazsak, giderek kendimizi tümüyle daha yerel bir soruna hapis etmekle kalmaz, toplumlar tarihinin diyalektik gelişim mantığı karşısında gerici bir konuma da sürüklenmiş oluruz. Sorun, birinci olarak kapitalist sistemin kendisinden tecrit edilerek, sonra Zaza/Kırmanc etnik-kültürel çerçevesi kapsamından kopartılarak salt bir Dersim ve “Dersim itikadı” zeminde ikinci defa tecride uğratılıyor.







Dersim davası sorunuyla ilgili sosyalizm iddiası olan nesnel kümelenmede (nesnel kümelemede kasıt, organize bir yapılanmanın olmamasını tanımlayabilmek içindir) can alıcı nokta; sorunu tecrit halde ele almak ve düşünmek olarak görünüyor. Sonra, sorunun hayati derecedeki önemine bağlı olarak birleştiricilik ve kapsayıcılık formlarındaki öznel düşünüş devrede iş görüyor.







21. yüzyıla öngelen günlerde, dünya çapında geniş kesimlerce sosyalist kabul edilen ülkelerde kapitalizmin ihyası, sosyalist geçinen tüm dünya reformcularında bir deprem etkisi yarattı. Bu sersemleşme, dev büyüklükte bir liberal sol akımın sahneye çıkmasında müthiş bir rol oynadı. Liberal sol akım önce, üretim araçlarının kamu mülkiyetine dayanan ve merkezden planlanan bir ekonominin işlemeyeceğini ilan etti. Sonra, sosyalist geçinen pek çok aydın da, burjuva ideologlarının yine kapitalizmi ebedi kılmak maksadıyla SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerindeki bürokratik yozlaşmayı sosyalist iktidar aleyhine bir malzeme olarak kullanmalarına katılarak iktidarın ahlak bozduğuna; bu nedenle kim iktidarda olursa olsun, bunun daima tüm toplumsal katmanları aynı ölçüde baskı altına alacağını ilan ettiler. Her ne yoldan olursa olsun iktidara gelme iddiasını tümüyle terk ettiler. Bunlarla kalınmadı.







21. yüzyılda kazandığı çehre ile vahşileşen küresel kapitalizmi iktidarı almadan ıslah etme stratejisini kurdular ve geliştirdiler. Dünyadaki tüm ilerici odakları farklı düzeylerde etkisi altına alan liberal sol, nihai hedefini; “toplumsal muhalefeti” harekete geçirerek, iktidardakileri işçi sınıfının ve tüm ezilen/sömürülen toplumsal kategorilerin taleplerini karşılamaya zorlamak olarak ilan ettiler.







Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da ÖDP, PKK, EMEP gibi akımların oturdukları zemin tamı tamına bu zemindir. ÖDP programının ilk ve ana bölümünde; “Özgürlük ve Dayanışma Partisi, özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, doğa-insan ilişkilerini yeniden tanımlayan, militarizm karşıtı ve cinsiyetçi olmayan bir sosyalizm doğrultusunda, sermaye güçlerinin egemenliğini ve emperyalizmin tahakkümünü ortadan kaldırarak emek güçlerinin siyasi iktidarının kurulmasını amaçlar. Ancak siyasal ve toplumsal alanda devrimci bir gelişimin, emekçilerin partisinin her hangi bir biçimde hükümet olmasıyla değil, bizzat işçilerin ve emekçilerin kendilerini yönetmesiyle gerçekleşeceğini bir an bile gözden yitirmez…” (ÖDP, 2002) –vurgu bana ait-







Açıkça görüyoruz ki program, yasama ve yürütme erklerini kullanmadan ve bunların temel dayanağı ve koruyucusu olan silahlı güç, ordu üzerinde her hangi bir komuta konumuna kavuşmaksızın, yani bağımlı kapitalist sistemin hukuki dayanaklarına ve militarist ordusuna ve gerici bürokrasisine dokunmaksızın işçilerin ve emekçilerin bizzat kendilerini nasıl yöneteceğine dair en ufak bir şey söylememektedir. ÖDP programı, işçi sınıfını ve diğer emekçileri devletten bağımsızlaştırma önerisini, devletin sınıf karakterine ilişkin hiçbir şey söylemeden, işçi sınıfı ve diğer emekçilerin menfaatlerini ve toplusal hayatlarını bu sınıfların iktidarındaki bir devlet eliyle uygulama olasılığını tamamıyla dışlamış bulunuyor.







Bu Berlin Duvarı nın yıkılışından sonra dünya emek ordularına empoze edilen en yıkıcı teoridir. Geleceğe dair bütün umutsuzlukların ana kaynağıdır. Dersim sorunu, kapitalizmin küreselleşme ortamında tartışıyor ve konuşuyoruz. Dolayısıyla karşı olunan ne? İstenen ne sorularına net yanıtlar vermeliyiz. Şunu biliyoruz: Geçmişte emekçilerin devrimci iktidarı ve sosyalizm için mücadele eden Dersimlilerden, emek güçlerinin iktidara gelmeden, yalnızca küreselleşme döneminin vahşileşen kapitalizmini ıslah etme arzusuna kadar geri düşenler, kendilerini salt dil, kültür, etnik var oluş gibi düzeylerde tutmaktadırlar. Onlar açısından bunda şaşılacak bir yan da yoktur. Devrimciler, sosyalistler bu zeminlerde onlarla birlikte çalışma imkânları da bulmalıdırlar. Ancak mekânsal bir devrim hedefi olan, tüm emek güçlerinin iktidarı ve kendi devletleri aracıyla kendilerini yönetme hedefi için mücadele iddiasında olanların kendi taleplerini, formasyonlarını, bulundukları zeminleri, hedeflerini çok dikkatli ve dengeli organize etmek gibi zorunlulukları vardır. Yaptıkları çalışma planlarında, yaratmaya çalıştıkları örgütlenme programlarında ve perspektiflerinde karşı olunan kapitalist sistemin kendisi değil de salt onun bir takım etkileri, tecrit halde bir sorun ya da talep ise, onlar da son tahlilde, yukarıda anlatmaya çalıştığım liberal sol zeminde kalıyorlar demektir.







Tartıştığımız özgün sorunda da doğru sorular sorma ihtiyacı var. Biz bugünkü Türkiye cumhuriyeti devletine karşı geniş düşünülmüş haliyle Dersimde bir devrim/iktidar kavgası mı yürüteceğiz? Bu devrim ve iktidar kavgasının mekânsal zemini Dersim mi olacak? Eğer bu vb. sorulara olumlu yanıtlar vereceksek, bunun anlamı; biz Dersimde devrim ve iktidar araçları yaratacağız ve bunlarla bir bağımsız Dersim devleti kuracağız sonucu karşımıza çıkmaz mı? Yaşamakta olduğumuz şu günkü dünyada kimsenin bu denli bir öznel idealist zemine düşeceğini düşünmek istemiyorum. Ancak yapılan tartışmalarda sorunu bir sistem sorunu olarak değil, tecrit ele alındığı, düşünüldüğüne ilişkin güçlü eğilimlerin olduğunu söylemek gerekiyor. Bu devrimcilikle reformculuğu çerçeveleyen ve ayıran son derece önemli bir boyut. Uzun yıllar ihmal ettiğimiz ve kritik bir aşamaya gelmiş Dersimlinin dil, etnik-kültürel, inanç gibi sorunlarına, kapitalist dünya sisteminin kendisine karşı yürüteceğimiz mücadelede, işin karakterine uygun bir yeni yönelime, daha fazla emek ve olanak ayırmaya ve daha fazla vurguya mutlak gerek vardır. Ama bu sorunun, yerel ve tecrit bir program görüntüsünden de titizlikle korunması gerekiyor. Bunu başardığımızda, bugün somut olarak Dersim davası için neler yapmamız gerektiği ve neler yapabileceğimiz de daha bir görünür hale gelir.







Bununla birlikte, tarihin ilerleyen süreçlerinde dünya ve bölgedeki değişim ve gelişmeler, karşımıza belli özgün durumlar çıkarabilir. Zaza/Kırmanc/Dımıli toplumunun etnik-kültürel kimliğinin çok özgün biçimlerde kendini açığa vurma olasılıklarına kayıtsız kalamayacağımızı vurgulamak istiyorum. Toplumların tarihlerindeki hızlı akış-geçişleri düşündüğümüzde, olasıdır ki, bu toplum, bir otonom gorünüm olarak da karşımıza çıkabilir. Dünyada çok değişik ve özgün biçimlerde kendi kendilerini idare etmiş ve bugün de eden, nüfus olarak sayılar birkaç yüz binle ifade edilen halkların olduğunu biliyoruz. Buna her hangi güncel bir demokratik talepte olduğu gibi yaklaşılmalıdır. Yani olasıdır ki, Dersim halkı ’38 öncesindeki statüsünü daha güncel, daha zengin içerikli küçük bir komün olarak yaşama imkân ve koşularına kavuşabilir. Böylesi olası bir gelişmenin, kendi hükmü kadar da sosyalizm davası ve mücadelesine katkıları olacağını kim inkâr edebilir? Bu parantezden sonra tekrar konumuza geliyorum.







Dersim davası ve sevdasıyla uğraşan, Dersimlilerin tarih boyunca yaşadıkları acıları tüm yakıcılığıyla yüreklerinde ve düşünce halelerinde hakikatten duyumsayan her insan, tarihimizin üç büyük aşaması arasında bazı gezintiler yapmalı. Bir takım mukayeseler ve paralellikler kurmalıdır. Buna bir tür toplumsal tarihimiz içindeki arkeolojik kazı da diyebilirsiniz. Bu çalışmanın zemini ve çerçevesi; egemenlerle Dersim ilişkisi değil, onun zalimi ile kavgası değil. Dosdoğru kendi iç ilişkiler sistemi ve bu sistemin bütünü olmalıdır. Bunu başka her hangi bir nedenden ötürü değil, hele tarih bilgisi edinmek için hiç değil. Dersimin, ilerici bir insanlık odağı olarak tüketilmeye çalışılan ömrünü uzatmak çalışmalarının ihtiyaçlarına bağlamalıyız.







Bir giriş olsun diye şunları belirtebilirim. Bu tarihi asıl olarak üç döneme ayırmalıyız kanısındayım. Fazla eski geçmişlere uzanmadan, birinci dönemi; Kemalist cumhuriyet rejiminin ’38 katliam hazırlıkları ve katliam günlerinde Dersimlinin birbiriyle olan ilişkileri, ikinci dönem; 70’li yıllarda Dersimdeki devrimci örgütler arasındaki ilişkilerin içeriği ve düzeyi, üçüncü dönem; bugün Dersimin tarihten ve coğrafyadan silinmesine karşı duralım, bu davayı yaşatalım zemininde tartışma yürütenlerimiz arasındaki karşılıklı ilişkiler bütünü olarak ayırmak ve bu dönemleri kısa ve öz olarak karşılaştırmakla kendimizi sınırlayabiliriz.







Bu her tarihsel kesitin karılaştırmalı tahlili, her bir dönemin kendi iç sorunları ve nedenleri üzerinde aramızda mutlak bir görüş birliği olması gerekmeyebilir. Ancak bu parçalanmışlık tarihimizin üç ayrı aşamasında hep süreklilik gösteren bir kötü damarın varlığını her birimizin görmesinde sanırım bir güçlük olmasa gerek.1930’dan sonra, tarihten kısmi dersler çıkaran bazı Dersimliler, Mustafa Kemal ekibi ve cumhuriyetinin kendilerine yönelik kurulan sinsi planları duyumsayabiliyorlar. Bunların, aşiretler arasında sağlamaya çalıştıkları birlik çabalarını da hepimiz biliyoruz. Dersim aşiretlerinin hem birbirlerine karşı hem de her aşiretin kendi içinde yaptıkları kıyıcılıkları keza biliyoruz. Aşira Khureso, “Mıslété Halvoriyé” için yola koyulduklarında, Dersimin sular ve toprak altına gömülmesine karşı nelerin yapılması gerektiği konusunda tam bir görüş birliği içindedirler. Teslim olmamak, haksızlığa karşı durmak! Demenanların önceden diğerlerine benimsetmek için var olan bu yönlü kararları, bazı anlatımlara göre Munzur’un iki yakasında karşılıklı birbirlerine seslenen Dersim aşiretlerinin ortak kararları biçiminde somut bir Dersim iradesi biçimini alıyor. Ama sonra yaşanan acı ve gerçek durumu hepimiz biliyoruz. Demenanlar da dâhil, tüm aşiretlerden milis olarak devşirilen “Hamidiye Dersimlisi”, soyumuzun kanına kirletilmiş elini bulaştırmadı mı? Tekrar, acıların tekrarı olur. Ve Dersim, tam otuz yıl boyunca susturuldu/sustu.







Bütün bunlar, o günün tarihsel-toplumsal maddi koşuları içinde yaşanmıştır. Bugünün imkânlarıyla, o günkü Dersimliye “çok yanlış yaptın” demek tarihin bilimsel mantığı ve akışıyla asla bağdaşmaz. Tarih ve bilgi, ona daha fazla olanak sunmamıştır. Gerçek handikap, bütün o kötü olan yanların bugün, bunca tarihsel deney ve günün bilgi türlerinin devasa çeşitliliği ve çokluğuna karşın çok daha düşük kalitede devam ediyor olmasındadır. Bu süreçte Dersimlinin lime lime dağılmış hali, onun katledilmesine yaptığı nesnel durum, tam yetmiş beş yıl aradan sonra bize bazı dersler sunması gerekiyor. Yani, Dersimlinin birliği için hiçbir çıkar, mevki ya da başka her hangi bir şey gözetmeksizin doğrulukla çalışmak! Ve yine düşünmek ve çalışmak!







Amerika Birleşik Devletlerinde “Kara Panter”lerin, siyahî ve yoksul semtlerdeki polis zulmü ve denetimini kırarak ve oradan, Paris’in cadde ve meydanlarının tüm kaldırım taşlarını tekelci sermaye devletinin militarist güçlerinin üzerine yığan ’68 fırtınası Türkiye’yi salladığı günlerde; Hüseyin Cevahir ve Sait Kırmızıtoprak başta olmak üzere çok sayıda Dersimli genç, Üniversite gençlik hareketine önderlik eden çekirdek kadronun aktif militanlarıydılar. Onların devrimci heyecanlarının Dersime ulaşması tabii ki gecikemezdi. Öyle de oldu.







Bunun ilk kıvılcımı, 1969 yılı 23 Ağustos günü, Halk Oyuncuları Tiyatrosu’nun Dersimde oynamak istediği Pir Sultan oyununun valilikçe yasaklanması ardında başlayan protesto sırasında, “Hamidiye Dersimlisi” Mahmut Tan, Baki Devletli vb. tiplerin devlet işbirliği sunucunda Mehmet Kılan’ın katledilmesiyle başladı. Dersim insanı bugünden başlayarak kendi tarihini yeniden yaşamaya başladı. Bu olaydan sonra, Dersimde yaşadıkları sürece Kemal Burkay, Ali Gültekin ve pek çok genç devrimci aydın neredeyse her gün devlet işkencesinden geçirildi. Bunların şahsında Dersimliye gözdağı veriliyordu. Yeni baştan sindirilme planları kuruluyordu. Mehmet Kılan’ın, normal insani bir talebin iletilmesi anında katledilmesi, Kemalist cumhuriyetin Dersim hakkındaki stratejik planının ilk etabıydı. İşte biz Dersimli devrimciler, bu stratejik planı okumayı başaramadık. Kimin bu çıplak gerçeği inkâr etmeye gücü yeter? Bunu başarabilseydik, daima bir toplumsal aydınlanma stratejisi izlerdik.







1970’li yıllarda bu doğrultuda yürüdük denebilir. Dersimin neredeyse tüm nüfusu belirli düzeylerde politikleşti. Aydınlandı. Dünyadaki insansal uyanışın güzel mevzilerinden biriydi denilebilir. ’68 dalgasına hızla atlamıştı. Ancak bir yan tümüyle ihmal edilmiş ve görülememişti. O da; bu halkın özgün tarihi ve var oluş tarzıydı. Dünya ve Türkiye’de yaşanan tartışma ve saflaşmayı, biz Dersimde çok daha ilkel, yüzeysel, dar ve geri bir formda yaşadık. Bir türlü bir yere varamayan “sosyo-ekonomi”, “baş düşman, baş çelişki”, ya da “sosyal emperyalizm” tartışmaları; Dersim toplumunun etnik- kültürel aidiyetinin açığa çıkmasını gölgelemekle kalmadı, bu torakların boşaltılmasını, sular altına alınmasını ve bu orijinin bozulmasına da büyük katkılar sağladı.







Evet, Dersimli bu olguyu, bugün dünya ölçeğinde en boğucu bir derinlikte yaşanan insansal bozulmaya ve kapitalizmin düşünsel manipülasyonuna karışarak ele almaktadır. Dolayısıyla tartışma yöntemi, üslubu, karşılıklı girdiği ilişki türlerinin gerçek insan ilişkilerinin temel normları olan doğruluk, içtenlik ve alçakgönüllülük gibi öğeleri bakımında geçmiş tüm tartışma ve çatışmaların da gerisinde ve altındadır. Bu gerçek durumun ikircimsiz ve açık olarak saptanması, bugün Dersimlinin tarihte kalmasının ve kendi özgün var oluş tarzını ayakta tutabilmesinin en asgarisinden manevi koşullarını everişli hale getirmeye katkılar yapacak.







Tarihsel deneylerin imbiğinden geçmiş birliğe ihtihaci var Dersimlinin.






Sonuç olarak, konuşmakta olduğumuz sorunun biri biraz genel, biri özel olmak üzere iki ana boyutu olduğu söylenebilir. Bir etnik-kültürel var oluştan söz ettiğimizde sorun; salt Dersim olmaktan çıkıyor ve yukarıda ifade ettiğim gibi geniş bir coğrafik alanı, daha büyük bir nüfusu içine alarak Zaza/Kırmanc/Dımıli çerçevesi olarak karşımıza çıkıyor. Birinci boyut budur. Sonra, Dersim somut ve güncel olarak bütün var oluş renkleri, tonları, alışkanlıkları, değer yargıları, güzellikleri, kötülükleri, doğruları, yanlışları, dili, olduğu kadarıyla sanatı ve edebiyatı, bilgi ve beceri birikimi, inşa edebildiği kurumları, kısaca bütün bir her şeyi ile tarihten ve yerküreden silinmek isteniyor. Ya da silinmek üzeredir. Belki çok panik içinde ve agresif omları biraz da bundandır Dersimlilerin.







Zaza/Kırmanc/Dımıli etnik-kültürel aidiyetin korunması ve geliştirilmesi çerçevesindeki görevler, bütün bu etnik azınlığı kapsamak durumundadır. Bu anadili; sanat, edebiyat, siyaset, ekonomi, felsefe, mizah, kısaca genel anlamda bilim dili seviyesine çıkarabilmek, bir tür Dersimin korunmasının da güvencelenmesi olur desek sorunu abartmış mı oluruz? Var olan rezervlerin örgütlenebilmesinden kinetik bir enerji çıkarılabilir ve bazı gelişmeler kaydedilebilir. Ama bu genel çerçeveyi daraltır salt hâlihazırdaki Dersim sınırlarına çeker, onu da daha da daraltır “Dersim ittikatı”na indirgerseniz, etrafınızda kısa zaman sonra kimseyi bulamayacak kadar daralırsınız.







O nedenle, yapılacak çalışmalar iki yönlü olmak durumundadır. Ne kadar çok yaşlı kuşak Dersimli, Siverekli, Palulu, Diyarbakırlı Vartolu ve Bingöllü Zaza/Kırmanc konuşturulursa, o oranda yeni kelime ortaya çıkar ve dilin kelime hazinesi oldukça zenginleşir. Anadilimiz, hala esas olarak yalnızca bazı geçmiş olayların anlatımında kullanılabilmektedir. Politik analiz alanı nispeten daha kolay geçiş yapılacak alan gibi geliyor bana.







Aktüel Dersim sorunu ise, Dersim de daha önceki girişimlerin inşa ettiği kurumlar gibi kurumlar yaratmak bir ayağımızı oraya bağlar. Avrupa ve başka yerlerde yaşayan Dersimliler arasında sevgi ve dostlukları yaşatacak araçlar ve bağlar Dersimi maneviyatın yaşmasına katkılar sunabilir. Yeter ki bir zihniyet değişikliği devrimi başarabilelim. En dargınlar, birbirlerine kırgın olanlar baş başa oturup sorunu bir demokratik hoş görü içinde tartışabilmelidir. Farklıklarımızı, kademe kademe tartışma ve aşma anlayışıyla ele alırsak ilerleme kaydetmek kolaylaşır.







Burada kritik sorun şudur: farklılıklarımızı, açık-seçik ortaya koyup her yönüyle anlaşır kılmak ve buna bağlı olarak yapılacak öncelikleri ayıklamak ve sınıflandırmaktır. Buradan da demokratik açıklık, ciddiyet ve doğrulukla her Dersimliyi kapsayacak bir kültürel eğitime tabi tutmalıyız kendimizi.







Bunları yapmayı başaramazsak, eski tarihlerdeki Dersimlilerin, çoğu kez bir hiç yüzünden birbirlerine karşı yaptıkları kıyıcılıkları kaydetmeye ya da değerlendirmeye/eleştirmeye en küçük bir hakkımız olmaz. Devrimci hareketin 70’li yıllardaki enerji tüketen kısır çekişmelerini ya da Dersimin özgünlüğüne ilişkin çok az şey yapmış olmasını eleştirmeye kalkmanın samimiyetini ve samimiyetsizliği önümüze gelir.







Birbirimize katlanmayı, birlikte çalışmanın bütün yol ve yöntemlerini araştırmayı somut politik bir iş olarak görmek durumundayız. Zira Dersimin boşaltılması güncel politik bir sorundur. O nedenle öncelikli işlerimizden bir de politik olarak bu saldırıya karşı durmaktır.







Ancak o durumda anadilimizin resmen kabul edilmesi talebini yükseltebilir, kurumlarımızın meşruiyetini dayatabilir ve değer yargılarımızı koruyup geliştirebiliriz. Ve Dersim halkının parçalanan, dağılan v e kaybolan olan birliği. Bunu aramalıyız.







Na qéso ke mı gureto bıné çekuyé veri, kıtavê Xıdır Aytaç “Danoğé 38 i” de, qeseykerdena cêniya Hemé Cıvé Khêji ra guret. A déka ma vana; Aliyo Qız ke kişiyo, piyê dey ra pers kenê, vanê tı qey ama? Tı çınay cêrena? Wu ki vano; “mı kılıté kou kerd vindi.” Ma a rozera ve hata ewro, kılıté piyaena xo, bıraena xo ki kerdi vindi. Ma ewro ki, kılıté jubiane xo, piyaena xo keme sae. Sıma vanê heni niyo?







Bu yazıyı bitirmek üzereyken aniden hatırladım ki 9 Temmuz; Zarife ile Alişer’in kahpe tuzaklarda katledildikleri tarihtir. Alişer ile Zarife, Sultan Baba dağı eteklerinde Palaxine’deki dağ evlerinde, yani mağaralarında Dersimlilerin birliğine ve davasına “göz olma”, akıl olma çırpınışları içindeyken devlet ve “Hamidiye Dersimlisi” işbirliği neticesinde, 9 Temmuz 1937 günü katledildiler. A roze gonia inu hardé ma owe da, kerd ve axpin. Dersimli o gün dağlarının kilidi’yle birlikte kendi ışığını da kaybetmişti. Onları saygıyla anıyorum. Zarife ile Alişer’in o sade yaşamları ve baş eğmez anıları hepimize akıl, güç ve ışık olsun!

9 Temmuz 2009

http://www.dersimnews.com/


Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
06.10.2009 21:17 (UTC)[alıntı yap]

BİRAZ ZAZA, BİRAZ ALEVİ, BİRAZ KÜRT, BİRAZ DEVRİMCİ

16 Mart 2008

Tunceli'de yerli halkla konuşmak için ne zaman bir kahvenin önüne otursak hemen dışardan gelmiş bir Dersimli daha düzgün Türkçe'si ve kentli tahlilleriyle söze karışıyor. Tunceli halkı gözlemlediğimiz kadarıyla dışarıda yaşayan bir Dersimli'nin dışardan gelmiş bir gazetecinin dilinden daha iyi anladığını düşünüyor olacak ki, genellikle sözü 'iki yabancıya' bırakmayı tercih ediyor. Ya da bakalım bunlar bizim hakkımızda ne kadar doğru tespitlerde bulunuyorlar diye düşünüyor olacaklar ki, sohbeti, hiç söze karışmadan merakla izliyorlar.



Sabahın erken saatlerinde daha sıcak tam bastırmadan bir kahvenin önünde çay söyler söylemez 'kentli' biri yaklaşıyor yanımıza. Tam eyvah yine bir İstanbullu Dersimli'ye yakalandık diye düşünürken arkadaş kendini tanıtınca, Tunceli'de yıllardır insan hakları ve hukuk mücadelesi veren avukat Hüseyin Aygün'le karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Konuyla ilgilenen bütün basın mensuplarının ismen tanıdığı Hüseyin Aygün'ü kamuoyu en son 2004 yılında Genelkurmay Başkanı'na yazdığı bir mektuptan hatırlıyor.



Avukat Hüseyin Aygün, 23 Aralık 2004 tarihinde Genelkurmay Başkanına bir açık mektup yazarak, Tunceli'de 10 yıl önce toplam 16 köylünün kaybolduğunu kaydetti. Bölgedeki operasyonlarda görev yapan Bolu Komando Tugayı ve Tugay komutanı hakkında soruşturma açılmasını istedi. O zamanlarda bu girişim büyük bir 'olay' olmuştu.



Önce mektubun akıbetini soruyoruz. 'Tabii ki hiçbir şey olmadı' diyor. Peki Tunceli'de genel insan haklan ve hak-hukuk durumları iyiye doğru mu kötüye doğru mu? Aygün'ün bu soruya yanıtı da çok net: 'İyiye doğru...' Aygün, yıllar sonra tekrar bu kente geldiğimizi biliyor. Peki biz nasıl bulmuşuz kenti? 'Binaların katları yükselmiş ve çirkin yeni binalar yapılmış. Eskiden herkes çok yoksuldu şimdi yoksul ve zengin diye ayırabileceğimiz insan görüntüleri, araç ve ev görüntüleri var kentte' diyerek topu görüntülere atıyorum. 'Ama hâlâ yoksullar çok daha fazla' diyor.



Meseleye geliyoruz: Tunceli'de DTP'nin durumu ne, DTP az da olsa neden oy kaybetti ve AKP gelecek seçimde Tunceli Belediye Başkanlığı'nı kazanabilir mi?



Av. Hüseyin Aygün, önce 'esaslı' bir siyasi tahlil yapıyor:



'ÜNİVERSİTEDEN DEVRİMCİ DÖNÜYORDUK'



'Tunceli'den dışarıya okumaya giden bütün gençler, karne tatilinde şehre devrimci olarak dönerlerdi. Mesela ben hukuk fakültesi okumak için gittiğim üniversitede otomatikman devrimci oldum. Ama şimdi benim yeğenlerim üniversiteye gitti. Otomatikman devrimci olmadılar. Şimdiki gençler, biraz devrimci, biraz Alevi, biraz da Dersimci oluyorlar.' 'Dersimci olmak ne demek?' Anlatıyor: ' Siyasi



olarak, etnik olarak ve inanç olarak farklı bir coğrafyada bulunuyoruz. Siyasi iktidar bir yandan Tunceli'yi sıradan bir Anadolu kenti saymaya devam ediyor diğer yandan ise, o meşhur Tunceli kanunları zamanındaki uygulamalara benzer uygulamaları sürdürüyor. Bölgenin gençleri hem siyasi haksızlıkların bitmesi hem de yoksulluğun ortadan kalkması için romantik bir biçimde kentlerine bağlı oluyor. Kentin kalkınması, insanların insanca bir yaşama kavuşturulması arzusu sorunların devrimci bir tarzda çözüleceğine olan kanaati güçlendiriyor. Her Dersimli dilinin, dininin ve kültürünün diğerlerinden farklı olduğunu bilir ve bunun korunup geliştirilmesini ister. İşte Dersimcilik bu...' Yani bir tür lokal milliyetçilik mi demek istiyorum. 'Hayır' diyor. Daha ileri bir şey bu. Mesela siz Tunceli'yi bir Kürt ili olarak tanırsınız. Oysa Tunceli bir Za-za ilidir. İnsanlar Zazaca konuşur ve Alevidirler. Bu hem Kürtlerden hem de Sünnilerden Tunceli'yi ayırır...'



Hüseyin Aygün, böyle bir kültür, inanç ve dil farklılıkları olan kentte bu üç farklılığı da törpülemeye çalışan AKP'nin Belediye Başkanı çıkarmasının çok zor olduğunu belirtiyor. Ancak, insanların, gençlerin durumu örneğinde olduğu gibi eski kalıplarla düşünmediğini de vurgulamadan edemiyor. Tunceli halkı, kenti sorunlarını çözecek bir siyasi yapıya oy verir. Tunceli halkı kendi benliğini, kimliğini unutturmaya çalışan bir siyasi yapıya asla oy vermez...'



Bütün bunları konuşurken çevremizdeki dinleyici sayısı da çoğalıyor. Kendisinin Almanya'nın Mannheim kentinde çalışan bir psikolog olarak tanıtan Devran Tütün, Hüseyin Aygün'ü destekleyen şeyler söylüyor. 'Dünyadaki bütün Dersimliler dayanışma içindedir. Biz artık devletten Tunceli'ye bir şey yapacağını beklemiyoruz. Bizim Tunceli için yapacağımız yaptığımız yardımları engellemesinler yeterli.' Devran Tütün bir de Zazaca'nın çok önemli olduğunu unutmamamızı istiyor: 'Ben Hasan Dewran ismiyle şiirler yazıyorum. Almanca ve Zazaca şiir kitaplarım var.' (Eve gelince Almanca wikipedia'ya Hasan Dewran ismine bakıyorum. Aynen şunları yazıyor: 1958 Tunceli doğumlu. Bir Alevi Pir ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Alman - Türk şairidir. Almanca, Türkçe ve Zazaca yazmaktadır.) Hasan Dewran ya da Devran Tütün de Munzur Festivali'ne katılmak için Tunceli'ye gelmiş. Neden geldiğini sorunca, aynı feribotta sohbet ettiğim garson genç gibi cevap veriyor: Dayanışma olsun diye geldim...) Bir soru da ben kendisine sormak istiyorum: Romanlarının çoğu Mannheim'de geçen Alman polisiye yazan Bernhard Schlink'in Mannheim'da mı yaşadığını, kendisini görüp görmediğini soruyorum. Çok heyecanlanıyor. Bernhard Schlink'i görmedğini ama bütün kitaplarını okuduğunu söylüyor.



Tam Bernhard Schlink üzerine bir sohbete dalacaktık ki, Avukat Hüseyin Aygün'ün sözleri sohbeti kesiyor: Tunceli'de polisiye romanlar sürüyor hâlâ. Hem de en karışık bir biçimde...'



SONUÇ



AKP'nin Yerel Yönetimlere genel bakışını ve Kürt illerindeki belediyelere yönelik tutumlarını inceleyen yazı dizisinin sonuna geldik. Yazı dizisi yayımlanırken Başbakan Erdoğan'ın diziyi destekler biçimdeki açıklaması basında tartışıldı. AKP'nin hem Kürt açılımı paketinin hem de Kürt illerindeki belediyecilik anlayışının 'sadaka siyaseti'nden öteye geçmediği bir kez daha anlaşıldı. DTP Grup Başkanvekili Ahmet Türk bunu veciz bir ifadeyle çok güzel anlattı: AKP'nin çözüm paketinden kömür ve makarna çıktı...'



AKP'nin Dersim'i ve Diyarbakır'ı istemesi aslında 'Kürt ve Alevi sorununu ben çözeceğim' demekti. Ancak AKP her iki konuda da ayak sürüyor.



Peki Yerel Yönetimlere ilişkin sol ve alternatif politikalar ne olmalı? Buna ilişkin geniş bir tartışmayı da önümüzdeki dönemde BirGün sayfalarında bulacağınızı umuyoruz.



Diziyle ilgili görüşlerinizi ve sol-alternatifin ne olması gerektiğine ilişkin görüşlerinizi e- mail aracılığıyla bize ulaştırabilirsiniz.



ÖDP TUNCELİ ESKİ İL BAŞKANI YUSUF CENGİZ:
AKP operasyonla daha da kan kaybetti



AKP son sınır ötesi operasyondan dolayı diğer doğu illerinde olduğu gibi Tunceli ilinde de kan kaybına uğradı. AKP'nin Kürt sorunundaki tutumu ve barışın sağlanması konusundaki tavrı belirleyicidir. Yöre halkı bu çatışma ortamının son bulmasını, barış ve huzuru istiyor. Ekonomik sıkıntılar ilde hat safhaya ulaştı. Buna rağmen esas sorun Tunceli'de barışın sağlanması, ülkenin demokratikleşmesidir. Tunceli halkının asıl talebi budur. Şu anki mevcut belediye yönetimi DTP ve EMEP ittifakı ile alındı.



Geçmiş seçimlerde bazı dergi çevreleri de ayrı adaylarla seçime katıldı. Tekrar DTP-EMEP, diğer dergi çevreleri ve demokrasi güçlerinin ittifakının sağlanması ve belediye başkan adayının halk tarafından benimsenmesi durumunda tekrar seçimler kazanılır. Ancak yeni yönetimin eskiden verip tutmadığı bir sözü tutması lazım: Halk Meclisleri ile birlikte belediyeyi yönetmek.



TUNCELİ MİLLETVEKİLİ ŞERAFETTİN HALİS:
Tunceli Kürtlerin ve Alevilerin sembolü



DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis'le DEM TV de canlı yayında ağırlığını AKP'nin Alevi Açılımı ve AKP'nin Tunceli Belediyesi'ni alıp alamayacağını irdeleyen bir görüşme gerçekleştirdik. Bu görüşmeden konumuzla ilgili bir özet veriyoruz.



AKP'nin Alevi Açılımını nasıl değerlendiriyorsunuz?



Aleviliğe ve Alevilere yeni bir elbise dikmek kimsenin haddine değildir. Bu inanç ve kültürlerin asimile edilerek yok edilmesinden başka anlam taşımaz. Bu tarih, inanç ve kültür katliamıdır.



AKP'nin yakın zamanda ortaya attığı AKP açılımı bu partinin diğer sorunlara yaklaşımı gibi, takıyyeci, faydacı ve samimiyetsizdir. Erdoğan'a iftar daveti veren Alevi insiyatifi de samimiyetsizdir ve iftar yemeğinin lüks bir otelde gerçekleşmesi de her şeyi açıklıyor. Daha başından itibaren Alevileri 'İslam içi' ve 'İslam dışı' ayrımına tabi tutan söz konusu açılımın Alevilerin sorunlarını çözmeye değil, Alevileri bölmeye yönelik bir proje olduğu aleni bir şekilde ortaya çıktı. Amacı daha başından belli olan, Aleviliğin inanç, kültür, gelenek ve ritüeline ters düşen böyle bir yemekle açılım olmaz. Zaten Başbakan Erdoğan söylemlerinde bir cami imamı tarzıyla barış ve kardeşlikten dem vururken barış ve kardeşlik için somut proje gerçekleştirmiyor. Açılım adı altındaki diğer uygulamalar ise Aleviliğin asimilasyonuna yöneliktir.



AKP Alevi açılımıyla en azından yerel seçimde Tunceli Belediye Başkanlığını almayı düşünüyor. Dersim'de bunun olumlu yankıları olmaz mı? Tunceli tarihte hiçbir zaman boyun eğmemiş bir kenttir. Kürtlerin ve Alevilerin sembol kentidir. Dersim devrimcidir, direniş ruhuna sahip. Tarihte uğradığı haksızlıkları herkes biliyor. AKP'nin samimiyetsiz politikalarına da kanmayacak. AKP kaç yıldır iktidarda ve Tunceli'ninbir yarasını bile sarmadı. Tunceli'ye barajlar yapıyor ve doğamızı yok edip burayı insansızlaştırmak istiyorlar. Operasyonlar yapıyorlar ve ormanlarımızı yakıyorlar. AKP bir yandan barajdan inançlara saygıdan söz ediyor, bir yandan Tunceli'de Alevi köylere Sünni imam atıyor. Başbakan'a soruyorum: Alevi köylerine Sünni imam ataması kararını hangi kurum, hangi gerekçeyle vermiştir? Daha yeni Tunceli'nin Hozat ilçesi Uzundal ve Yenidoğdu Alevi köylerine cami imamı atandı. Bu köylerde tek bir Sünni yurttaş yaşamıyor. AKP Tunceli Belediyesi'ni de alacağız derken ne yapmak istediğini bilmiyor. Samimiyetsiz bir biçimde olmayacak şeyler söylüyor.






SELAMİ İNCE Hazırladı
selamiince@gmail.com

http://www.birgun.net/research_index.php?category_code=1204881164&news_code=1205704073&year=2008&month=03&day=16

Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
06.10.2009 21:38 (UTC)[alıntı yap]


Bir Dersimli dünya komünarı!



Hüseyin Tekin

20 Eylül 2009



Bu aralar newroz.com Internet sitesinde arkadaşım Davut Kurun, Pülümür’ün Xırabe Köyü’nden Ali Haydar adında bir Dersimlinin kendi ağzından hayat hikâyesini anlatıyor. Bu yaşanmış hayatın daha tamamı yayımlanmadı. Ancak yayımlanan bölümlerinde üzerinde durmaya, incelemeye, işlenerek yeni nesillere mal edilmesi gereken enteresan çizgiler var.

Ali Haydar’ın kendi anlatımı olan hayat hikâyesindeki kaydedilmesi gereken bir önemli boyut ya da nokta; kendi köyüne komşu Pulesipe’li Ape Musa ve onun bir takım ulvi özellikleridir. 1930 yıllarda Ape Musa 50 yaşlarındadır. Çok okuyan bilge bir insandır. O tarihsel-toplumsal koşulları çok yönlü göz önüne aldığınızda, bu gibi karakterler çok yönlü incelenirse önemli bir tarihsel mirasa sahip olduğumuz daha iyi anlaşılır sanıyorum. Yörenin doğal önderi olan Ape Musa, özel olarak eğittiği iki elemanına bölge gençlerine (kızlı-erkekli) okuma-yazma öğretme görevi vermekle kalmıyor ve aynı zamanda işin gidişatını kendisi takip ediyor. Geniş toplantılar düzenleyerek, çok değişik konularda hem kendi bilgilerini etrafındakilerle paylaşıyor hem de onları dinleyerek kendi bilgisini derinleştiriyor.

Bu eski zaman Dersimlinin şu günlerde başvurulması gereken bir temel özelliği de, Kemalist cumhuriyetin Dersim ’38 soykırım hazırlığını keskin bir öngörüyle doğru okuyabilmesidir. Devletin Dersimliye boyun eğdirmek ve Türkleştirmek için düzenlediği toplantılardan biri de Ape Musa’nın komşu köyü Qerepınar’da düzenlenir. Toplantıya, devletin Dersim mutasarrıfı, Pulur ve Kızılkilise kaymakamları, eski mir ailelerinden bazı devlet işbirlikçileri katılırlar. İnisiyatif Ape Musa’dadır.

Toplantıyı o açar. Gelecek günlerin önderi olarak hazırlamaya çalıştığı Ali Haydar’ı çağırıp yanına oturttuktan sonra, toplantıyı açar ve sözü kumpas içinde olan devlet heyetinin başındaki mutasarrıfa verir. Devlet sözcüsü söze şöyle başlar; “Size Gazi Paşanın selamlarını ve mesajlarını getirdim. Gazi Paşa da alevidir ve Dersimlilere büyük bir muhabbeti ve sevgisi vardır. Asıl Türk sizsiniz ama diğer Türk boylarıyla ilişkileriniz koptuğu için geçmişinizi unutmuşsunuz. Bazı fesatçılar Dersim içinde dedikodu yaymaktadırlar Dersim işgal edilecek katliam yapılacak yollar ve karakollar onun için yapılmaktadır diye. Doğru değil. Gazi paşanın kesin emri var Dersim halkına dokunulmayacak, sadece suç işleyen bazı kaçakların takibi yapılacak ve mahkemeye verilecektir.” Devlet sözcüsünün demagojik konuşması bu minval üzere devam eder. Ape Musa ve diğer Dersimliler, yalan ve ikiyüzlülüğün ayırtındadırlar. Enteresandır, bugün bile toplantılarda pek çok insanın sistemli not tutma alışkanlıkları yok iken, Ape Musa düzenli not tutuyor bu toplantıda .

Mutasarrıfın sözü bitince Ape Musa, bütün açıklığıyla; ”efendi söylediklerinizin külliyesi bihakikattır. Bizim Mustafa Kemal”in alevi olmasına bir itirazımız yok, bizim beklentimiz, Cumhuru reisin, idaresi altında yaşayan, Alevi Sünni, Müslüman, Hıristiyan, Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Gürcü herkesin reisi olması ve herkese aynı adaletle yaklaşmasıdır. Biz onbeş yıllık Mustafa kemal idaresinde bunu görmedik ama birçok adaletsizliği de yaşadık. Türküm diyen her kes her türlü şakiliği yapar, mükâfatlandırılır, ama bir Kürt bu şakiliğe itiraz edince şaki olur, bunu anlamak mümkün değil. Efendi, çevre illerdeki şikâyetlere gelince, bize tek tek olay söyleyin size gerçeği söyleyeyim. Dersimliler hiç bir zaman çevre halkın malına namusuna el uzatamaz. Uzatan olmuşsa mutlaka cezalandırılmıştır. Şimdi size sabrederseniz bu olayların iç yüzünü anlatayım. İslam’dan bu yana Ehl-i Beyt halifelere, sultanlara vergi vermemiştir. Ehl-i Beyt’in canına kasteden emevi sultanları bile bırakın Ehli beyitten, taliplerinden bile vergi almadılar. Abasiler, farsiler, osmanlı memluk hiç kimse Ehli beyitten vergi almamıştır. Dersimlilerin ataları İmam Rıza ocağındandır. Ellerinde imam Rızanın mührünü bastığı beraatları vardır. Seyit Mahmude Heyranı, Ağuçan, babamansur, Türklerden önce bu topraklara geldiler. Allaadin Keykubattan bu yana bütün Selçuklu ve osmanlı sultanları bu beraatların altına mühürlerini basarak, tasdik ettiler ve imtiyazlarını tanıdılar, yani bu soydan gelenler ve bunların taliplerinden vergi alınmadı. Şimdi Mustafa Kemal Aleviyim diyor ama seyitlerden Ehli-Beyt’ten vergi istiyor” (vurgu bana ait) diye devam ediyor. Mustafa Kemal’in “Alevilik İddiaları”yla hafif tebessüm dalga geçiyor.

Müthiş bir irade, pırıl pırıl bir zekâ, ikircimsiz bir etnik kimlik savunma hamlesi, düşmanın ikiyüzlülüğünü duraksamadan en tok kavramlarla onun yüzüne savurması, bu Dersim bilgesini bugün de başvurulacak bir manevi hazine yapıyor. Konuşması bittikten sonra sözü diğer köylülere veriyor. Onlar da Kemalist cumhuriyet devletinin içinde bulunduğu hain planın içyüzünü sergileyen konuşmalar yaparlar. Diplomasiyi tüm halkın önünde, kendi tarafından katılımcıları da tartışmalara dâhil ederek açık-seçik yapması, günümüzde bile az görülen altın bir kural oluyor. Böyle bir atmosferde gerçeklerin haykırılması karşısında devlet heyeti ölüm terleri atıyor.

Toplantının dağılmasından sonra, uzun tartışmalar neticesinde saldırıya karşı direnme kararı alınır ve hazırlıklara başlanır. Bundan sonrası artık Ali Haydar zamanı’dır. O zalimden aman dilememe kararlılığındadır. Altmış- yetmiş kişilik silahlı bir birlik oluşturularak stratejik noktalarda mevzi tutulur. Ama devlet çok değişik cephelerden saldırıya geçer. Buna rağmen Ali Haydar komutasındaki Dersimliler akıllara hayranlık veren bir direniş sergiliyorlar. Kısıtlı imkânlarla nefis bir Dersim direnişi destanı yazıyorlar. Düşmanın bir cephesini tümüyle bozguna uğratıyorlar. Ve ancak güç dengeleri çok asimetriktir. Devlet ordusu, birbirine komşu Qerepınar, Pulesipe ve Xırabe köylerini ateşe verir. Onlarca çocuk, kadın ve yaşlıyı katleder. Ali Haydar bir grubuyla Demenan- Haydaran bölgesine çekilerek aylarca zalime karşı savaşır. Silo Phıt’a yoldaş olur. Türkçe bildiği için, Demenanların yaralı olarak esir aldığı devlet subayı Ragıp Gümüşpala’dan soykırımlarının nedenleri hakkında tartışmalar yapar. Türk ordusu Dersim dağlarından çekildikten sonra, Ali Haydar, birlikte geldiği arkadaşlarıyla ne yapmaları gerektiği hakkında tartışmalar yaptıktan sonra, asla zalime teslim olmayacağını söyler. İki arkadaşı da onunla ayni görüştedirler. Ali Haydar’ın hayat macerasının özgün ve dünyayi, bir o kadar da orijinal kesiti bundan sonra başlıyor. Amerika’ya çıkmaya karar veriyorlar üçü de.

Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra, Ali Haydar kendini önce Yunanistan ve sonra da Marsilya’da bulur. Aradan fazla zaman geçmeden bu kez, bir başka zalime karşı verilmekte olan, bir başka korkunç savaşın ateşine atar bedenini, bilincini, savaş tecrübe ve yeteneklerini. 1943 Ocak ayında faşist Nazi orduları Marsilya’yı işgal ederek her yanı yakıp yıkarlar. Bölük-bölük Yahudi ve komünist tutuklarlar. Dersimli Ali Haydar, Nazi vahşeti karşısında bir daha dehşete düşer. Düşünce zembereğinin çengeline asılı duran sorulara yenileri ilave olur. Bunlardan en temel olanına kendince yanıt bulur. Dünyayı özel mülkü kılmak için savaşlar çıkaran, bunun için soykırımlar yapan, kendisinden başka ulusal toplulukları ve inanç biçimlerini en dehşet savaş araçlarıyla asimilasyona tabi tutan zalim, dünyanın neresinde olursa olsun aynı zalimdir. Dersimde katliam yapan, kendi bütün aile ve akrabalarını katleden zalimle; Fransız yurtseverini, komünistlerini ve Yahudileri katleden zalim aynı dünyanın insanıdır. O nedenle Fransız direnişine katılmaya karar verir. Bu karar aynı zamanda, Dersimli Ali Haydar’ı; hiçbir suçu ve günahı yokken zulüm gören, katliamlara uğrayan insanlık ailesinin saflarında zalime karşı savaşan bir dünya komünarı bağlamına taşıyor.

Alp dağları eteklerindeki köy ve kasabalarda Nazilere geçit vermeyen Fransız direnişçileri, bu Dersimlinin sıcak savaş tecrübesiyle naif bir moral ve güç alıyorlar. Dersimli Ali Haydar, Avingon ve Province dağlarında Nazi savaş ordularına karşı, Dersimlilerin tarihsel haklılığı ile biriktirdiği hınç ve bilinçle savaştı. Fransız direniş güçleri, Nazilerin ’43 Haziranında İtalya-Fransa sınırındaki hayati noktaları ele geçirmek için yaptıkları saldırıyı, Sen Bernard geçidinde bozguna uğrattılar. Ali Haydar bu direnişte, tüm direnişçilerin yüksek sevgi ve saygısını kazanır. Keza Haziran ayı sonlarında bir Nazi konvoyu partizan denetimindeki köylere baskın haberi alındığında, saldırıya karşı koyma ve püskürtme planı tartışmaları sürecinde Ali Haydar’ın sunduğu savaş planı kabul edilir. Planı, risk doludur. Önersi Nazi güçlerinin geçeceği yerlere çok yakın mesafede mevzilenmek ve tuzağa düşen Nazi güçlerinin imhası idi. Ali Haydar yüz kişilik bir direniş grubunun komutan yardımcısıdır. Bu savaşta da, Ali Haydar Nazileri çıldırtan bir savaşçı kıvraklığıyla onlara bir büyük bozgun daha yaşattırlar.

Bu hikâyedeki önemli bir nokta da, Dersimlinin kadın partizan savaşçılarına bakış açısının evrimine ilişkindir. O, direnişçi kadınları savaş alanına sürmeye karşı gelmekle durmuyor. Kadınların savaş cephesinde bulunmasına tümüyle karşıdır. Bu durum partizan grupları içindeki kadınların büyük tepkilerine neden olur. Komutanlığa şikâyet dilekçeleri yazılır. O günün ölçüleri içerisinde sosyalist yaşamla bağdaşırlıklar tartşıllır. Bakın, bu Dersimlinin konuya yaklaşımı pek çok açıdan enteresan ve özgündür. O, tartışmalara tepki göstererek, “ben ne Fransızım ne komünist. Ben zalimlere karşı savaşan biriyim. Ben zulüm yapan, suçsuz insanları öldüren, kadın ve çocukları yakan zalimlere karşı savaşıyorum. Kadınlar ve çocuklar öldürülmesin diyorum, sizin ölmenizi istemiyorum. Bu kadar burada sizden daha iyi savaşan erkek varken siz neden illede savaşmak istiyorsunuz, anlamıyorum.”diyor. Bu konudaki tavrının bir boyutu gelenekseldir. Ama asıl nedeni ise; Kemalist cumhuriyet rejiminin, Dersimin dört bir tarafında, belli yerlerde toplayarak yüzerlerine benzin dökerek yaktığı bölük-bölük kadın ve çocuk katliamları karşısında yaşadığı o korkunç vurgundur. Bu anlarda aklı ve bedeninin tüm zerrecikleri zalimi tarihten tümüyle silmeye kapatılmıştır. Bunu olumsuz etkileyebileceğini varsaydığı her olumsuz etkiyi en minimum noktaya çekme anlayışındadır.Savaşın ilerleyen aşamalarında kadın partizanların bu işi nasıl nakış nakış başardığını görerek pratik özeleştiri yapar. İki yardımcısından biri, (hatta politik-teorik danışmanı da olan) kadındır. Geçerken, bu yardımcısı Avrupalı kadın, sonra yıllarca yaşamlarını o tarih ve bilgi/bilinç olanakları içerisinde birlikte yaşadıkları karısıdır.

Naziler Fransa’dan çekildiklerinde, esir Fransız direnişçilerinin kurtarılması taarruzunda da Ali Haydar’ın planlamasının belirgin bir rolü söz konusudur. Bu kurtarma eyleminde halktan, yurtseverlerden ve komünistlerden oluşan 150 kişi bulunaktadır. Bunların içinde Ali Haydarın çok sevdiği genç komünist Oliver de bulunuyor. Bu isim, daha sonra Ali Haydarın oğullarından birinin adı da oluyor. Büyük oğlunun adı, ilk katıldığı Partizan birliğinin komutanı olan Pier’den alınmadır ve bu tercihlerin hiç biri öyle tesadüf falan olmasa gerek! Bilinçli bir tavır olarak sosyalist olmayı, partizan olmayı, yeni bir toplumsal form olarak sosyalizme yönelmeyi düşündüğü iddia edilemez. Ancak gerek Marsilya’ya yerleştiği günlerde, gerek faşizme karşı savaşta ve sonrasında en güzel arkadaşlıkları komünistlerledir. Komünist parti üyesi olan karısı Marilo da bunlardan biridir.

Bu Dersimlinin hayat macerası; Dersimlilikle devrimciliğin birbirlerine akan çizgilerinden başka nedir ki? Ya da bizim her gün, her yerde değişik biçimlerde telaffuz ettiğimiz Dersimlilik; yukarıda altını çizdiğim Ali Haydarın özgün anlatımından başka nedir ki?


http://www.yeni-sentez.net/index.php?option=com_content&task=view&id=962&Itemid=209




Unsonnoke (Ziyaretçi)
14.05.2020 20:37 (UTC)[alıntı yap]
— И ты Ğ¡Ñ“ меня самая, самая лучшая мама РЅР° свете, СЏ люблю тебя, — РѕРЅР° уткнулась РІ материно плечо. <a href=https://meinbilligkredit.top/vtb_otdeleniia_banka_v_spb.php>втб отделения банка РІ СЃРїР±</a>, <a href=https://meinbilligkredit.top/zaim_na_iandeks_dengi_bez_priviazki_karty.php>займ РЅР° яндекс деньги без РїСЂРёРІСЏР·РєРё карты</a>. РЇ слышала водопад, который был РЅР° достаточно РѕРіСЂРѕРјРЅРѕРј расстоянии РѕС‚ замка. <a href=https://meinbilligkredit.top/vziat_kredit_v_breste_na_vygodnykh_usloviiakh.php>взять кредит РІ бресте РЅР° выгодных условиях</a>, «Кулакоголовый» (РџСЂРёРј.: мотор В«Harley-DavidsonВ» Knucklehead или Knuckle’s название пошло РёР·-Р·Р° похожей РЅР° костяшки пальцев сжатого кулака Ğ¡â€žĞ Ñ•Ğ¡Ğ‚Ğ Ñ˜Ğ¡â€¹ клапанной крышки мотора РІ последнее время РЅРµ СЂРѕРІРЅРѕ работает, Ğ Ñ‘ так или иначе, СЏ РЅРµ хотел оставлять Ğ Ñ™Ğ Â»Ğ Ñ‘Ğ¡â€žĞ Â° Ğ Ñ•Ğ Ò‘Ğ Ğ…Ğ Ñ•Ğ Ñ–Ğ Ñ• РґРѕРјР°. <a href=https://meinbilligkredit.top/bank_moskvy_v_novotroitske.php>банк РјРѕСЃРєРІС‹ РІ новотроицке</a>, <a href=https://meinbilligkredit.top/uralsib_bank_ufa_vziat_kredit.php>уралсиб банк Ğ¡Ñ“Ğ¡â€žĞ Â° взять кредит</a>. РќРѕ расстояние между прутьями были слишком малы для РёС… больших тел, поэтому РёРј оставалось только метаться возле забора, жадными глазами глядя РЅР° нас.

Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 242
Bütün postalar: 600
Bütün kullanıcılar: 695
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
  Bütün hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.  
 
Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono. Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden