Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono.
   
  SIMA XÊR AMÊ! DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ!
  PLATFORUM (şifreli)
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

******** SIMA XÊR AMÊ KURŞİYE WERENAYİŞİ ******** ***** DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ *****

PLATFORUM (şifreli) - Dersim-Koçgiri Katliamlari

Burdasın:
PLATFORUM (şifreli) => DERSİM ve DERSİM SOYKIRIMI => Dersim-Koçgiri Katliamlari

<-Geri

 1 

Devam->


Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
23.03.2009 15:29 (UTC)[alıntı yap]

Alişer’in 'Dersim Destan’ı Genelkurmay'ın elinde

ALİ GÜLER -ANF Söyleşi /
22 Mart 2009 KÖLN

Uzun yıllardır Dersim ve Kürdoloji alanında çalışmalarını yürüten araştırmacı yazar Mehmet Bayrak, 1938 katliamıyla ilgili ortaya çıkardığı yeni bilgi ve belgeleri ANF’ye açıkladı.

Dersim’e dönük ilk ciddi katliamın 1800’lerin sonunda Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa öncülüğünde Osmanlı ordusu tarafından yapıldığını söyleyen Bayrak, ‘’Dersim’de bir isyan olmadı, katliam yapıldı. 38’e giden yolda herhangi bir isyan yoktur. Dersim'i tasfiye girişimi sözkonusudur. İsyan yanılgısı, devletin resmi ideolojisinin tuzağına düşmektir. Katliamı meşrulaştırmak için isyan olduğunu iddia etti’’ dedi.

Araştırmacı yazar Bayrak, Koçgiri isyanı lideri Alişer’in kitap ve defterlerin bulunduğu bir sandığın ise Genelkurmayın elinde olduğunu söyledi. Alişer öldürüldükten sonra el konulan bu sandıkta Alişer’in kaleme aldığı ‘Dersim Destanı’ adlı kitabın da bulunduğunu belirtti. Mehmet Bayrak, Dersim katliamıyla ilgili ortaya çıkardığı yeni belge ve bilgileri ANF ile paylaştı.

* Yıllardır Dersim üzerine çalışmalar yapıyorsunuz. 1937-1938’den önce Dersim isyanına giden süreci anlatabilir misiniz?

- Dersim’de 1937 ve 1938 yılında yapılanlar bir isyan değil, katliamdır. Herkes bunu çok iyi anlamalı. Ancak Osmanlı döneminde çeşitli isyanlar yaşanmış ve askeri hareketler gerçekleştirilmiş. Buna bağlı olarak kimi katliamlar da yapılmıştır. Benim tespit ettiğime göre Dersim’e dönük ilk ciddi katliam 1800’lerin sonunda oluyor. Bu, literatürde pek fazla bilinmeyen Gürcü kökenli Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa öncülüğünde Osmanlı ordusunun Dersim merkez olmak üzere Kürdistan’a yaptığı saldırı ve buna bağlı olarak yapılan katliamdır.

* Bu planlı bir saldırı mı?

- Her zaman olduğu gibi gerekçe şu: "Kürt aşiretlerini dize getirmek ve onları Osmanlı’ya tabi kılmak." Hareket noktası bu.

* Peki o tarihte Kürt aşiretlerinin yaptığı bir isyan ya da isyana hazırlık var mı?

- Kıpırdama olmasa zaten Osmanlılar böylesi bir hareket düzenlemeye ihtiyaç duymazlar. Burada önemli olan şu: Herkes 1806 yılında Babanzade Abdurahman Paşa İsyanı'yla Kürtlerin Osmanlı'ya karşı isyan başlattığını biliyor. Oysa bizim bu söylediklerimiz 18. yüzyılın sonunda gerçekleşiyor. Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa, Dersim aşiret reislerinden 150'sini Erzincan'a görüşme ve uzlaşma talebiyle çağırıyor. Fakat bir gecede bu 150 aşiret reisinin kafasını uçuruyor. Burada amaç şu: Dersim aşiret reislerini öldürüp aşiretleri dizi getirmek! Mesela bu bilinmeyen bir katliamdır. Sizin söylediğiniz Dersim katliamına giden süreçte bu ilk önemli halkalardandır. Özellikle Kızılbaş Kürt katliamı bağlamında... Aslında şunu şöyle söylemek gerekir; Dersim olayı Kızılbaş Kürt kimliğiyle ele alınması gereken bir olaydır. Diğer Kürt gruplarına bir saldırı olmadan önce Dersim'e dönük bir saldırı var. Dediğim gibi bir gecede 150 aşiret reisinin başı kesiliyor. 1937-1938 olaylarıyla ilgili de bir yanılgıya düşmemek gerekiyor.

* Kimi çevreler katliam derken, kimi çevreler de isyan olarak ele alıyorlar.

- Bu büyük bir yanılgı. Böyle bir şey söz konusu değil. Benim ortaya koyacağım belgelerde siz de zaten göreceksiniz. "İsyan", geçmişte bizim sol grupların kendilerine pay çıkarmak için söyledikleri bir şey. Artı, devletin söylediği bir şey. İsyanın olduğu yerde isyan olduğunu söylemek gerekir. Ama isyanın olmadığı yerde de doğruyu söylemek lazım. 38’e giden yolda herhangi bir isyan yoktur. Burada bir katliam vardır. Daha da büyük bir plan; bir Dersim'i tasfiye girişimi sözkonusudur. İsyan yanılgısı, devletin resmi ideolojisinin tuzağına düşmektir. Kemalist rejim büyük bir katliam gerçekleştirdi. Bunu meşrulaştırmak amacıyla burada bir isyan olduğunu iddia etmesi gerekiyordu.

Katliama gidilen süreçte dönemin başbakanı Celal Bayar şunu söylüyor: "Dersim’de bir takım hareketler duyuyorduk. O sıralar askeri manevralar vardı." Oysa "askeri manevralar" dediği de iki kolordu ve bir tümen ile başlatılan manevralardır. Bu, katliama dönük yapılan bir hazırlıktır. Ve Bayar devamla şunları söylüyor: "Mareşal (Fevzi Çakmak) bu manevraları idare ediyordu. Bir haber geldi. Eşkiyalar bizim 3 karakolumuzu basmış, bazı askerlerimizin tüfeklerini almış. Durumu Atatürk duymuş, hemen beni çağırdı. Dedi ki 'durumu biliyorsun. Hemen gerekeni yap.' İşe başladık ve Dersim’i vurduk."

* Bu ifadeler nerede geçiyor?

- Bu diyaloglar, Akis dergisinin 1987 yılı 13. sayısında yazılıyor. Daha birçok şey var. Bu birincisiydi. Celal Bayar’ın başka bir söyleşisi daha var. Tercüman gazetesi, 10.9.1986 tarihli sayısında da Celal Bayar, "Atatürk ile Elazığ’dayken eşkiyalar bir karakolu basarak jandarmaların silahlarına el koymuştu. Atatürk yüzüme bakarak, 'ne olacak' dedi. Biz de memleketin selameti için Dersim’i vurduk" diyor. Şimdi böyle bir şey olabilir mi? Bir Başbakan, bir ifadesinde "3 karakol basıldı" diyor, başka bir ifadesinde "1 karakol basılıyor" diyor.

* Çelişkili açıklamalar...

- Evet, büyük bir çelişki. Ben bunun planlı ve hazırlıklı Dersimi tasfiye girişimi olduğunu söylüyorum. Elimde kitap var. Jandarma Genel Komutanlığı'nca gözetim altında 100 adet basılmış. Bu kitabın orijinalini ben bizzat gördüm. Bu kitabın arka kapağının iç cebinde askeri harekatlar için krokiler ve planlar var. Tarihsiz basılan bu kitabın 1934 yılında yayımlandığı tahmin ediliyor. Bu kitapta Dersim'in nasıl vurulacağı, hangi aşiretlerin vurulacağı ve katliamdan sonra batıya sürgüne gönderilecek aşiretlerin listeleri veriliyor. Bu da gösteriyor ki, Dersim katliamı daha önce hazırlanmış planlı bir katliamdır. Ve Dersim'i tasfiye girişimidir. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum.

* Peki neden özellikle Dersim tasfiye edilmek isteniyor?

- Çünkü; Dersim, Kızılbaş Kürt kimliğiyle, doğasıyla, kimliğiyle ve demokratik yapısıyla, kültürüyle farklı bir bölge. Adeta farklı bir eyalet konumunda. İşte bütün amaç; bu kimliği tasfiye etmektir. Ben, bunun katliam olduğunu ve planlı bir şekilde yapıldığını ispatlayan belgeleri alabildiğine çoğaltabilirim. Özellikle diyorum ki, yanılsamaya son vermeliyiz.

* Özellikle bazı kesimlerde şöyle bir düşünce yaygın: "Fevzi Çakmak bizi vurdu ama Atatürk geldi bizi kurtardı." Bu kanı nasıl oluştu?

Bunun gerçeklikle bir alakası yok. Ne yazık ki Dersim toplumunun ve Alevi kesimin resmi ideolojinin propagandası karşısında düştüğü bir tuzaktır. Bir yanılgı... Bir kere Atatürk'ün gökten zembil ile gelen bir kurtarıcı olarak görülmesi büyük bir yanlış. Bütün hareketlerin Atatürk bilgisinde yapıldığına dair elimizde sayısızca belgeler var.

* Örneğin...

- Sana sayısız belgeler göstereceğim. 1936 yılında Mustafa Kemal şu açıklamayı yapıyor: "İçişlerimizde en önemli bir safha varsa o da Dersim sorunudur. İçte bulunan iç bu yarayı, bu korkunç çıbanı temizleyip koparmak ve kökünden kesmek her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam yetki verilmelidir." Bu, aynı zamanda bir direktiftir de. Sonra Mustafa Kemal ölmeden 9 gün önce Celal Bayar mecliste şu mesajı veriyor:

"Atatürk hasta yatağında yatıyordu. Bu olaylardan haberi yoktu" diyenlerin şunu iyi dinlemesi gerekiyor. Mesajda şunlar belirtiliyor: "Uzun yıllardan beri süregelen, zaman zaman gergin bir şekil alan Tunceli'ndeki toplu haydutluk olayları belli bir program içindeki çalışmalar sonucu kısa bir sürede ortadan kaldırılmıştır. Bölgedeki bu tür olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır." Eğer bununla da yetinmek gerekmiyorsa, o taktirde Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in görüşlerine ve fotoğraflarına göz atmak gerekiyor. Şu görülen fotoğraflarda (Bayrak, burada Nuri Dersimi'nin "Hatıratım" isimli kitabındaki fotoğrafları gösteriyor) Atatürk'ün manevi kızı, Türkiye'nin ilk kadın pilotu, - sonradan Ermeni asıllı olduğu ortaya çıkınca Hrant Dink'in başını yiyen bu kadın- , babası Atatürk ile vedalaşıyor. Yolculuk Dersimedir. Ayrılırken Atatürk kendisine bir tabanca veriyor. Şayet başına bir şey gelirse, düşürülürse; Kürtlere teslim olmaması ve kendisini koruması amacıyla bir tabanca veriyor. Burada Atatürk'ün elini öpüyor. Diğer fotoğrafta da, uçak havalanırken Atatürk aşağıdan bakıyor. Aynı karenin içinde hem Sabiha Gökçen'in uçağı, hem de Atatürk var. Türk devletinin bazı kurum ve kuruluşlarında bir fotoğraf var. Bu fotoğrafta Atatürk göğe bakıyor ve altında şu yazılıyor: "İstikbal göklerdedir." İşte o sözün kaynağı bu fotoğraftır. Bu aşağıdaki fotoğraf da Dersim vurulduktan sonra keşfe giden Atatürk ile Sabiha Gökçen'i Singeç Köprüsü'nde gösteriyor. Bu yanındaki fotoğraf da Türkiye'nin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından Sabiha Gökçen'in ödüllendirildiğini gösteriyor. Bu fotoğrafları Sabiha Gökçen'in "Atatürk'ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti" kitabından aldım. Her şeyi kendisi anlatıyor. Hem de fotoğraflarla... Dersim'i nasıl başarıyla vurduğunu ve nasıl geri döndüğünü açık açık bir şekilde anlatıyor.

* Burada Seyid Rıza'nın rolü nedir? Bir isyancı mı yoksa bu katliamlara karşı direnen bir aşiret reisi mi?

- Gerek Seyid Rıza gerekse babası Seyid İbrahim, Osmanlı döneminden itibaren Dersim'de aşiret önderliği yapan insanlardır. Seyid Rıza'yı en belirgin bir biçimde 1919 ve 1921 yıllarındaki Koçgiri İsyanı'nda görüyoruz.

* Koçgiri'deki isyanın temelleri nelerdir?

- Koçgiri isyanının temeli şudur. Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı Osmanlı'nın yenilgisiyle sonuçlandığında, o tarihte Hürriyet ve İtilaf Fırkası başta olmak üzere çeşitli Osmanlı siyasi partileri, Kürdistan Teali Cemiyeti ve diğer Kürt örgütleriyle anlaşmalar yapıyorlar. Birlikte kurtuluşa gitme, ondan sonra Kürdistan'a özerklik verme temelinde. Aynı anlayış, daha sonra ifadesini Mustafa Kemal’in sözlerinde de buluyor. Mustafa Kemal de aynı vaatlerde bulunuyor.

* Tarihten gelen bir oyun...

- Maalesef o tarihten bu yana kullanılan bir enstrüman. Seyid Rıza dışındaki birçok Dersimli aydın o dönemde Kürdistan Teali Cemiyeti'ne üyedir. Benim tespit ettiğime göre burada önde gelen altı kişi var. Nuri Dersimi, Koçgiri aşiret reisi Alişan Bey, kardeşi Haydar Bey ve ünlü şair ve düşünce adamı Alişer Efendi. Bunlar Koçgiri bölgesinden Kürdistan Teali Cemiyeti'nin üyeleridir. Nitekim gerek bu vaatler, gerekse Sevr Anlaşması'nda Kürdistan'a özeklik verilmesine ilişkin maddeler çerçevesinde bu Dersim ve Koçgiri önderleri ilk önce genel hak talepleriyle ortaya çıkıyor. Ancak o zaman Kürdistan Teali Cemiyeti buna yeşil ışık yakmıyor. Cemiyet reisi Seyid Abdulkadir bu dönemde açıklama yapıyor ve diyor ki: "Türk kardeşlerimizi bu dar ve zor gününde arkadan vurmak Kürtlük şiarıyla bağdaşmaz." Yani Kürdistan'ın tümüne dönük bir talebe karşı çıkıyor. Dolayısıyla bu desteği görmeyen Dersim ve Koçgiri aşiret önderleri uzaklaşıyorlar. Zaten Kürdistani örgütler içinde de bölünmeler oluyor. Koçgiri halkı yalnız bırakılıyor.

O dönemde Ordu Komutanı olan Arnavut kökenli Sakallı Nureddin Paşa, o dönemde Sivas valisi olan Ebubekir Kazım Tepera'nın görüşlerine rağmen bu katliamı gerçekleştiriyor. Yüzlerce köy yakılıp yıkılıyor, ortadan kaldırılıyor. Bir yığın insan katlediliyor, düzenli ordular ve Karadeniz'den getirilen Topal Osman çeteleri yoluyla... Bunların mallarına ve hayvanlarına el konuluyor. Bundan sonra Seyid Rıza kendi bölgesine çekiliyor. Alişer de oraya gidiyor. Seyid Rıza ve çevresi bir teakuz içerisine giriyor. Çünkü gelecek yönetimlerin ne yapacağı noktasında kuşkuları var. Nitekim, daha sonra 1926 yılında Dersim aşiret reislerinin bir bölümü Mustafa Kemal'in talibiyle Ankara'ya getirtiliyor. Elazığ valisi Ali Cemal (Bardakçı ve Malatya valisi Bozan Bey öncülüğünde. ‘’Siz 1925 isyanına katılmadınız, siz Alevisiniz, iyi ettiniz“ sözleriyle bunların sırtları sıvazlanıyor. Ancak, bu Ankara'ya çağrılan aşiret reislerinin hepsi 1937-1938 yıllarında katlediliyor. Seyid Rıza ve çevresi böyle olacağını bildiği için hep bir teyakkuz durumunda.

* Zorunlu bir teyakkuz mu?

- Evet tabii ki zorunlu. Mevcut yönetime güvenilmiyor. Atacakları adımın bir tehlike yaratacağını biliyorlar ama boyutunu bilmiyorlar. Onun için tedbirli davranıyorlar. Zaten 1935 yılında bir kanunla Dersim'in ismi Tunceli olarak değiştiriliyor. Tunceli vilayetinin başına da ‘Dersim kasabı’ olarak nitelendirilen Abdullah Alpdoğan getiriliyor. Abdullah Alpdoğan, Koçgiriyi vuran Sakallı Nureddin Paşa'nın damadıdır. Bu, zaten başlı başına kuşku yaratıyor.

* Yani Seyid Rıza durup dururken bir isyan başlatmadı öyle mi?

- Ya bir isyan söz konusu değil ki. Tersine Kemalist yönetim, sonuncusu 1930'da olmak üzere yaptığı çeşitli katliam ve askeri hareketlerden sonra sıranın Dersim'e geldiğini 1936 yılında açıklıyor. Son çıban olarak görülüyor. Ama halk tedirgin, bundan dolayı bir direnme içerisinde. Öyle anlatıldığı gibi isyan falan söz konusu değil. Fakat bu da 1937-1938 yıllarında bilinen katliamla noktalanıyor.

* Dersim Koçgiri bağlantılarının tarihi ilişkileri nelerdir? Nereye dayanıyor?

- Doğal bir bağlantıdır. Koçgiri dediğimiz bölge Kuzeybatı Dersim'dir. Coğrafik, sosyal ve insan dokusu üzerine kurulu bir bağlantı. Tarihi bağlantılar var. Onun için Koçgiri'yle Dersim'i ayrı tumak doğru olmaz. Koçgiri hareketinde birçok Dersimli şahsiyet yer almaktadır. Örneğim Seyid Rıza ve Koçgiri hareketinin ideologlarından Nuri Dersimi bunlardan sadece iki isimdir.

* Daha önceki bir söyleyişinizde, "Alişer'in yakalandıktan sonra başının kesildiğini ve sandığına el konulduğunu ve sandıkta birçok belgenin olduğunu" söylemiştiniz? O Alişer’in sandığındaki belgeler nelerdi?

- Ben hiç bir zaman belgesi, bilgisi, bulgusu olmayan birşey söylemem. Bunların belgesi zaten var. Koçgiri'yi vuran, Alişer'in sandığına el koyan Jandarma Albayı Nazmi Sevgen bunları söylüyor zaten. Nazmi Sevgen bunları çıkardığı "Tarih Dünyası" isimli dergide yazıyor. 1950 tarihli bir dergi. Yazının başlığı ise şöyle: "Yakın Tarihin Sırlarla Örtülü Hadiseleri ve Koçgrili Alişer.” Alişer ile ilgili bir devlet kalemşörünün yazdığ ilk yazı budur. Sandıktan ele geçirdikleri birçok fotoğrafı burada yayınlıyorlar. Alişer'i öldüren Zeynel'in fotoğrafından tutun da, Alişer ile Zarife'nin elele tutuştukları fotoğrafına kadar...

* Zarife ile Alişer'in bilinen fotoğrafı mı?

- Evet, şu anda her tarafta olan fotoğraf. Ben bu dergiden buldum ve yayınladım. Daha sonra afiş haline geldi. Yine Alişer'in kesik başının fotoğrafı var. Bu fotoğrafı da Nazmi Sevgen çekmiştir. Burada daha açıklayamayacağımız birçok fotoğraf var. Yine Sevgen o yazıda, "Alişeri ve Zarife'yi öldürdüklerinde sandıklarında birçok belge ve hiçbir yerde yayınlanmamış yazılarına el koyduklarını ve bunların içinde Dersim'e ilişkin bir destanın da bulunduğunu“ yazıyor. Bunları genelkurmaya gönderdiklerini belirtiyor.

* Şu anda bu sandık nerede?

- Genelkurmay'dadır. Tabii imha etmemişlerse oradadır. Ben hâlâ orada olduğunu düşünüyorum.

* Bu sandığa ulaşmak için girişimleriniz oldu mu?

- Ulaşamazdım. Bizim gibi birinin Genelkurmay’da bulunan bir arşive ulaşması oldukça zor.

* Dersim ve Koçgiri katliamları öncesinde o bölgede baskı vardı. Ancak özellikle 37-38 yılları sonrasında bir sessizlik çöktü. Bunların nedeni nelerdir?

- Dersim katliamıyla ilgili bir belgesel çekildi. Yaşlılara gidildiğinde şöyle bir şartları var. "Kamerayı kapatmazsanız konuşmayız." Demek ki çok büyük ve tarifi imkânsız bir katliammış ki, bu insanlar hâlâ korkudan konuşmuyorlar. Tabii biz rakamları bilmiyoruz, 70 bin insanın katledildiği anlatılıyor. Tam bir rakama ulaşamayız ama onbinlerce kişi katledildi. Dersim'den sürülüp hâlâ aileleriyle ve atalarıyla buluşamayan insanlar var. 1925 ile 1927 yılları arasında katledilen Kürtler’in sayısı 15 bindir. Bunlar bile daha yeni yeni konuşuluyor. Dahası o dönem sürgünlerinin bazıları aileleriyle şimdi buluşuyor. Hikâyeler yazılıyor. Gittikleri yerlerde karşılaştıkları felaketler de yeni anlatılıyor. Dolayısıyla Dersimliler gittikleri yerlerde Kızılbaş ve Kürt oldukları için karşılaştıkları zorluklar ve çektikleri acıları yeni anlatıyorlar. Her bir insanın dramı bir roman olacak türden.

* Peki Koçgiri ve Dersim yönetiminin Şêx Said isyanıyla ilişkileri ne düzeydeydi?

- Osmanlı imparatorluğunun yenilgisinden sonra ilk kıpırdanış Koçgiri'dedir. Bu hareketlilik diğer Kürt örgütlerinden bağımsız değildir. Zaten o dönemde de Kürt örgütleri arasında tam bir birlik yok. Kürt Teali Cemiyeti Başkanı ve yöneticileri daha çok bir özerklikten yanadır. Oysa Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti adı altında Bedirxanlılar öncülüğündeki örgütlenme daha çok bağımsızlığı savunmaktadır. Fakat bunlar özeklik bağlamında bir ortak paydada buluştular. Bunun için de Koçgiri bölgesi uygun görüldü. Ama sonra Koçgiri ve Dersim aşiret reislerine gereken destek verilmedi ve yalnız kaldılar. Yalnız kalınca istekler de değişti. Neler talep edildi? Kaymakam ve Vali aracılığıyla yönetimden, bölgesel-kültürel özgürlük istendi. Öte yandan, bu destek olmama tutumu Alevi Kürtler ile Sunni Kürtler arasında bir güvensizlik ve kırgınlık yarattı. Zaten eskiden kalma Hamidiye Alayları'ndan dolayı bir kırgınlık vardı. Bu olayla birlikte bu daha da derinleşti. Ardından 1925 İsyanı patlak verince bu sefer onlar destek vermede tereddüt yaşadılar. Ve gereken desteği vermediler; bazı şahsiyet ve aileler dışında... İsyana destek veren Hasan Hayri idam edildi. Bazı aileler de sürüldü. Bilindiği gibi isyan 1923 yılında kurulan Kürdistan Azadi Cemiyeti'nin bir organizasyonuydu. Şêx Said , sonradan isyanın içine çekiliyor. Ancak o dönemde Şêx Said cehpe komutanlıklarına sürekli mektuplar yazıyor. Harput- Elazığ Cehpe Komutanı olan Şêx Şerif'e yazdığı mektupta, "Dersimlilerin desteği mutlaka alınmalıdır" diyor. Fakat, Koçgiri'de yaşananlardan dolayı Dersimliler destek vermiyorlar. Bunun dışında devletin propagandası var. "Gerici ve dinci bir harekettir" türünden... Bütün bunlardan dolayı bir kopma yaşanıyor. Bu isyanları bastıran Kemalist yönetim daha sonra 1937-1938'de Dersim'i de katlediyor.

* Kürtler bu tarihten nasıl bir ders çıkarmalı?

- Tarihten ders almasını bilmeyen halklar, her zaman yenilmeye mahkumdur. Bunun içinse, öncelikle yakın tarihimizi bilmemiz gerekiyor. Ancak bu bilindiği zaman tarihten doğru dersler çıkarabiliriz. Kürt halkının somutunda; gerek Selçuklu’nun, gerek Osmanlı’nın, gerekse Kemalist rejimin her zaman dinsel- inançsal farklılıkları bir strateji olarak sürekli kullandığını gözlemliyoruz. O halde, Kürt halkının bu tarihsel- toplumsal- siyasal gerçekliği doğru algılayıp, ona göre politika belirlemesi ve ortak paydaları öne çıkarması gerekiyor. Bunu yaparken de, farklılıklarının aynı zamanda renkliliği ve zenginliği olduğunun bilinciyle hareket edip, dostlarının uzağına ve karşı-güçlerin tuzağına düşmemek gerekiyor.

NOT: HABERİ KOPYALAMAK VEYA YENİDEN YAYINLAMAK YASAKTIR

ANF NEWS AGENCY



http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=4783

http://komunistforum.net/komunistforum-haber-servisi/33888-aliser8217in-dersim-destan8217i-genelkurmayin-elinde.html

__________________________________________________________________________________________
Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
14.07.2009 00:09 (UTC)[alıntı yap]


14 Mart 2009

‘Dersim’ İki Hece

Sabiha ÜNLÜ

Bazen bir kelime.

Konu içinde geçen bir tek söz.

Birkaç hece…

Bir il adı belki, bir ilçe.

‘Yerlerden bir yer işte’ deyip geçemeyecek kadar, kendine çeker sizi.

Öyle çok şey çağrıştırır ki zihninizde;

hatırlamak istemeseniz bile,

kaplayıverir iç dünyanızı.

Bir değil; binler sâhife –teklifsiz- açılıverir önünüze…

*** *** ***

Gözünüzü kapasanız da görürsünüz.

Kulağınızı tıkasanız da işitirsiniz.

Çaresi yok;

hâtıralar; öylesine güçlü tutarlar ki yakanızdan;

yüzleşmeden rahat edemezsiniz.

Sayfaları tek tek çevirip okudukca,

her seferinde;

tekrar tekrar ölür ve dirilirsiniz…

*** *** ***

Kimseler görmesin diye,

içinize akıtmak isteseniz de,

göz pınarlarınız yaşla dolar.

Boğazınıza bir şeyler düğümlenir.

Hele de;

o –incitici- sâhifelerde;

‘inanmış adamlar’ın adlarını görünce;

işin rengi tümden değişiverir.

Öyle ya; ha onlar, ha siz.

Utanırsınız, ezilirsiniz.

Ah! Yer yarılıverse de;

Siz içine girseniz…

*** *** ***

İşte, ‘Dersim’ böyle bir kelimedir.

Böyle bir, ‘iki hece’.

Herhangi bir yerde, herhangi bir vakitte; şu veya bu sebeple,

Ne zaman ‘o bölgenin’ bahsi geçse;

Hiç durmaz, alır götürür sizi, tâ Dersim’e.

İsyân yıllarına götürür; ‘bin dokuzyüz otuz sekiz’e.

‘Buğday Meydanı’na götürür, Kutu Deresi’ne, Laç Vâdisi’ne.

İKİ SEÇENEK

İlk gittiğinizde yaptığınız gibi;

Pertek’te;

yüksekce bir yere çıkar, -önce- havayı solursunuz.

Gerçekten burası Dersim mi diye.

Simsiyah bir duman eşliğinde;

derinlerden gelen bir yanık kokusu dolar genzinize.

Bu ‘insan’ kokusudur, başka şeye benzemez.

Siz yaşadıkca, bu koku, genzinizi terk etmez.

‘Tamam, burası Dersim’ dersiniz, ‘şüphe götürmez’.

*** *** ***

Dar ağaçlarından önce;

ilk kadın pilot, Sabiha Gökçen’in,

Şeref diploması sallanır, gözleriniz önünde.

İsyancıların yerini –yukarıdan- tesbit, O’nun işidir.

Köyleri bombalamak, alçaktan uçup sivilleri –rahatca- vurmak, O’nun işidir.

Devlet ödülleri;

Bu başarılı ‘keşif uçuşları’,

bu başarılı ‘alçak uçuşlar’ için verilmiştir…(1)

*** *** ***

Burada görülen her yıkık duvarın arkasında, -sanki- bir mağara gizlidir.

Cesetlerle dolu, bir ölüm mağarası.

Köye asker girince; köylüler kaçışıp, bu mağaralara sığınırlar ya;

asker de, hemen mağaranın ağzını bir duvarla kapatıverir.(1)

Bu durumda;

kadın çocuk ve yaşlılardan oluşan, çaresiz Dersim’lilerin, iki seçeneği vardır.

Ya; içerde, aç-susuz kalıp ölümü beklemek.

Ya da; çıkmak için çabalayıp, anında süngülenmek…

BİZİM DİL KURMANCİ

Dersim’e, dokunmaya çekinirsin; yaralı bir kuş gibidir.

Munzur’un suyunu, doyasıya avuçlayamazsın;

sanki, rengi –kırmızıya- dönüverecektir.

İç rahatlığıyla bakamazsın, Mazgirt’e, Ovacık’a, Hozat’a.

Sanki; bakışların eşeleyiverecektir, altı sıcak külleri.

Sanki; alevleniverecektir,hâlâ, içten içe yanan, közler, korlar.

Dersim tanıkları;

çok zor olsa da;

bu sefer, senin için konuşurlar.

Ape Heci(Hacı amca), -gözyaşlarıyla- anlatmaya başlar, o günleri.

‘Bir köy vardı.

Ovacık tarafındaydı.

Seyit Rıza’yı destekliyorlarmış.

Bizi götürdüler o köye.

‘Köyü, insanlarla birlikte yakın’ dediler.

Her tarafı alevlere verdiler.

O esnada, yangından kaçan bir kadının peşinde, bir kız çocuğu ağlıyordu.

Üç dört yaşında, ya vardı, ya yoktu.

Kız çocuk, ciğerlerini yırtarcasına ağlıyordu.

Fakat, bizim dilimizle ağlıyordu.

Kadın biraz bekledi.

Kız çocuğu annesine yetişecekti ki, kurşunla yere yığıldı.

Komutan kahkaha atıyordu.

Dinime, imanıma.

Kız, bizim dil ile ağlamaya başladı.’(2)

*** *** ***

‘Bizim Dil’le ağlayan, birçok çocuk sesi yankılandı vâdide.

Annesine ulaşmasına bir adım kala -kurşunlanıp- yere yığılan.

Umutları, Bizim Dil’le yıkılan.

Dersim’liler, bizim dil’le (kurmanci) ağlayarak kaçıyorlardı.

Askerler de bizim dil’le (kurmanci) kovalıyordu köylüleri.

Bizim dil’le ateş ediyor, vuruyor,

bizim dil’le yakıyordu; insanları, evleri köyleri.

Bu, nasıl -kirli- bir işti. Bu, ne yaman bir çelişkiydi.Bu, tam bir rezaletti.

Hozat tarafına bakınca; orada görevli, Birecik’li Er Abdullah Çiftci de;

onayladı Ape heci(hacı amca)’yi.

‘Bölüğümüzün çoğu Urfa’lıydı. Askerler hep kürt’tü.’(2) dedi.

‘Allah kimseye göstermesin gördüklerimi.

Müslüman, müslümanı vuruyordu.

Çocuklar birbirlerine sarılırlardı.

Candı, ne yaparsın.

Sonra çığlıklar gökyüzüne yükselirdi.

Kanları sel olup akardı.

Hâlâ, o çığlıklar kulaklarımda, bir türlü gitmiyor.’(2)

EMİR DEMİRİ KESER

Ne yaptığının, neden yaptığının bilincinde değildi erler.

Onlar, rütbesiz askerlerdi.

Niçin savaştığını bilmiyordu.

Kiminle savaştığını bilmiyordu.

Bilmesine gerek de yoktu, zâten;

ne yapması gerektiğini, nasıl olsa, rütbeliler belirliyordu.

Ondan, sadece; emredileni, -itirazsız- yapması isteniyordu.

Kürt Er Abdullah;

‘Niçin katlettiğimizi bilmiyorum.

Askere gitmedikleri söyleniyordu.

Kürtler miydi, gâvurlar mıydı, bilmiyorum.

Savaşıyorduk.

Onlar bizi, biz onları, öldürüyorduk.’(2) derken,

yaptıklarına hâlâ bir anlam veremiyordu.

*** *** ***

İşin, belki de en acıtıcı tarafı;

zulmün meşru görülmesi; kurumsallaşması ve de kutsanmasıydı.

Her asker;

Peygamber Ocağı’nın bir neferi, olarak görüyordu kendini.

Ona yöneltilen her emir, kutsaldı.

Çünkü; bir üstünden, ‘yukarıdan’ geliyordu.

Hatta; daha da yukarıdan; General’den, Başkomutan’dan.

Komutan emri –adeta- Peygamber emriyle eşdeğerdi, gözünde.

Bu emri sorgulamak, onun haddi değildi.

İşin, eğrisini, doğrusunu, -en iyi- komutanları bilirdi.

Komutanı;

‘oluk oluk akıttığımız bu kan, ‘kan değil, sudur’ dese’;

‘evet komutanım’ diyecekti, ‘kan değil, sudur’.

‘Bu öldürdüğümüz çocuklar, çocuk değil’,

‘şu yakıp yıktığımız toprak vatan değil’, dese;

‘doğrudur efendim’ diyecekti, ‘en iyisini komutanım bilir’.

Asker olmak; işte böyle bir şeydi.

*** *** ***

Er Abdullah, üzerinden 69 yıl geçse bile, konuşmak istememişti.

‘Gördüklerim söylenmez, söyleyemem.

Ama ben, gördüm, yaşadım.

Geçen yıllarda hocaya gittim.

Hocaya olayları anlattım.

Yalnız dedim ki; namlumu kimseye çevirmedim.

Onları vururken zorlanıyorduk.

Ama elimizden bir şey gelmiyordu.

Ne yapabilirdik ki.

Askerim ben.

Köyleri yaktık, yıktık.

Bir kişi dahi, sağ bırakmadık.

Yaktığımız köy sayısı, ‘on’ kadardı.

Hatırladığım köy isimleri; Kara Oğlan, Ayvacık, Qazi köyleriydi.

Hâlâ, Dersim’e giden askerlere soruyorum oraları.

Hâlâ, o köyler yıkıkmış.’(2)

Evet, askerdi onlar. Emri yerine getirmiş; yakıp yıkmışlar, görev gereği;

bir kişiyi bile, sağ bırakmamışlardı.

*** *** ***

İşte; Er Mehmet Güneş de, -Er Abdullah gibi- savaşsın diye getirilmişti Dersim’e.

Komutanı;

‘Dersim’e gideceksin’ demişti, o da gelmişti.

‘Orda Ermeni’ler var’ demişti, o da inanmıştı.

Bu bir ‘din-nâmus savaşı’ demişti, o da kanmıştı.

‘Vur’ demişti, vurmuştu.

‘Yak’ demişti, yakmıştı.

‘Üç yıldır nişanlıydım.

Beni askerliğe çağırdılar, gittim.

Önce bizi tâlime tâbi tuttular.

Uzun boylu, esmer, tay gibi yürüyen bir komutandı.

Dersim’e gideceğimizi,

Oradaki Ermeni’lerin, namusumuza el uzattıklarını,

Toprağımızın bir kısmını elimizden alacaklarını, söyledi.

Bunlar; ‘Din-Irz düşmanıdırlar’ dedi.

Böyle deyince, insan yerinde duramıyordu.

Hemen gitmek istiyordu, doğrusu.’(2)

İNANMIŞ ADAMIN İNCİTEN SESİ

Doğrusu;

insan, bu komutanları merak ediyor.

Nasıl adamlardı acaba?

Merhametlerini, vijdanlarını, nereye bırakmışlardı?

Hesâba, Kitab’a inanıyorlar mıydı?

Ne yaptıklarının farkında mıydılar?

İçimizden birileri miydi bunlar?

Yoksa, dış –düşman- ülkelerden; bizi bitirsinler, yok etsinler diye,

-özel olarak- mı gönderilmişlerdi?

Hasan Sabbah gibi, Haşhâşiler gibi mi eğitilmişlerdi?.

Anlamak zordu gerçekten.

Sen, fâili uzaklarda ararken;

‘Dersim’in komutan tanıkları arasında biz de varız’ diye;

İçimizdeki ‘inanmış adamlar’dan sesler gelmez mi?!

İşte o zaman;

yer kayıverdi, ayağının altından.

Gökyüzü karardı.

Bir yağmur, bir rahmet habercisi değildi bu.

Arz ve Sema; -herkesi,hepimizi kapsayan- bir gazâba hazırlanır gibiydi.

*** *** ***

İşte, Hulûsi Bey: -size hiç de yabancı olmayan- inanmış tanıklardan birisi.

‘Ben Elaziz’de (Elazığ tabur komutanlığı yapıyordum.(Yarbay rütbesiyle)

1938 Dersim İsyânı’nın sebep olduğu fâcia hâdisesi neticelenmek üzere idi.

Bizi de; Dersim İsyânı’nı önlemeye ve bastırmaya memur ettiler.

İsyan dedikleri şey de;

Bâzı dağ köylerinin o yıl vergi vermeme meselesi idi.

Aslında hâdise basitti.

Fakat, nedense, onu büyüttüler ve umûmîleştirdiler.

Bize verilen emir; Dersim Ahâlisi’ni külliyen imha emri idi.

Canlı, tek bir insan bırakılmayacak.

Genç- ihtiyar, suçlu-suçsuz, çoluk-çocuk, kadın-erkek ne varsa, hepsini imha…

Gerçi; memur edildiğimiz bölgenin birçoğu, Rafizi idi.

Ama, yine de, bizim râiyetimiz ve halkımız idiler.

O tarz muamele ve emir, nasıl bir uygulama şekli idi, bilemiyorum.

Ben kıta komutanı idim.

En çetin ve zor vazifeyi de, bize vermişlerdi.

Sen piyâdesin, seni topla da takviye etmek gerekir, dediler.

Çok mahzun ve mustarip idim.

Neticede vuku bulacak, haksız zulüm ve gadirleri düşünüyordum.

Aynı zamanda, iki tane çıkılmaz hissin, ortasında kalmıştım.

Birincisi; Askerlikte emre mutlaka itaat.

İkincisi: Göre göre bildiğim, olacak olan zulümlerden kaçmak.

O ortamda istifa etmek, belki başka mânâlar verilmek endişesi……’

(Hulûsi Yahyagil, bu sıkıntılı dönemde, bir mektup alır, Said-i Nursi’den.

Mektubu kendince; -içinde bulunduğu hâlin devamına- yorumlar,

ve istifa etmekten vazgeçer.)

‘Mektup bana büyük bir teselli verdi, nefes aldım.

İsyan bölgesine vardık.

Çok uzun mesâfelerden birbirimize tek-tük birkaç mermi attıksa da;

Hiç kimseye bir şey olmadı.

Kimsenin burnu kanamadı.

Döndük dolaştık, kimseyi bulamadık.

Bölgeyi terk etmiş, mağaralara çekilmişlerdi.

Allah yardımımıza yetişti.

Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan kurtardı ve muhafaza etti…’(3)

Bu durum, Hulûsi bey’i rahatlatmaya yetmişti..

*** *** ***

Malatya’lı Yüzbaşı Şevki Bey de, Dersim İsyanı’nı bastırmakla görevliydi ve,

Hulûsi Bey’le de arkadaştı.

‘Dersim İsyanı’nda, isyan eden bazı insanlarla, askerler harp ederken;

İsyancılar, yavaş yavaş çekilip, dağın zirvesine doğru gitmişler.

Bizim askerler, onlara ulaşamıyor ve bir şey yapamıyorlardı.

Bu defa, herhalde, gelen emirler mûcibince;

-Hulûsi Bey’e de verilen emir gibi-

Geri dönüp, -mâsum, çoluk, çocuk, ihtiyar demeden- katletmeye başlamışlar.

Hatta; hınçlarını alamayarak, bâzı taburlar;

Topladıkları çoluk-çocuk, kadın-ihtiyar, bîgünah mâsumları;

Büyük avlulu, surlu bir evin içine doldurmuşlar;

Ve, birçok teneke gazyağı döküp, bunları ateşe vermişlerdi.

Bu ateş içinde yükselen feryatlar ve çığlıklar ortasından bir kadın;

kucağındaki bebeğini ateşte yanmaması için,

surun üstünden dışarıya fırlatmış.

Fakat bir yüzbaşı, o bebeği süngüleyerek,

Süngü ile tekrar, surun üstünden, ateşin ortasına atmıştı.

Gözümle gördüm.’(3)

*** *** ***

Gözünüzle gördünüz.

Kulaklarınızla işittiniz.

Ayaklarınızla gittiniz.

Ellerinizle işlediniz.

Ve de; işlettiniz.

Peki sonrasında;

İnançlı komutanlar olarak,

-hiçbir şey olmamış gibi- hayata normal devam edebildiniz mi?

Bilemiyorum.

Duygularınız sorulsa, kendinizi;

‘Ama ne yapabilirdik ki; emre itaatten başka?.

O nasıl bir uygulamaydı,nasıl bir emirdi, biz de anlayamadık.

Yüzbaşı, yarbay da olsanız, nihâyetinde siz de askerdiniz.

Yâni sizin de üstünüz vardı.

Başkumandan değildiniz ki, emir kuluydunuz.’

diyerek mi savunurdunuz, bilemiyorum.

ACELESİ VARDI ADÂLETİN(?!)

Şüphesiz, emir;

büyük makam, büyük mevkidendi.

Dönemin Cumhurbaşkanı; Mustafa Kemal tarafından;

‘Bu meseleyi kökünden hallediniz’ emri verilmişse;

Tüm kurumlar, -istisnasız ve de kendi usûlüne göre-

Bu emri yerine getirir, kökünden halletmeye girişirdi.

Asker; kendi usûlüne göre, kökünden halletti meseleyi.

Yargı; kendi usûlüne göre, kökünden çözmeye girişti.

*** *** ***

Acelesi vardı adâletin; infazlar hemen gerçekleşmeliydi.

Öyle ki; yargı; değil bir gün, bir gece bile bekleyemezdi.

Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gelmeden,

Beyaz Donlular bu işi önlemeye girişmeden, idamları halletmelilerdi.

Günlerden Pazar olması, işi biraz zorlaştıracak gibi görünse de,

gece saat 24.oo’ten sonra, pazartesi başlamış olmuyor muydu?

Tamam işte. Siz yeterki isteyin, demokraside çâre çoktu.

Vâli, Emniyet müdürü, Hâkim, Sıkıyönetim Komutanı, Savcı Yardımcısı;

elbirlik hazırladılar idam sehpalarını.

Aynı gece; -mesâiyi öne aldık deyip- kendi usullerince- yargıladı,

Ve aynı gece, -geceyarısından sonra- gene kendi usullerince- astılar isyancıları…

Pazar akşamı, sahurdan sonra,

otomobil farlarıyla aydınlatılan ‘Buğday Meydanı’nda,

idam sehpasına giderken Seyit Rıza;

şöyle seslendi sonsuzluğa;

‘Evlâdı Kerbelâyıh!

Bî hatayıh!

Ayıptır! Zulümdür! Cinâyettir!’(4)

*** *** ***

Bir âbide gibi; karşınızda Seyit Rıza.

Baktıkca; büyüyen.

Büyüdükce, cellatlarını tir tir titreten.

‘Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu.

Ama, ben de, sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun.’

diyerek, yalan ve hile düzeni’ni, dertten inim inim inleten, Seyit Rıza.

Başka Seyit Rıza’lar çıkmasın diye, devlet, seferber oldu.

‘Yalan ve hile sistemi’ –korku, tehdit, şiddet- ekseninde –

Yirmisekiz Şubat’larla, ihtilâllerle, postmodern darbelerle, korundu.

‘Biz asker milletiz’ denilerek;

Kuvvet Komutanları önünde;

asker-sivil herkese –resmen- üniforma giydirildi ve diz çöktürüldü.

Gücünü silahtan alan kuvvetler; vatan sathını, tam bir kışla’ya çevirdiler.

EN MUTLU AN

‘Akletmek’ insan olmanın olmazsa olmaz şartı.

Düşünmek, tartmak; sormak, sorgulamak.

Yaptığın işi; şuurlu-bilinçli yapmak.

Neyi, ne için yaptığının, ayırdında-farkında olmak.

‘İnsan’ olmak, kısacası.

‘Ben sadece, verilen emri yerine getiririm.

Önünü arkasını düşün(e)mem.

Hem düşünsem de, ne değişir ki?’ derken,

Kendi amelinden sorgulanacağını, unutmuş görünür, insan.

Elinden, dilinden, -hatta- kalbinin meylinden sorulacağını.

Kadın-erkek, er-komutan, hoca-talebe, âmir-memur, fert-fert, tek-tek;

Huzûra alınacağını ve sadece, kendi amelleriyle baş başa kalacağını.

Günahını kimseye devredip yükleme imkânının olmadığını, unutmuş görünür.

*** *** ***

Ne kadar unutmuş görünsen de;

‘Falanca önder yanılttı.

Filanca rehber kandırdı.

Şu şu efendiler azmettirdi.

Şunlar, şu adamlar beni bu işe itti.

Günahım onların boynuna’

deyip, bir kenara çekilemeyeceğini; bilirsin aslında.

İnancında, böyle; ‘körü körüne itaate’ yer olmadığını;

zâlime meyledersen, ateşin –mutlaka- sana da dokunacağını,

Kitâbullah’tan, Kur’an-ı Kerim’den bilirsin.

‘Ey Fâtıma! Seni ancak; Rab’bine olan itaatin kurtarabilir’diye seslenen;

Allah Resûlü’nden bilirsin.

Asr-ı Saadet’ten, -örnek sahabe’den- bilirsin.

Kerbelâ’dan bilirsin; Hz. Hüseyin’den.

Sultanların keyfine göre fetva vermeyip, her türlü eziyete katlanan;

Mezhep İmamları’ndan bilirsin.

Dar ağacı’nda, eğilmeyen başlardan;

Şeyh Said’den, İskilipli Âtıf Hoca’dan, Seyit Rıza’dan.

Ve de; - zulümden berî olmayı, yaşamıyla örneklendiren-

Bediüzzaman Said-i Nursî’den bilirsin.

‘Bediul Zeman Said-i Nursî(Kurdî, bu savaşta(1.Cihan Harbi),

Muş bölgesinde, Bulanık Kazası’nda;

Kürt Milis Komutanı olarak görev yapmakta idi.

Türk generali Nûri Veysî kendisine tâlimat göndererek;

‘ne kadar Ermeni; -çocuk, yaşlı, kadın dâhil- varsa toplayıp öldür’mesini ister.¨

Saidi Nursî bunun üzerine;

Bölgede toplanan Ermenileri, savaş cphesinde, bir derede, korumaya alır.

Kendilerine yemek getirir.

Gece karanlığında tam da ölümlerini bekleyen bu insanlara;

‘gidin Rus Askerleri’nin yanına.

Eğer kabul ederlerse, tümünüzü onlara teslim etmeye çalışırım.

Aksi halde, benim sizi korumam mümkün olmayacaktır.

Rus Komutanları’nın yanına varana kadar,sakın Ermeni olduğunu belirtme.

Ayrıca, Komutan beni tanır.

Sen benim selâmlarımı belirt ve benim seni gönderdiğimi söyle…..’

Aynısını uygulayan bir Ermeni, gidip Rus Komutan’a, durumu izah etti.

Rus Komutan:

‘Evet Kürtler savaşcıdır ve verdikleri sözü yerine getirme konusunda hassastırlar.

Eğer sen, onun dediklerine dikkat edersen,

Tüm binbeşyüz insanınız kurtarılmış olur.

Sen git ve benim yanıma o insanları geçirmesini söyle…’

İzin alındıktan sonra Saidî Nursî;

Binbeşyüz insanı, tüm riskleri göze alarak;

Rus Komutanı’na teslim etmek üzere geçirdi.

Hatta, Saidî Nursî anılarında;

Gönderdiği Ermeni’nin gecikmesi üzerine;

Üzülüp korktuğunu izah eder.

Çünkü; sabaha kadar, ellerindeki insanları geçirmemesi durumunda;

Kendisinin kurtarma olanağının kalmamasından çekinmektedir.

Bunun yaşamından büyük bir kahr duyacağını;

Ve isminin kirleteceğinden, korkarak söz etmektedir.

Ancak; sonuçta herşeyin plânladığı şekilde gitmesi,

Yaşamının en mutlu anlarından biri olduğundan bahsetmektedir.’(5)

*** *** ***

Erdemli insanlar için;

Yaşamın en mutlu anı; bir zulme âlet olmamak,

Bir zulmü engellemek,

Bir zulmün önüne geç(ebil)me ânı, olsa gerektir.

İnanmış Adam olmanın gereği;

Zâlim yöneticilere karşı, Hak’kı söyle(yebil)mektir.

Bediüzzaman, o yıllarda (1938-40) yapılan zulüm ve haksızlıkları;

‘Çok bîçare ehli imana ettikleri zâlimâne ve dinsizcesine tecâvüzler’(6)

Olarak nitelendirir.

Ve, tüm gayretiyle, bu tecâvüzlerin durması için çabalar.

Milletin selâmeti için, düşüncelerini-fikirlerini çekinmeden açıklar.

‘İstikbalde gelecek, nefret ve tahkirden, sakınmak ıçın’ yazdığını söyler’

‘Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!’ denildiği zaman;

yüzümüze tükürükleri gelmemek için,

veyahut; silmek için yazılmıştır’ der.(6)

SÖZ MÜ?

Sen de; yaşadığın dönemin-yaşadığın asrın tanığısın.

Zâlimane ve dinsizcesine tecâvüzlere, sen de şâhitsin.

Diyarbakır Cezâevi, Kontr gerilla, Jitem, Asit Kuyuları, Ölüm Çukurları,

Domuz Bağları,Sınır Berisi-Sınır Ötesi Operasyonları, her türlü ambargolar.

Binlerce fâili meçhul; katledilen âlimler, sendikacılar, yazarlar, korucular, askerler.

Sizin döneminizde, sizin gözünüz önünde;

‘iyi çocuklar’ eliyle, yapıldı-yaptırıldı tüm bunlar.

İnsan olmak, yetişkin bir insan olmak, hele de, yetişmiş bir insan olmak;

Bu tanıklığın hakkını vermeyi gerektirir.

Senden, tüm samimiyetinle; tanığı olduğun olaylarla yüzleşmen,

Bu zulümlerde, sana düşen pay için;

birdaha işlemeyeceğine;

işlenmesine izin vermeyeceğine;

şâyet buna gücün yetmezse;

zulmü ifşâdan -asla- çekinmeyeceğine dair, söz vermen beklenir.

Yârın, her şey ortaya çıkıp ta, senin çağın-senin tanıklığın kasdedilerek;

‘tuh o asrın gayretsiz adamlarına!’ denildiği zaman;

‘Yüzünüze tükürükleri gelmemek için’,

‘Veyahut; silmek için’; yapmak zorundasın bunu.

Aynı hatalara tekrar-tekrar düşmemek için;

Dersim’i ve Dersim’leri unutmamak zorundasın…

………………………………………………………………

(1) Lucien Rambout-Çağdaş Kürdistan Tarihi.Dilan Yayınları

(2) Osman Acar-Dersim Katliâmı’nın Tanığı.(Goman Web.com)

(3) Tuncay Opşin-Aktüel Dergisi. Dersim 38’in ‘Nurcu’ Tanığı

(4) İhsan Sabri Çağlayangil- Anılarım. Serbestî.Sayı.4

(5) Hasan Hişyar Serdî- Görüş Ve Anılarım.Med Yayınları

(6) Said-i Nursî- Mektûbat.29/7. Zehra Yayıncılık¨

http://fitrat.net/yazi_detay.php?id=5130


Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 242
Bütün postalar: 602
Bütün kullanıcılar: 695
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
  Bütün hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.  
 
Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono. Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden