Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono.
   
  SIMA XÊR AMÊ! DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ!
  PLATFORUM (şifreli)
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

******** SIMA XÊR AMÊ KURŞİYE WERENAYİŞİ ******** ***** DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ *****

PLATFORUM (şifreli) - Tarihten ve belgeden korkan devlet

Burdasın:
PLATFORUM (şifreli) => PLATFORUM_GENEL => Tarihten ve belgeden korkan devlet

<-Geri

 1 

Devam->


Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
10.11.2008 21:16 (UTC)[alıntı yap]
Tarihten ve belgeden korkan devlet


Ayşe Hür - 09.11.2008



ŞANSLI GAZETECİ . Can Dündar’ın Mustafa adlı filmini henüz göremedim, ama film hakkında öyle çok yazı yazıldı ki, filmi görsem bile anlatmamı isteyeceğinizi sanmıyorum. Ama film dolayısıyla artık herkesin öğrendiği bir gerçeğin altını çizmek istiyorum. O da, Can Dündar’ın incelemesine izin verilen Atatürk’ün Not Defterleri’nin (ve Atatürk’e ait pek çok belgenin) neredeyse 70 yıldır sadece kamuoyundan değil tarihçilerden ve araştırmacılardan bile saklandığı gerçeği. Yıllardır Atatürk’ün, 1904’ten 1938’e kadar cebinde taşıdığı küçük defterlere not tuttuğu söylenir ama bu defterler kaç tanedir, içinde neler vardır, hangi yıllara aittir, nerede saklanır, buralara nereden ve nasıl gelmiştir gibi konular adeta bir muammadır.

ŞANSLI ARAŞTIRMACI . Yakın zamana kadar 32 defter olduğu ve bunların ATASE, Anıtkabir ve Cumhurbaşkanlığı arşivlerinde dağınık olarak bulunduğu sanılırken, 2006 yılında Genelkurmay (ATASE) Arşivi yetkilileri, kendilerinde 34 defter olduğunu, bunların 12 ciltte toplandığını, şimdiye kadar 6 cildin satışa sunulduğunu, diğer 6 cildin ise yayım aşamasında olduğunu açıklamışlardı. Ama ne hikmetse, ‘6 cildin yayım aşaması’ bir türlü tamamlanamadı. Öte yandan, Can Dündar’a kadar, ATASE’deki 24 defter üzerinde çalışarak 1987’de bir master tezi hazırlayan Emekli Albay Ali Mithat İnan’dan gayri hiçbir araştırmacı defterlerin aslını görme şerefine nail olamadığı için, ATASE’nin yayımladığı ciltlerde sansürlenen yerler var mı kuşkusu giderilemedi.

ŞANSSIZ TOPLUM . Bu haftaki yazıda ancak bir kaçını aktarabileceğim yüzlerce olay gösteriyor ki, Cumhuriyet döneminde belge deyince akla, bir an önce kurtulunması gereken, kurtulmak mümkün değilse imha edilmesi gereken, imha edilemiyorsa gözlerden saklanması gereken bir baş belası gelmiş. Tarihe bakışımız değişmeden belgeye, arşive bakışımızı değişmesi kolay değil elbette ama bütün zorluklara rağmen, başta ATASE olmak üzere tüm kurumlardan, bugüne dek bizlerden sakladıkları ne kadar tarihsel bilgi ve belge varsa bir an önce ortaya çıkarmalarını, araştırmacılara ve halka sunmalarını ısrarla istemeliyiz. Bu bizim vatandaşlık hakkımız, onların da hizmet veren olarak görevi.

***

I. Dünya Savaşı yıllarında, Rus işgali sırasında el konulmasın diye Samsun’a gönderilen ve işgal sonrası Trabzon’a iade edilen 500 yıllık Trabzon Vilayet Arşivi’nin 1982’de yanlışlıkla denize dökülmesine de, 1987’de 76 kamyon evrakın bilimsel metotlarla ayıklanmadan Konya Vilâyet Arşivi’nden çıkarılıp SEKA’ya gönderilmesine de ses çıkarmamıştık. (Aktaran Enis Berberoğlu, “Dünü unutma yoksa soyulursun”, Hürriyet, 26 Haziran 1998.)

Şahbaba kitabının yazarı Murat Bardakçı “milyonlarca belgenin olduğu Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bugün Sultan Vahideddin’le ilgili işe yarar tek bir siyasi belge bulunmuyor, var olanlar sadece nişan tevcihi, cülus yıldönümü kutlaması yahut doğum günü tebriki gibisinden beşinci, onuncu derecedeki protokol yazışmaları (...) İşin vahim tarafı, arşivlerde bulunması gereken siyasi belgelerin şimdi nerede olduğunu kimselerin bilmemesi” dediğinde de üzülmemiştik. (Aktaran Mustafa İslamoğlu, “Şahbabanın Kemikleri Sızlamaz mı?”, Yeni Şafak, 10 Şubat 1999)

OKKASI ÜÇ KURUŞ ON PARA . 1931 yılında, İstanbul Defterdarlığı Maliye Arşivi’ne ait yaklaşık 50 ton Osmanlı belgesinin ‘bakkal ve sairenin eline geçmemesi için, evrakı alana, bunu yurtdışına çıkarma şartını koyması üzerine, ‘okkası üç kuruş on paraya’ Bulgaristan’a satılmasından yaşımız icabı haberimiz olmamıştı ama, yıllar sonra Sirkeci Tren İstasyonu’na götüren kamyonlardan evrakların Sultanahmet Parkı civarında ortalığa saçıldığını ve çöpçüler tarafından toplanarak Kumkapı’da denize döküldüğünü veya belgelerin bir bölümünün 40 milyon levaya Vatikan’a satıldığını okuduğumuzda da sarsılmamıştık. (Bulgaristan’daki Osmanlı evrakı, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, 1994.)

2000 yılında, aralarında Sultan II. Beyazıt tarafından kurulan Haremeyn Vakfı da olmak üzere çeşitli vakıflara ait Osmanlı evraklarının, SEKA çöplüğünden vatandaşlarca toplandığı gazetelere yansıdığında da ilgi göstermemiştik. (“Osmanlı Arşivi’nin Belgeleri Kâğıt Yapılsın Diye SEKA’ya Gönderildi”, Yeni Şafak, 17 Haziran 2000.)

Halil İnalcık, arşivlerimizin tam olarak açık olmadığını,1989 yılında çıkarılan bir kararname ile, Osmanlı Arşivleri’nde çalışmanın daha da zorlaştığını söylediğinde de konuyla ilgilenmedik. (“Osmanlı arşivleri dünyaya açılmalı”, Radikal, 11 Şubat 2001)

KORUMAK MI İMHA ETMEK Mİ? . Durumu, Cumhuriyet kuşaklarının Osmanlı geçmişine ilgisizliğiyle açıklamak mümkün mü acaba? Bence değil, çünkü Cumhuriyet kuşakları kendi dönemlerine karşı da ilgisiz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yaklaşık 150 milyon belge, 366 bin defter kaldığını biliyoruz. Bu sayılar, Osmanlı arşivlerinin dünyanın belki de en muhteşem bilgi hazinesi olduğunu gösteriyor. Bu hazinenin korunması yolundaki ilk adımı 1 Mart 1923’te atan Cumhuriyet hükümetleri, muhtemelen Osmanlı gibi belgelere boğulmamak için, 1934’te ‘Muhafazasına Lüzum Kalmayan Evrak ve Vesaikin İmhasına Dair’ nizamnamelerin ilkini çıkarmıştı. Ancak, devlet dairelerinin 10 yaşını aşmış belgeleri imha etmesini öngören bu nizamnamede evrakların imha şekli açıklanmadığından taşra ile merkez teşkilatları arasında bitmez tükenmez yazışmalar yapıldıktan sonra, gizliliği olan ama güncelliğini yitiren belgelerin kıyılarak kâğıt tüccarlarına satılmasına karar verilmişti, çünkü o yıllarda henüz SEKA kurulmamıştı!

ALLAHTAN ÖDENEK YOKTU . Uygulamadaki başıbozukluk yüzünden 1937’de rafa kaldırılan nizamnamenin yerine 1956’da çıkarılan yeni İmha Kanunu ve 1957’deki uygulama yönetmeliği ise o kadar karışıktı ki, uygulama adeta imkânsız hale gelmişti. Sonuçta Maliye Bakanlığı ödenek ayıramadığı gerekçesiyle 1959’da bu yasanın uygulanmasına son verdi de bazı belgeler kıyılmaktan kurtuldu! 1923-1934 ve 1937-1956 arasında kaç komisyonun ne kadar belgenin imhasına karar verdiğini bilemiyoruz. Çünkü, tahmin edileceği gibi, imhaya ilişkin kayıtlar da ortada yok! 1959’dan 1988’e kadarki dönemde ise, tam 17 kurumun TBMM’den aldığı özel izinle kendi belgelerini imha ettiği ileri sürülüyor. (Prof. Dr. Oğuz İçimsoy’un Tarih Vakfı’nın Ekim 1998’de düzenlediği Özelleştirme ve Kurum Arşivleri adlı panelde sunduğu “Özelleştirme uygulamaları ve özelleştirilen kamu kuruluşlarının arşivleri” başlıklı bildiriden.)

Bu kurumlar arasında Sümerbank, Etibank, Tariş gibi Cumhuriyet’in ilk göz ağrıları da var. Bir başka örnek de faaliyet alanı belgeler olan basın yayın alanından. Binlerce kitap ve belgelik arşivi ile Cumhuriyet kuşağının gururu olan Orhan Koloğlu, adını hatırlamadığım bir televizyon programında, kendisi Basın Yayın Genel Müdürü iken (1974, 1978-79) Milli Mücadele’den itibaren bütün demeçlerin, resmi açıklamaların kaynağı olan kurumunun arşivini araştırmaya kalktığında ‘bina değişimi sırasında’ bütün belgelerin SEKA’ya gönderilmiş olduğunu öğrendiğini açıklamıştı.

SEKA’NIN KÂĞIT İHTİYACI . 1980’lerde televizyonlarda “siz imha edeceğiniz kâğıtları söyleyin biz kamyon gönderelim” mealindeki reklamları hatırlayanlar için şaşırtıcı olmayacak bir bilgi daha: 12 Eylül darbesi sonrasında gerek devletin kağıt ihtiyacını karşılamak, gerekse ait olduğu kurum binalarında yeni boş alanlar açmak ve gelir temin etmek gerekçesiyle Tek Parti döneminin hafızası anlamına gelen CHP’nin grup toplantılarının tutanakları, 1960 sonrasına damgasını vuran Adalet Partisi’nin arşivleri, Cumhuriyet Senatosu’na ait zabıtların tamamı ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında rejimin bekçisi olan İstiklal Mahkemesi zabıtlarının bir bölümü de SEKA’ya gönderilerek imha edilmişti! (Aktaran Ahmet Aksu, “Devlet arşivi imha ediliyor; Cumhuriyet tarihi yazılamayacak”, Zaman, 17 Haziran 2002.)

Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nden Prof. Dr. Yusuf Küçükdağ’a göre durum o kadar vahimdi ki, “bir an önce gerekli altyapı oluşturulmazsa bundan 50–100 yıl sonra bugünlerin tarihi yazılamayacak” idi. Marmara Üniversitesi Yakın Çağ Tarihi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vahdettin Engin de aynını düşünüyordu. İstanbul Şişhane’deki Tünel’le ilgili bir çalışma yaptığı sırada Osmanlıca ve Fransızca pek çok değerli belgenin İETT arşiviyle beraber 1982 yılında imha edildiğini öğrenen Engin’e göre Türkiye Cumhuriyeti’nin arşivleri öylesine tahrip olmuştu ki, Cumhuriyet tarihi ile ilgili master ve doktora öğrencilerine üzerinde çalışacak belgeleri mevcut olan konu bulmakta ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. (Zaman, 17 Haziran 2002.)

BİZ DEĞİL BAŞKALARI SUÇLU . İlber Ortaylı 13 Şubat 2001’de Milliyet’te yayımlanan yazısında “Artık bir sır değil; Dışişleri arşivlerimiz düzensiz. 18. ve 19. asırda bu yerkürede büyük devlet olarak yaşayanların hepsinin muhteşem Hariciye Nezareti arşivleri vardır. Onların içinde bu tarihi imtiyazın farkında olmayan ve bir Dışişleri Bakanlığı arşivi (imparatorluk ve cumhuriyet bir arada) kurup ilmi araştırmalara açamayan tek ülke Türkiye’dir” demiş ve eklemişti: “Tabii Ermeniler de bu noksanı büyük şamatayla istismar ediyorlar..” Yani her zamanki gibi, biz değil, arşivlerini düzenleyemeyen Dışişleri Bakanlığı değil, başkaları (bu olayda Ermeniler) suçluydu!

Bütün bunlar bize, belgeyi ya gereksiz görerek saklamanın gereğine inanmayan, ya da tehlikeli görerek derhal imha etmek gerektiğini düşünen bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Buna bir de iyi niyetle bu sorunları aşmak isteyenlerin karşılaştığı, mekan, yetişmiş eleman, araç-gereç, para sorunlarını eklersek durumun ne kadar vahim olduğunu tahmin edebiliriz. (Hilmi Yavuz’un bu konudaki yazısı için: http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=646893)

---------------------------------

CHP arşivinin başına gelenler

Gazeteci Faruk Bildirici CHP arşivi ile ilgili araştırmasının sonuçlarını 23 Aralık 2001 tarihli Hürriyet gazetesinde anlatmıştı. Bildirici’nin CHP arşivlerine merak sarmasının nedeni o sırada üzerinde büyük tartışmalar yapılan Salkım Hanımın Taneleri adlı filmdi. Filmde 11 Kasım 1942’de yürürlüğe giren ve nasıl uygulandığını dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin anıları olmasa hiç bir zaman öğrenemeyeceğimiz Varlık Vergisi’nin neden olduğu dramatik olaylar anlatılıyordu. Bildirici, bu görüşmelerin ele alındığı grup tutanaklarını bulma umuduyla çıktığı yolculukta CHP arşivinin ilk kez 1953’te Demokrat Parti (DP) tarafından talan edildiğini öğrenmişti. (DP arşivini de 27 Mayısçılar yok etmişti.) 1953’te CHP’nin gericilik suçlamasıyla kapatılan Millet Partisi’ne destek vermesine kızan DP, 6195 sayılı yasayla CHP arşivine el koyduktan sonra arşivi bir süre aynı kanunla kapatılan Ulus gazetesinin matbaasında bekletmiş, 2 Ocak 1959’da TBMM Müzesi’ne devretmişti. Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü, belgeleri tasnif etmek üzere 26 Ekim 1963’te bir heyet oluşturmuş, kitaplar kütüphanelere, kıyafet resimleri Etnoğrafya Müzesi’ne, plaklar Devlet Konservatuvarı’na, gravür ve fotoğraf camları Müzeler Genel Müdürlüğü’ne, belgeler ise Başbakanlık, Milli Eğitim Bakanlığı ve TBMM Başkanlığı’na gönderilmişti.1979’da TBMM Başkanı Cahit Karakaş, CHP’ye ait evrakı tekrar TBMM Müzesi’ne yollamıştı. Bu yorucu yolculuk sırasında arşiv malzemelerinin ne hale geldiğini tahmin etmek zor değildi.

SEKA’DA HAMUR OLDU . 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle partiler kapatılınca, diğer partilerin arşiviyle birlikte CHP’nin DP talanından geri kalan arşivi de toplanıp SEKA’ya gönderilerek kâğıt hamuru yapılmıştı! O dönemde sadece TBMM’deki CHP Grup odalarında bulunan kimi belgeler kurtulabilmişti. Faruk Bildirici bazı ipuçlarını izleyerek Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Dairesi Başkanı Oktay Şimşek’e ulaşmıştı. Şimşek, eski meclis binası (şimdiki adıyla Ankara Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Müzesi) depolarında bulunan CHP’ye ait yüzlerce koli belgenin 1992’de kendilerine gönderildiğini doğrulamıştı. Sonunda, uzmanlar, CHP Genel Merkezi’nin 14 bürosuna ait belgelerden ilk beşinin tasnifini tamamlayarak, araştırmacılara açmıştı. Tasnifi tamamlandıkça öbür bürolara ait belgeler de peyderpey kullanıma açılacaktı. Ancak bu belgeler arasında Bildirici’nin bu maceralı yolculuğa çıkış nedeni olan Varlık Vergisi görüşmelerine dair tek satır yoktu. Sanki böyle bir kanun hiç olmamıştı, ya da gökten zembille inmişti!

VARLIK VERGİSİ BELGELERİ . Varlık Vergisi meselesinin nasıl bir tabu olduğunu, bu konuda bir kitap hazırlamakta olan Sait Çetinoğlu’nun yaşadığı tecrübelerinden de anlayabiliriz. Çetinoğlu’na göre Cumhuriyet Arşivi’ndeki CHP arşivi kataloğunda verginin konması ve kaldırılmasına ait hiçbir bilgi ve belgenin kaydı yoktur. O dönemde Varlık Vergisi’ni ödemek için kredi almak zorunda olanların ilk adresi olan Osmanlı Bankası’nda bu döneme ait belgeler araştırmacılara kapalıdır. Çetinoğlu’nun Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’na dayanarak Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı’na, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’ne, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na, Toprak Mahsulleri Ofisi’ne, Şeker Şirketi’ne, Türkiye İş Bankası’na gönderdiği dilekçelere de ‘gizlilik derecesi yüksek bilgi olması’, ‘ticari sır olması’, ‘elde evrak olmaması’, ‘ne istendiğinin anlaşılmaması’, ‘kurum içi düzenlemelerle ilgili olmaması’ gibi birbirinden ilginç gerekçelerle olumsuz cevap verilmişti. Buna da şükürdü çünkü cevap bile vermeyenler vardı. Kısacası Türkiye’de bilgi edinmek, hele de böyle ayıplı konularda ise, gerçekten çok ama çok zor bir işti!

-----------------------------------

Latife Hanım’ın TTK’da hapsedilen evrak-ı metrukesi

İdeolojik kökenli bir sansür de Atatürk’ün ayrıldığı eşi Latife Hanım’ın mektuplarının başına gelmişti. Mayıs 1975’te yıllardan beri çektiği hastalığın kanser olduğunu öğrenen Latife Hanım, kim bilir hangi gerekçeyle evindeki bazı belgeleri yakmıştı ama Ziraat Bankası ve Osmanlı Bankası’nın kasalarında saklanan 219 adet belge, 1976 yılında, dönemin Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Enver Ziya Karal’ın teklifi üzerine, Uşaklıgil Ailesi tarafından TTK’ya verilmişti. Ziraat Bankası’ndaki kasa 1977’de, Osmanlı Bankası’ndaki kasa 1979’da açılmış ve ‘Latife Uşaklıgil Belgeleri’ TTK adına Ordinaryüs Profesör Reşat Kaynar tarafından incelenmişti. Kaynar, 10 Nisan 1979 tarihli raporunda şöyle demişti: ‘Bu belgeler gerek devrim tarihinin gerek Cumhuriyet tarihinin gerçek belgelere dayanması yolunda başlıca vazife görecek niteliktedir. Bu belgeleri incelemeksizin devrim tarihinin daha doğrusu Cumhuriyet tarihinin yazılması mümkün olmaz.” Madem bu kadar önemli belgelerdi, o halde incelemeye sunulması gerekmez mi demeyin, çünkü burası Türkiye’ydi. Belgeler üzerindeki 25 yıllık yayın yasağının kalktığı Şubat 2005’te, TTK Başkanı Yusuf Halaçoğlu, ailenin isteği üzerine evrakların açıklanmasından vazgeçildiğini söyleyerek, malum paranoyanın devam ettiğini göstermişti. Reşat Kaynar ise 25 yıl önceki incelemesine atıfla “Bir tarihçi olarak bunların o günün şartlarında kamuoyunun bilgisine sunulmasını uygun bulmadım...” diyecekti. (İpek Çalışlar, Latife Hanım, Doğan Kitap, 2006, s. 463-473.) Yani yine rejimin muhafızları, halkın neyi bilmesi gerektiğine karar vermişti. Bu saçma sansür hâlâ sürüyor ve biz ‘devrim tarihini’ hâlâ eksik biliyoruz!

-----------------------------------

Afet İnan’ın sansürü

“28 Temmuz 1918, Pazar
“Karlsbad’da geçen günlerimin anılarını bütünüyle ve olduğu gibi bu deftere geçiremedim. Bunun iki nedeni var: Birincisi, yeterince yazı yazmak için vaktim olmadı. İkincisi, her düşündüğümü, her yaptığımı, yani bütün fikirlerimi ve hayatımla ilgili sırları bu defterlere nasıl emanet edebilirdim? Hatta bu yazdıklarımı bile bir gün, ihtimal pek yakın bir günde yok etmeyecek miyim? Şimdiye kadar hep öyle olduğu içindir ki, anılarımı toplayan bir derlemem yoktur.”

Mustafa Kemal’in, “Karlsbad ve Viyana’da geçen günlerim” başlıklı altı defterlik hatıralarının son sayfasında bu samimi not vardı. Bu itiraftan sonra arşivlerdeki 34 defterin nasıl günümüze ulaştığı iyice muamma ama şimdilik bunu bir kenara bırakalım. Bilindiği gibi Mustafa Kemal, 1918 yılının Temmuz ayında, zaman zaman depreşen böbrek ağrılarını tedavi ettirmek için, bugün Çek Cumhuriyeti’nin sınırları içinde bulunan Karlsbad kaplıcalarına gitmişti. Oradaki günlerini, gecelerini, gözlemlerini, siyasete ve geleceğe dair düşüncelerini bazı defterlere not etmişti. Bunları manevi kızı TTK Başkanı Prof. Afet İnan, 1931’de Çankaya’daki eski köşkün kütüphanesinde bulmuş, götürüp Atatürk’e göstermişti. Çok duygulanan Atatürk, Afet İnan’a “Bunları sen sakla, ileride yayımlarsın” demişti. İnan, defterleri ilkin 1979’da bir konferansta kullandı, 1983 yılında da yayımladı. Ama görüldü ki, Afet İnan hatıraların bazı bölümlerini (.....) işareti ile sansürlemişti. Sansürün nedeni sorulduğunda kızgın kızgın, “Canım ne önemi var ki diğer anlattıklarının yanında. Biraz eğlenmiş, o kadar... Bilinmese ne olur?..” demişti.

(Afet İnan’ın bu konudaki makalesinin internet versiyonu: http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/ataturk_karlsbad_hatiralari.pdf).


----------------------------------


1915 Ermeni Tehciri’yle ilgili hayati belgeler nerede?

Osmanlı’dan günümüze kadar süren en katı ideolojik sansür elbette 1915 Ermeni Tehciri’ne dair evraklara uygulandı. Örneğin Osmanlı Devleti’nin Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi belgelerinden Türkiye Cumhuriyeti arşivlerine aktarılan belgeler arasında 1915 Ermeni Tehciri’yle ilgili belgeler yok. Yine Osmanlı Mebuban Meclisi tarafından Ermenilere yönelik tehcir ve katliam suçlarını kovuşturmak amacıyla, 24 Kasım 1918 tarihinde kurulan Tedkik-i Seyyiat Komisyonu’nun belgelerinin nerede olduğu bilinmiyor. Bunların 1922 sonrasında, İstanbul’un Ankara Hükümetinin kontrolü altına girmiş olması nedeniyle İstanbul Örfi İdare (Sıkıyönetim) Kumandanlığı tarafından Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı’na aktarılmış olması gerekir ancak belgelerin Genelkurmay (ATASE) Arşivi’nde olup olmadığına dair herhangi bir bilgi veya açıklama bugüne kadar yapılmış değil.

Aynı şekilde, İttihat ve Terakki Merkez Komitesi ile Teşkilat-ı Mahsusa’ya ait belgelerin nerede olduğu da bilinmiyor. 1919-21 yıllarında İstanbul Divan-ı Harb-i Örfi’de görülen İttihat ve Terakki merkez ve yerel yöneticileri aleyhine açılan davalara ilişkin belgelerin asılları da kayıp. Tehcir edilen Ermenilerin mallarını takip için kurulan Emval-i Metruke (Terkedilmiş Mallar) Komisyonları’nın defterleri de ortada yok. Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün tapu kayıtlarını elektronik ortama aktarma isteği Milli Güvenlik Kurulu tarafından uygun görülmediği için, o dönemlerin tapu kayıtlarını incelemek de mümkün değil. (Daha fazla bilgi için 25 Mayıs 2008’de bu sütunlarda yayınlanan “Taşnak arşivini bırak, Osmanlı arşivine bak” başlıklı yazıma bakılabilir.)

http://77.79.81.230/makale/2599.htm

Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
10.11.2008 21:30 (UTC)[alıntı yap]



Taşnak arşivini bırak, Osmanlı arşivine bak





Geçtiğimiz günlerde Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu "Taşnak arşivlerinin açılması için 20 milyon dolar para teklif ettim. Bu parayla arşivdeki belgeler rahatlıkla tasnif edilebilir, ama buna kimse yanaşmadı" dedi. Teklifin yakışıksızlığı ve taraflar arasında böyle bir konuşma geçip geçmediği konusu bir yana (yazı matbaaya gittikten sonra Boston’daki Taşnak Arşivi’nden arşivlerin açık olduğu ve Halaçoğlu ile aralarında böyle bir konuşma geçmediğine dair tekzip geldi), Halaçoğlu’nun bu arşivlerde ne bulmayı umduğunu bilmiyoruz. Ancak yıllardır resmi tezi radikal biçimde sorgulayan Taner Akçam, tehcir konusundaki en savunmacı pozisyonda olduğu bilinen Osmanlı Arşivlerinde bile hala ‘Türk resmi tezi’ni çürütmeye yetecek sayıda ve nitelikte belgenin bulunduğunu iddia ediyor. Nitekim bu tezini İletişim Yayınları’ndan 2008 yılında çıkan kısa adıyla ‘Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’ adlı kitabıyla ispat etmeye koyuldu.



RESMÎ TARİH . Bu kitapta aşağıda bir özetini sunduğumuz arşivlere ilişkin bilgiler ve Yusuf Halaçoğlu’nun Ermeni Tehciri ve Gerçekler, 1914-1918 (Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2001) kitabında dile getirdiği bazı iddialara yönelik eleştiriler de var. Halaçoğlu henüz ne bu iddialara, ne de bu kitabın bütününe ilişkin bir yorumda bulunmadı. Hâlbuki, ağırlıklı olarak Osmanlı arşivlerine dayanarak hazırlanmış kitabın iddialarını Boston’daki Taşnak arşivinde bulmayı hayal ettiği belgelerle çürütmesi pek kolay görünmüyor. Halaçoğlu’nun resmi tezi savunmak için yaptığı bu sansasyonel atak eğer dikkatleri Akçam’ın kitabından uzaklaştırmayı hedeflemiyorsa, topu taca atarak, iç kamuoyunu bir süre daha oyalamayı hedefliyor. Peki, bu konuda gerçek durum nedir? Önce olumlu olaylardan bahsedelim. Ermeni Tehciri konusunda çalışmak isteyen biri için çok önemli bir kaynak olan Başbakanlık Osmanlı Arşivi eskiden kataloglama işlemlerinin tamamlanmamış olması gibi teknik nedenlerle ya da hükümet politikaları nedeniyle araştırmacılar tarafından özgürce kullanılamıyordu. Bir zamanlar arşivde çalışan akademisyenlerin sorguya çekilmesi, belge verilmemesi ve hatta arşivden atılmaları gibi birçok tatsız olay yaşandı. (Bir örnek olarak bakınız; Ara Sarafyan, "The Ottoman Archives Debate and the Armenian Genocide", http://www.gomidas.org/forum/archives.pdf ) Fakat özellikle son yıllarda Arşiv'de ciddi değişiklikler oldu. Hem yeni kataloglar araştırmacıların hizmetine sunuldu hem de araştırmacıların hakaret ve tehditlere muhatap olması son buldu.



ŞİFRE KALEMİ BELGELERİ . Başbakanlık Arşivi’nin içerdiği belgelere gelirsek; Ermeni Tehciri konusunda çalışmak isteyen biri için Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi belgeleri çok önemli bir kaynaktır. Bunlar esas olarak merkezden taşraya çekilen kısa telgraflardır. Vilâyetlerden bu telgraflara gelen cevaplar ise kısmen Emniyet Umum Müdürlüğü Birinci, İkinci ve Üçüncü Şube evrakı içinde dağınık olarak bulunur. Ancak bugün bu evrak arasında, doğrudan Ermeni sürgünleri ile ilgili evrak neredeyse yok gibidir. Bu evrakların nerede oldukları bilinmemektedir. Yine aynı arşivde bulunan Hariciye Nezareti gibi başka dairelere ait belgelerden geniş bir seçme yapılmış ve internet ortamına konmuştur. http://www.devletarsivleri.gov.tr adresinden ulaşılabilecek bu belgelerin toplam sayısı 1.500'ün üzerindedir. Bunlar resmi tezi desteklemek amacıyla özel olarak seçilmiş belgeler olmakla birlikte, orijinal arşiv belgelerinin internet ortamına konulması son yıllarda arşivlerde yaşanan olumlu gelişmeleri göstermektedir.



MECLİS-İ MEBUSAN ZABITLARI . Bir başka önemli kaynak, 1918 Kasım-Aralık aylarında Ermeni tehcir ve öldürmeleri konusunda yoğun tartışmalara sahne olan Osmanlı Meclis-i Mebusan zabıtlarıdır. Bunlar, TBMM tarafından transkripsiyonu yapılarak yayınlanmıştır. Aynı döneme ait bir başka kaynak Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından, savaş yıllarında hükümet üyelerinin (savaş ve tehcir) suçlarını araştırmak amacıyla oluşturulan ve 5. Şube olarak bilinen komisyona ait tutanaklardır. Bu tutanaklar Necmettin Sahir (Sılan) Bey tarafından tutulmuş ve İstanbul Meclis-i Mebusan Matbaası tarafından 1334 (1919) tarihinde basılmıştır. Kitabın yeniden basımını, Osman Selim Kocahanoğlu, İttihat ve Terakki'nin Sorgulanması ve Yargılanması (İstanbul, Temel Yayınları adıyla 1998 yılında yapmıştır. Ancak yine Meclis tarafından Ermenilere yönelik tehcir ve katliam suçlarını kovuşturmak amacıyla, 24 Kasım 1918 tarihinde kurulan Tedkik-i Seyyiat Komisyonu’nun belgelerinin nerede olduğu bilinmemektedir. Bunların 1922 sonrasında, İstanbul'un Ankara Hükümetinin kontrolü altına girmiş olması nedeniyle İstanbul Örfi İdare (Sıkıyönetim) Kumandanlığı tarafından Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı'na aktarılmış olması gerekir ancak belgelerin Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt ve Denetleme Başkanlığı (ATASE) arşivinde olup olmadığına dair herhangi bir bilgi veya açıklama bugüne kadar yapılmamıştır.



TAKVİM-İ VEKAYİLER . Üçüncü grup önemli kaynak, dönemin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi'de yayınlandıkları kadarıyla, 1919-21 yıllarında İstanbul Divan-ı Harb-i Örfi'de görülen İttihat ve Terakki merkez ve yerel yöneticileri aleyhine açılan davalara ilişkin belgelerdir. Bu gazetede toplam 63 davadan sadece 12’sine ait bazı belgeler yayınlanmıştır. Bu davalardan İttihat ve Terakki Merkez Komite ve Teşkilat-ı Mahsusa sorumlularına karşı açılan dava ile dönemin Bakanlar Kurulu mensupları aleyhine açılan dava gerek iddianame gerekse sanık ifadeleri nedeniyle çok önemlidir. Önce ayrı davalar olarak başlayan sonra ortak bir kararla sonuçlanan 14 oturumluk bu yargılama sürecinin duruşma tutanakları, iki iddianamesi ve ortak karar sureti tam metin olarak Takvim-i Vekayi'de yayınlanmıştır. İttihat ve Terakki’nin parti sekreterleri davasının toplam 13 oturumundan sadece ilk üç oturumu ve karar sureti yayınlanmıştır. Geriye kalan 10 davanın ise ya Yozgat ve Trabzon davalarında olduğu gibi sadece karar suretleri ya da Erzincan ve Bayburt davalarında olduğu gibi, kararların Padişahça onayları yayınlanmıştır. (Ancak gazetede yayınlanan davaların da, yayınlanmayan davaların da belgelerinin asılları ortada yoktur.)Takvim-i Vekayi'de yayınlanmış bu belge tutanakları, V. N. Dadrian ve Taner Akçam kitap haline getirilmiştir ve yakında Bilgi Üniversitesi Yayınları arasında yayınlanacaktır.



İSTANBUL BASINI . Dördüncü önemli kaynak grubu 1918-22 arası İstanbul basınıdır. Her ne kadar, resmi tarih yazımında ‘Mütareke Basını’ diye yaftalanarak nesnellikleri üzerinde ciddi bir kuşku bulutu yaratılmışsa da, dönemi biraz araştıranlar, Mondros Mütarekesi’ni izleyen yıllarda üzerindeki İttihatçı ve Saray baskısından kurtulan basının başta Ermenilere yönelik politikalar olmak üzere, savaş dönemi olayları hakkında son derece ayrıntılı bilgiler aktardıklarını görebilir. İstanbul, Erzincan ve Bayburt davalarının karar suretleri gibi, Takvim-i Vekayi’lerde bulunmayan birçok belge ile tehcire doğrundan katılmış veya şahit olmuş kişilerin mahkeme ifadeleri veya anıları basınında yer bulmuştur. Örneğin Halep Valisi Celal Bey'in anıları Vakit gazetesinin 10-13 Kânunievvel (Aralık) 1918 tarihli sayılarında üç bölüm halinde; III. Ordu Kumandanı Vehip Paşa'nın mahkeme ifadesi 31 Mart 1919 tarihli Vakit gazetesinde yayınlanmıştır. Tehcirde görev alan Çerkez Hasan Amca adlı görevlinin "Tehcirin İç Yüzü" adlı yazı dizisi, Alemdar gazetesinde 19 Haziran 1919'da başlamış ancak 28 Haziran 1919'da yayınlanan 8. tefrikada arkası geleceği bildirilmesine rağmen kesilmiştir.



KUDÜS ARŞİVİ . Bir diğer önemli kaynak Kudüs Patrikhane Arşivi’dir. Bu arşivin özelliği, yukarıda sözünü ettiğimiz Tedkik-i Seyyiat Komisyonu’nun bugün kayıp olan bazı belgelerinin kopyalarını ihtiva etmesidir. Bu kopyalar, o yıllarda Divan-ı Harb-i Örfilerde çalışan bazı Ermeni memurlar tarafından mahkeme dosyalarından gizlice elle kopyalanmıştır. Ancak arşiv araştırmacılara açık değildir. Bu arşivin araştırmacılara kapalı tutulması son derece yanlıştır.



TAŞNAK ARŞİVİ . Halaçoğlu’nun 20 milyon dolarlık şovunun konusu olan Boston’daki Taşnak arşivi ise, Türk tarafına göre kapalı, Ermeni tarafına göre açık. Gerçek durumu ancak bu arşivlerde çalışmak üzere eyleme geçen araştırmacılar söyleyebilir. Velev ki Yusuf Halaçoğlu’nun dediği gibi kapalı olsun, bu arşiv ‘sosyalist-milliyetçi’ bir çizgide faaliyet gösteren Taşnaklar’ın o günlerde siyasi tartışmalarını anlatması açısından muhtemelen ilginç bilgiler içerir, ancak bu arşivlerden elde edilecek en uç noktadaki bulgular bile Taşnaklar’la hiç bir ilişkisi olmayan yüz binlerce insanın Türk milliyetçiliğinin kurbanı olmasını haklı çıkarmayacağı için Halaçoğlu’nun 20 milyon dolarına yazıktır.



ANDONYAN BELGELERİ . Önemli bir belge grubu da, 1914’teki seferberlik sırasında orduda mektup ve yazışmaları okuyan memur olarak görevli Aram Andonyan adlı bir Ermeni’nin tehcirden sağ çıkan Ermeni erkeklerin, kadınların ve çocukların şahitlikleri ile Halep’teki tehcir komitesinin genel sekreteri Naim Bey adındaki bir Türk yetkiliden aldığı, Naim Bey’in görevi sırasında edindiğini söylediği çok sayıda belge, telgraf ve kararnamenin de içinde bulunduğu anılarından oluşan The Memoirs of Naim Bey: Turkish Official Documents Relating to the Deportations and Massacres of Armenians adlı kitaptır. 1920’de Ermenice, 1965’te ise Fransızca ve İngilizce olarak basılan kitaptaki belgelerin asılları henüz bulunmadığı için, resmi tarihçiler bu kaynağı dikkate almama eğilimindedir. Halbuki, bu anı kitabı ile bazı arşiv belgeleri uyum içindedir. Elbette başlı başına bir yazı konusu olmayı hak eden İngiliz, Amerikan, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus arşivleri ile, o yıllarda Osmanlı ülkesinde bulunan misyonerler, gazeteciler, araştırmacılar, yardım kuruluşu mensupları ve bir dizi başka aktörün derlediği belge ve bilgiler de var. Üstelik bu kaynakların tümünden yararlanılarak oluşturulmuş binlerce kitap var. Kapalı tüm arşivlerin açılması elbette önemli ancak kamuoyunda, ‘Taşnak arşivleri açılmazsa gerçek ortaya çıkmaz’ havası yaratmak, en hafifinden etik değil.







Bazı Osmanlı Belgeleri Neden Ortada Yok?




Yerli ve yabancı arşiv belgeleri, mahkeme tutanakları, basında çıkan haberler, günlük ve hatıralar birlikte değerlendirildiğinde tehcir sırasında veya sonrasında bir çok belgenin bizzat zanlılar tarafından çalınmış ya da imha edilmiş olduğu anlaşılır. Bunların başında Teşkilat-ı Mahsusa'ya ait evraklar gelir. İkinci grup evrak, İttihat ve Terakki Merkez Komitesi'ne ait olanlardır. İstanbul’daki yargılamaların değişik oturumlarında, sanıklardan Midhat Şükrü (Bleda), ‘Küçük’ Talat (Muşkara) ve Ziya Gökalp verdikleri ifadelerde, bu evrakların Merkez Komite üyesi Doktor Nazım tarafından alındığını söylemişlerdir. (Takvim-i Vekayi, no. 3543, 8 Mayıs 1919)



EMVAL-İ METRUKE DEFTERLERİ . Üçüncü kayıp belge grubu Dahiliye Nezaretine ait bazı evraklardır. Örneğin, 30 Mayıs 1915 tarihli Meclis-i Vükela mazbatası ve 10 Haziran 1915 tarihli talimatnameyle oluşturulan tehcir edilen Ermenilerin mallarını takip için kurulan Emval-i Metruke (Terkedilmiş Mallar) Komisyonları’nın defterleri ortada yoktur. Şevket Süreyya Aydemir anılarında Talat Paşa'nın, yurt dışına kaçmadan önce "evvela bir bavul evrakla, Arnavutköy kıyısında (… ) bir yalıdaki dostuna" gittiğini; "bu evrakın yalının alt katındaki ocakta yakıldığını” duyduğunu söyler. (Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa, Cilt III, 1914-1922, Remzi Kitabevi, 1978, s. 468.)



ÇALINAN ASKERÎ BELGELER . Sadece yerli aktörler değil yabancılar da belge çalmıştır. Harp döneminde, Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulunan Hans F. L. Von Seeckt, Almanya'ya dönerken, Osmanlı Genelkurmayına ilişkin önemli belgeleri beraberinde götürmüştür. Sadrazam İzzet Paşa 6 Kasım 1918'de yazdığı bir mektupla hem durumu protesto etmiş hem de belgelerle birlikte, Talat, Enver ve Cemal başta olmak üzere Almanya'da bulunanların iadesini istemiştir. Berlin belgeleri geri gönderme sözü vermiş ama hiçbir zaman yerine getirmemiştir. Hans von Seeckt, görevi sırasında, resmi emirleri, gizli kararların ve geçersizliğini gösteren imaların takip etmesinin bir kural olduğunu anlatır. (Aktaran V. N. Dadrian, Documentation of the Armenian Genocide in German and Austrian Sources, Yay. Haz. Israel Charny, New Brunswick: Transaction Publishers, s. 109-110)



ENVER VE TALAT’IN TELGRAFHANELERİ . Yüzbaşı Selahattin anılarında Enver’in, resmi kanallardan Almanların gönlünü hoş tutmak için çektiği resmi telgrafları, daha sonra kendi evinde bulundurduğu ‘telgrafhaneden’ çektiği telle iptal ettiğini aktarır. (İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selehattin´in Romanı, Cilt 1, Remzi Kitabevi 1993, s. 292.) Tehciri yönlendiren beyin olan Talat’ın eski bir telgrafçı olarak evine özel bir hat kurduğunu ve haberleşmesini buradan yaptığını İTC Merkez Komitesi üyesi ve Hariciye Nazırı Halil Menteşe’nin anılarından öğreniriz. (Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, Yay. Haz. İsmail Arar, Hürriyet Yayınları, s. 216)



YAKILAN BELGELER . Başbakanlık Arşivi Dahiliye Nezareti kayıtları arasında bile "okunduktan sonra yakılması" istenen resmi devlet evrakına ilişkin kayıtlar mevcuttur. Örneğin, 22 Haziran 1915 tarihli, Talat Paşa imzasıyla Emniyet Umum Müdürlüğü tarafından bazı vali ve mutasarrıflara, isim verilerek çekilen şifreli bir telgrafta, sevk edilen kafileler içinde din değiştirenlere nasıl davranılması gerektiği bildirildikten sonra şunlar söylenir: "...ve bu tebligatımızın icab edenlere hususi surette tefhimi [bildirilmesi] ile işbu telgrafname kopyesinin telgrafhaneden ahz ettirilerek imhası [alınarak yok edilmesi]" (BOA/DH.ŞFR., nr. 54/100) Bir başka örnek, "bizzat hal olunacaktır" özel notu ile 23 Haziran 1915'te Musul ve Deyr-i Zor'a yollanan bir telgraftır. Telgrafta Ermenilerin yerleştirilmesi meselesine ilişkin son derece önemli bazı direktifler verilen telgraf şöyle biter: "işbu şifrenin lâzım gelenlere irâesinden sonra imhâsı tamimen tebliğ olunur." (BOA/DH.ŞFR. nr., 54/41) Belge yakma eylemi, yenilgi sonrası, mütareke döneminde de devam etmiştir. Talat Paşa kabinesinin istifa etmesi üzerine, 14 Ekim 1918'de kabineyi kuran Ahmet İzzet Paşa Harbiye Nazırlığını da üstlenmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’ün hatıralarına bakılırsa Paşa'nın yaptığı ilk işlerden birisi, "Teşkilat-ı Mahsusa Müdürlüğüne hemen çalışmalarını durdurması, arşivlerini yoketmesi (… ) talimatını" vermektir.(Aktaran, Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul, İletişim, 1983, s. 147)



POSTADA İMHA . Belgelerin imhası savaşın yenilgi ile sonuçlanacağının anlaşılması üzerine devam etmiştir. İstanbul'daki Divan-ı Harb-i Örfi yargılamalarında, 1914-1918 dönemi Bakanlar Kurulu üyeleri hakkında açılan davanın 3 Haziran 1919 tarihli oturumunda, eski Posta Bakanı Hüseyin Haşim, Harbiye Nezareti'ne ait belgelerin yakıldığı bilgisini verir. Bunun üzerine konu ile ilgili görülen Çatalca Posta ve Telgraf Müdür Vekil-i Sabıkı Osman Nuri Efendi hakkında evrak yakma suçu nedeniyle dava açılır. Dava 4 Ağustos 1919'da başlar. Sanık ifadesinde, "verilen emir üzerine bazı evrakı yaktım. Amirlerim kendi mesuliyyetleri tahtında olarak falan seneden falan seneye kadar olan evrakı yak dediler, yaktım" der. Davanın sonucu belli değildir. (Alemdar, 5, 6 Ağustos 1919) Refik Halid Karay mütareke döneminde Posta Telgraf Genel Müdürlüğü yapmıştır. Bu döneme ait anılarını 1948 yılında Aydede dergisinde yayınlarken, P.T.T.'de (Posta Telgraf Telefon İdaresi) uzun yıllar hizmette bulunmuş H. Sadık Durakan adlı bir memurdan, oldukça uzun bir mektup alır. Refik Halid, daha sonra anılarını topladığı kitapta bu mektubu aynen yayınlar. Buna göre, söz konusu memur, Mütareke döneminde PTT merkezlerindeki devlet muhabere evrakının düşman eline geçmesini önlemek maksadıyla Mehmet Emin Bey tarafından bütün merkezlere, mevcut resmi evrakın, telgraf kopya ve asıllarının tamamen imhası için emir gönderdiği anlatmaktadır. (Minelbab İlelmihrab, Mütareke Devri Anıları, İnkılap Kitabevi, 1992, s. 271-2.)



KİŞİSEL İMHALAR . Önemli bir İttihatçı olan, kaymakamlık, valilik gibi çeşitli idari görevler yanı sıra son İttihat ve Terakki kabinesinde Nafia Bakanı olarak da görev yapan, Adana'daki tehcir olaylarına katıldığı için tutuklanarak Malta'ya sürülen Ali Münif "İtilafçıların teşvikiyle bir taraftan harb suçluları, diğer taraftan kalburüstü İttihatçılar tevkif ve muhakeme ediliyordu (… ) evimin aranacağı haberini verdiler. Mühim bir şey bırakmadığımı zannederken, evimiz baskına uğradı ve buldukları bazı muhabere evrakı yüzünden tevkif edil(dim) (… ) Suç olarak hakkımda isnad edilen mevzu, Ermeni muhaceratıyla ilgili olarak, bu işi tahrik edişim gösteriliyordu (… ) bir bavulun cep kısmında (… ) Adana'dan Dahiliye nazırına keşide eylediğim telgraf müsveddeleri ele geçmişti (… ) Esasen daha mühim evrakı zamanında imha ettiğim halde, bunu bavulun küçük cebinde unutmuştum (… ) İmhasını unuttuğum bu vesika aleyhimde şuç delili olarak kullanılıyordu." (Taha Toros, Ali Münif Bey'in Hatıraları, İSİS, 1996, s. 96-7.) Milli Mücadele yıllarında Adalet Bakanı olarak görev yapan Ahmet Rıfat Çalıka anılarında şöyle der: "Savcı bir gün Vilâyete şifreli bir telgraf geldiğini, Kayseri'ye karma bir komisyon gelerek tehcir işini inceleyeceğini, şüpheli görülenler hakkında soruşturma ve kovuşturma yapacağını, evleri arayacağını... bana bildirdi. Okul arkadaşımla birlikte eve geldik, belge ve anılarımı yaktım." (Ahmet Rifat Çalika'nın Anıları, Hurşit Çalıka'nın özel yayını, 1992, s. 7, 15-6).



İNGİLİZ ARŞİVİNDEN . 24 Ocak 1919 tarihinde, İngilizler, Dahiliye Nezareti’nden Antep vilayetine çekilen bir telgraf örneğini ele geçirirler. Telgrafta, seferberlikten bu yana, bölgeye yollanmış resmi telgrafların orijinal örneklerinin imha edilmesi istenmektedir. (FO371/4174/15450: folio 182) 17 Haziran 1919 tarihinde, dönemin Dışişleri Bakanı Safa Bey, İngiliz Yüksek Komiserliği nezdinde, olayı protesto ederken, Diyarbakır Telgraf idaresinin kaza ve nahiyelere, 1914-1918 arasında aldıkları belgelerin orjinallerinin imha edilmesi konusunda bir tamim yolladığını kabul etmiştir. (FO371/4174/15450: folio 182) Şimdi Yusuf Halaçoğlu’na soralım: Acaba bu belgelerde neler vardı da imha edilmeleri gerekti?



Taner Akçam’ın Yusuf Halaçoğlu’na eleştirileri



Sorun sadece belgelerin yokluğunda değil. Mevcut belgelerin dürüstçe kullanımında da sorunlar var. Buna ilişkin bir örnek resmi Türk tezini savunmak amacıyla tehcir edilen Ermenilerden kalan malların bedellerinin Emval-i Metruke komisyonları tarafından sahiplerine gönderildiğine ilişkin iddialardır. Bu iddia Yusuf Halaçoğlu tarafından Ermeni Tehciri ve Gerçekler kitabında (s. 69) da tekrarlanıyor. Taner Akçam son kitabında buna ilişkin şunları söylüyor: “Resmi Türk tezini savunmak amacıyla kaleme alınmış bir çalışmada, ‘satılan malların bedelleri Emval-i Metruke komisyonları tarafından sahiplerine gönderilmiştir. Nitekim iskân mahallerine varan muhacirler, kendilerine aktarılan bu paralarla işlerini kurmuşlar ve bölgeye uyum sağlamışlardır", iddiası ileri sürülür. (Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, s. 69.) (… ) bu tezi ileri süren kişi 1989-1992 yılları arasında Başbakanlık Osmanlı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yapmış ve 1993 yılından beri de Türk Tarih Kurumu başkanıdır. Yazar, iddiasına kanıt olarak da üç adet Osmanlı belgesi sunmaktadır. İlginç olan şudur ki, iddaya kanıt olarak gösterilen bu telgrafların hiçbirisinin içeriği açıklanmamış, belgelerden herhangi bir alıntı yapılmamıştır. Aslında yapsaydı görülecek olan şu idi: Bu üç telgraf da tek bir olaya ilişkindir ve konunun muhatabı olan 3 ayrı yere aynı gün çekilmiştir. Üstelik telgrafların, Ermenilerin bıraktıkları malların satışından elde edilen gelirlerin, kendilerine iade edilmesi sorunu ile hiçbir alakası yoktur. (… ) Görüldüğü gibi, telgraflar sadece Eskişehir'den Ermeni mallarının satışından elde edilen bir miktar paranın, tehcir sırasındaki Hükümet masraflarının karşılanması ile ilgili olarak Halep'e yollanmasına ilişkindir. Osmanlı arşivlerinde genel müdürlük yapan, arşivdeki her kayda ve her belgeye, her an ulaşma şansı olan bir kişinin Ermenilere gittikleri yerde, geride bıraktıkları malların karşılıklarının kendilerine verildiğine ilişkin tek bir belge bulamamış olması ve konuyla alakası olmayan bazı belgeleri kasıtlı olarak çarpıtarak kullanması bile tek başına birçok şeyi anlatmaya yeter.”



1397 KİŞİ YALANI . Taner Akçam söz konusu kitabında, tehcirin Ermenilerin imhası amacına yönelik olmadığını iddia etmek için sıkça kullanılan bir argümanı da sorgulamış. İlk kez Kamuran Gürün’ün Ermeni Dosyası adlı kitabında (s. 88 ) dile getirdiği, ardından Yusuf Halaçoğlu’nun Ermeni Tehciri ve Gerçekler kitabında (s. 62’de 205 no’lu dipnot) tekrarladığı iddiaya göre ‘tehcir sırasında bazı memurların suiistimalleri olmuştur ama özel soruşturma kurulu oluşturularak suçlu bulunanlar örfi idare mahkemelerine sevkedilmiş, 1397 kişi hakkında soruşturma açılmış ve bunların büyük bir kısmı, idam da dahil olmak üzere, çeşitli cezalara çarptırılmıştır.’ Şimdi tekrar Taner Akçam’ı okuyalım: “Halaçoğlu'nun ‘ağır cezalara çarptırılma’ya kanıt olarak gösterdiği 12 belgenin tek tek içeriklerine baktığımızda, bu belgelerin hiçbirisinin Ermenilere yönelik suç işleyen memurların yargılanmaları ve ceza almaları ile ilgili olmadıkları görülür. Belgeler, Ermenilerin geride bıraktıkları mallara yönelik, yağma, hırsızlık, rüşvet ve zimmete mal geçirme gibi suçlarla ilgilidir ve çoğu da zaten yargılama sorunu ile alakalı değildir. (… ) Yukarıdaki belgeleri "Divan-ı Harp'te yargılanma" ve "ağır cezalara çarptırılma" örnekleri olarak sunan Halaçoğlu, yaptığı çarpıtmalarda bununla da yetinmemekte ve Ermenilere karşı faaliyetleri nedeniyle övülen devlet memurları hakkındaki belgeleri bile iddiasına kanıt olarak sunmaktan çekinmemektedir. Örneğin bir belge, Cemal Paşa tarafından görevden alınmış bir kaymakamın Talat Paşa tarafından övülerek yeniden göreve iade edilmesiyle ilgilidir. (… ) Bu belgenin, Ermenilere karşı suç işleyen devlet memurlarının "idam da dahil değişik hapis cezalarına çarptırılmasının" örneği olarak sunulması bilim adına bir ayıp, bir cinayet telakki edilmelidir.”

http://www.taraf.com.tr/makale/728.htm

Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
10.11.2008 22:28 (UTC)[alıntı yap]
Basında Türk Tarih Kurumu

Alıntı:
Taraf Gazetesinin 25.05.2008 tarihli nüshasında 'Taşnak Arşivini Bırak Osmanlı Arşivine Bak' başlıklı yazısına cevap.


Kaynak : Taraf, Günlük Ulusal Gazete, 15.06.2008


Osmanlı arşivleri neden 'yarı açık'

Ayşe Hür'ün Tarih Defteri, Yusuf Halaçoğlu ve Taner Akçam'ın Osmanlı arşivlerine ilişkin tartışmasına evsahipliği yapıyor

HALAÇOĞLU: ARŞİVLER AÇIK Ayşe Hür'ün 25 mayıs tarihinde gazetemizde yer alan "Taşnak arşivini bırak Osmanlı arşivine bak" yazısına Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu'ndan yanıt geldi. Halaçoğlu arşivlerin tümüyle açık olduğu iddiasında.

AKÇAM: YALAN SÖYLÜYORLAR

Halaçoğlu yanıtında Hür'ün yazısında ismi geçen tarihçi Taner Akçam'ı mevcut belgeleri tahrif etmekle suçluyor. Akçam'a göre ise Halaçoğlu yalan söylüyor, olmayan belgeleri var gibi gösteriyor, var olanları yok sayıyor.

TEŞEKKÜR

Aşağıda Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu'nun 25 Mayıs 2008'de bu sayfada yayınlanan 'Taşnak arşivini bırak, Osmanlı arşivine bak' başlıklı yazıma gönderdiği cevap mektubu var. Sayın Halaçoğlu, mektubu 29 mayısta gönderdiği halde, ancak bugün yayınlamamın nedeni, konunun taraflarından biri olan Taner Akçam'ın henüz kitabıyla ilgili bu tartışmadan haberdar olmamasıydı. Sayın Halaçoğlu'ndan, halen ABD'de yaşayan Taner Akçam'ı bilgilendirmek ve cevap yazmasına fırsat vermek için bir hafta izin istedim. Sayın Halaçoğlu büyük bir nezaketle bu izni verdi. Böylece, Taner Akçam, bir başka şehre taşınmakla uğraştığı sıkışık zamanında, Sayın Halaçoğlu'nun eleştirilerine cevap verdi. Bu cevabı karşı sayfada okuyabilirsiniz. Her iki yazara da, bana karşı anlayışlı tutumlarından dolayı çok teşekkür ederim.

AÇIKLAMA

Sayın Halaçoğlu, sanki ben 'Taşnak arşivleri açık' demişim, sanki ben Taşnak arşivlerinin kapalı olmasını onaylıyormuşum gibi imalı sözler sarf etmiş. Yine yazısının önemli bir bölümü, benim hiç değinmediğim 'Ermenilerin başlarına geleni hak edip etmedikleri' ve uğradıkları muamelenin 'soykırım olup olmadığı' meselelerine ayrılırken, Andonyan belgeleri hariç, Osmanlı ve Türk arşivleri ile ilgili iddialarıma değinmemiş. Bunlara rağmen, mektubun tamamını yayınlıyorum. Yer olmadığı için şimdilik sadece bir sorusuna cevap vereceğim: Sayın Halaçoğlu'nun tavrında 'yakışıksız' bulduğum, sanki kendi arşivlerimizde hiç sorun yokmuş gibi dikkatleri karşı tarafın arşivlerine yöneltme çabası idi. Üstelik o sansasyonel teklifi kime ve ne zaman yaptığına dair kuşkular vardı. Şimdi sözü Sayın Halaçoğlu'na bırakıyorum.

Yusuf Halaçoğlu cevap veriyor

Taraf Gazetesinin 25.05.2008 tarihli nüshasında "Taşnak Arşivini Bırak Osmanlı Arşivine Bak" başlıklı yazısında doğrudan tarafıma yöneltilen sorulara, iddialara ve suçlamalara karşı bu yazıyı yolluyorum. Aynı sahifede ve aynı puntolarla yayımlanmasını rica ederim. Prof. Dr.Yusuf Halaçoğlu TTK Başkanı

20 Mayıs 2008 tarihli Hürriyet Gazetesinin manşetinden verilen "20 Milyon $ verelim arşivleri açın" haberi üzerine değişik kesimlerden olumlu cevaplar aldım. 1915 olayları şayet doğru biçimde ortaya konmak isteniyorsa, en az Osmanlı arşivleri kadar Daşnak, Ermenistan ve Kudüs'teki diğer Ermeni arşivlerinin de incelenmesi ve açılması gerekir. Tabii ki bu konuda sadece bu arşivler değil, diğer üçüncü ülke arşivleri de önemlidir. Bugüne kadar sadece Osmanlı arşivlerinin açılması konusunda baskılar yapılmıştır. Peki Osmanlı'nın karşısında diğer taraf olan Ermenilere ait arşivlerin açılması neden dile getirilmemiştir. Halbuki bir tarih araştırmasında olayın tüm yanlarıyla objektif olarak ortaya konulabilmesi için her türlü belgenin görülmesi ve değerlendirilmesi gerekir. Bu aşamada Sayın Hür, benim Daşnak Arşivleri'nde ne bulacağımı soruyor. Siz Osmanlı Arşivleri'nde ne bulacağınızı umuyorsanız ben de aynı şekilde önemli bilgilere ulaşacağımı umut ediyorum ve de bununla ilgili olarak Rus Arşivleri'nde mevcut Daşnak belgeleri bana daha da güç veriyor. Öte yandan Ayşe hanım "teklifimin yakışıksızlığımdan söz ediyor. Neden yakışıksız olduğunu anlamakta zorluk çektim. Arşivin tasnifi için maddi yardımda bulunmak ne anlama gelir? Sanırım, bu arşivlerin açılmasının kendileri açısından hoş bulunmamasının sebepleri vardır. Bunu bilemem fakat, şayet Ermeni meslektaşlarımızla ve Ermenilerle diyalog kuracaksak, hiç çekinilmeden bütün arşivlerin açılması ve her ülkeden araştırıcıların araştırma yapmalarına izin verilmesi ve tarihle herkesin korkmadan yüzleşmesi gerekir. Diğer taraftan Diaspora tarafından Boston'daki Daşnak arşivlerinin açık olduğu "tekzibi'ne rağmen, başta Ara Sarafyan olmak üzere pek çok kişi arşivin sadece belli kişilere açık olduğunu belirtiyorlar.

Ayrıca danışmanlığını Kurumumuzdan Prof. Dr. Kemal Çiçek'in yaptığı ve TRT tarafından 2003'de çekilen bir belgeselde, bizzat Armenian National Comittee'den Dikran M. KHAUGIAN şu beyanatı vermiştir:

"Taşnaksutyun arşivleri açılmak üzere hazırlanıyor. Taşnaksutyun arşivleri açma sürecinde. Şimdiye kadar faydalanma imkânları kısıtlıydı, izinle giriliyordu. Mesele şu ki bu belgeler çok değerli, çok eski belgeler. Korumak için atılması gereken bazı adımlar var, açılmadan önce hiçbir zarar gelmemesini sağlamak lazım. Yani arşivler kısa bir süre sonra açılacak....".

Aynı röportajda Sayın KHALIGIAN arşiv tasnifi için büyük maddi kaynağa ihtiyaç olduğunu da belirtmiştir. Görüldüğü gibi, sadece Ermenilerin ve onlara destek veren birkaç kişi haricinde kimsenin araştırma yapmadığı görülmektedir. Beş araştırıcının araştırma yapması arşivin açık olduğunu ortaya koymaz. Öte yandan açık olmak demek bütün belgeleri görmek anlamına gelir. Halbuki sadece dört ciltlik yayın yapıldığı belirtilmektedir ki bunlar bilim alemine sunulmadığı gibi, seçme belgeler olup olmadığı da bilinmemektedir. Buna rağmen Ayşe Hanım Osmanlı arşivlerinin kapalı olduğu veya ayıklandığı iddiasında bulunup Taner Akçam'ı hararetle savunurken, aynı zamanda, Osmanlı Arşivlerindeki belgelerden de faydalandığını itiraf etmek durumunda kalıyor.

Osmanlı Arşivleri'nin ayıklandığı iddiaları bugün komik ve gülünç bir durum yaratıyor. Zira İstanbul'un işgali döneminde, İngilizler acaba neden böyle bir iddia ortaya atmamıştır. Üstelik Malta sürgünlerini yargılamak için delil ararken bu konu dikkatlerini çekmemiş midir? Yoksa bu tür bilgiler bir tahmin midir? O tarihteki gazetelerin değişik ülkelerden maddi destek aldıklarını göz önüne alırsak, başka nedenleri de göz ardı etmememiz gerekir. Öte yandan, ayıklama yapılıp yapılmadığını anlamak için, herşeyden önce Osmanlı yazışma dilini ve bürokrasisini iyi bilmek ve bunun için de Osmanlı Arşivleri'nde uzun süreli çalışmalar yapmak lazımdır. Bu şekilde uzun süreli çalışanlar, merkezden gönderilen yazıların bir çok yere gönderildiğini ve merkezdekiler yok edilse bile taşradakilerin imha edilemeyeceğini bilirler. Nitekim bu konuda Sayın Prof. Dr. Selim Deringil Osmanlı Arşivleri'nde ayıklama yapılamayacağını Hürriyet Gazetesi'nin 25 Nisan 2005 tarihli sayısında Sayın Safa Kaplanla yaptığı söyleşide ifade etmiştir. Aynı ifade Sayın Prof.Dr. Şükrü Hanioğlu'nca da dile getirilmiştir.

Öte yandan ATASE Arşivi'nde araştırma yapmanın neredeyse imkânsız olduğunu söylemek de önyargının bir sonucudur. Bunun için başvuruda bulunmasını öneririm. Sayın Hür Taner Akçam'ın "Ermeni Meselesi Hallolunmuştur" adlı kitabına atıfta bulunarak, Osmanlı Arşivleri'nde ayıklandıktan sonra bile, kalan belglerin soykırımı ortaya koyabileceğini iddia etmektedir. Ancak adı geçen kitapta kullanılan belgelerin, orjinalleriyle karşılaştırılması halinde , Sayın Akçam'ın iddialarının ne denli gerçekçi olmadığı görülür. Bu hususta vereceğim iki örnek belgelerin nasıl tahrif edildiğini ortaya koymaktadır. Birincisi, Akçam'ın "Ermeni Meselesi Hallolunmuştur" adlı kitaba ismini veren DH. ŞFR.nr. 55/290'da kayıtlı bulunan telgraftır. Sayın Akçam bu telgrafta: "Vilâyât-ı Şarkiyeye aid Ermeni Meselesi Hallolunmuştur" cümlesini, sadece "Ermeni Meselesi Hallolunmuştur" şeklinde vererek, okuyucuyu bütün Ermenilerin katledildiğine şartlandırılmaya çalışmaktadır (s. 182) Buradaki Vilâyât-ı Şarkiyeye (Doğu Vilâyetleri) kelimesi neden atılmıştır. Aslında cevabı gayet kolaydır. Bu şekilde bütün ülkede Ermenilerin topyekün saldırıya uğradıklarıve bunun bir "soykırım" olduğu ispat edilmek istenmektedir. Nitekim belgede, bundan sonra gelen can alıcı cümleler hiç kullanılmamış ve belgenin asıl yazılma sebebi kitapta yer bulmamıştır. Gerçekten de belgeyi ilim adamı ciddiyetiyle okuduğunuzda, Ermenilerin Ankara civarında tecavüze uğradıkları ve hatta sevke memur olanların jandarma ve ahalisinin "hiss-i hayvanîleri" ni tatmin için ırza saldırdıkları ve hırsızlık yaptıklarının haber alındığı ve bundan Nezaretçe büyük üzüntü duyulduğunun ifade edildiğini görürüz. Yani Ermenilerin katledilmemeleri bir yana, tecavüze uğramalarından bile ne kadar üzüntü duyulduğu aktarılmaktadır ve bunun için tedbirler alınması için emirler verilmiştir. Nitekim daha sonra, bu olaylara karışanlardan 146 kişi divan-ı harbe verilmiştir.

İkinci örnek ise s. 185'te Diyarbakır ve Dr. Reşid konusunun anlatıldığı, Talat Paşa tarafından Diyarbakır vilayetine gönderilen 29 Haziran 1331 (12 Temmuz 1915) tarihli şifre telgrafla ilgili anlatımdır. (DH., ŞFR. NR. 54/406). Burada da Sayın Akçam belgede can alıcı kısımları atlamıştır. Belgeyi "Son zamanlarda vilayet dahilindeki Ermeniler ile bilâ-tefrik-i mezhep Hıristiyanlar hakkında katliamlar tertip olunduğu... Diyarbekir'den sevk olunan eşhas vasıtasıyla Mardin'de murahhas ile Ermenilerden ve diğer hıristiyan ahaliden yediyüz kişinin geceleri şehirden harice çıkarılarak koyun gibi boğazlattırıldığı..." şeklinde vererek, Diarbakır'dan gönderilen şahısların Ermenileri katlettiği anlamını çıkarmıştır. "Ermeni Tehciri ve Gerçekler" kitabımda da kullandığım ve kitabın arkasına fotokopisini koyduğum bu belgede "tertip olunduğu... Diyarbekir'den sevk olunan" cümlesinin noktalı olarak bırakılan kısmına "ez-cümle ahiren" [bu cümleye bağlı olarak sonradan] kelimeleri girecektir. Bu iki kelime konulunca anlam tamamen değişmektedir. Şöyle ki: "Son zamanlarda vilayet dahilindeki Ermeniler ile Bilâ-tefrik-i mezhep Hıristiyanlar hakkında katliamlar tertip olunduğu, ez-cümle ahiren Diyarbekir'den sevk olunan eşhas vasıtasıyla, Mardin'de marhasa..." biçiminde olan cümlede, olaylardan sonra katliam haberinin doğru olup olmadığını tahkik için Diyarbakır'dan şahıslar gönderildiği ifade edilmektedir. Ayrıca Sayın Akçam "... Madin'de murahhas (devlet görevlisi) şeklinde yanlış bir okuyuş ve ifade yazarak da işin içine devlet görevlilerini sokmak istemektedir". Kelimenin aslı "Mardin'de Marhasa ve Ermenilerden ve diğer Hıristiyanlar'dan..." olacaktır. Marhasa Ermeni din adamına verilen isimdir; murahhas ise aza veya üye demektir (burada murahhasla ilgili bir konu yok). Yani Diyarbakır'dan gönderilen kimseler Mardin'de Ermeni din adamları ve Ermeni halk ile diğer Hıristiyandan işi tahkik etmişlerdir. Kitapla ilgili geniş bir tenkid Kurumumuzca hazırlanmaktadır.

Öte yandan çok güvenilir buldukları Andonya belgeleri ile ilgili olarak, Şinasi Orel-Süreyya Yüce tarafından, Ermenilerce Talat Paşa'ya atfedilen Telgrafların gerçek yüzü (Ankara, 1976) adı altında yayınlanan kitap, bu belgelerin sahteliğini ortaya koymuştur. Andonyan ailesi 1923 yılında ABD'ye göç etmiştir. Göç belgesi ektedir (EK-I). Bu zatın ortaya attığı ve Talat Paşa'ya ait olduğunu söylediği telgraflardan da iki örnek ekte sunulmaktadır ve Osmanlı telgraflarıyla hiç alakası olmadığı gibi yanlışlarla dolu sonradan yazılma oldukları basit bir göz tarafından bile tespit edilebilecek mahiyettedir (EK. II) .

Diğer taraftan, "Ermeni Tehciri ve Gerçekler" kitabımda yer alan ve Taner Akçam'ın tenkid ettiği hususlardan, burada bir iki sorusuna kısaca cevap vereceğim. Herşeyden önce tarafımdan Taner Akçama cevabım bir kitapla olmuştur. Şayet Ayşe Hanım "Sürgünden Soykırıma Ermeni İddiaları"kitabımı (Babıali Kültür Yayımcılık, İstanbul, 5. Baskı, şubat 2008. İlk baskısı şubat 2006) okuyacak olursa Akçam'ın sorularına belgeleriyle cevap verildiğini göreceklerdir. Nitekim kitapta 1915'de Ermenilerin Suriye'ye nakli sırasında, Ermeni kafilelerine saldıran, insanları öldüren, mallarını gasbeden veya kafileden kadınları kaçıranlar, bizzat Talat Paşa'nın imzasıyla Divan-ı Harbe verilmiştir. Mahkemenin 1916 yılının 19 şubat, 12 mart ve 22 mayısta verdiği kararlarında 67 kişi idama, 68 kişi Kürek ve Kalabend cezasına ve 524 kişi de 2-5 yıl arasında hapis cezasına çaptırmıştır. İdam cezaları infaz edilmiştir; bunlarla ilgili bilgi ve belgeler kitapta yer almaktadır. Ayrıca eserde hangi şehirden kaç kişinin mahkemeye sevkedildiği de liste halinde verilmiştir. Bunları teyiden Divan-ı Harb mahkeme kararından bir sahife de ekte sunulmaktadır (Bkz. Ek. III). Bu belgede, öldürmek bir yana Ermenilerin mallarını gasptan idam hükmü verildiği görülmektedir. Sanıyorum bu belgeler, "Akçam soruyor Halaçoğlu susuyor'a iyi bir cevaptır. Aslında biz cevabımızı çoktan vermiştik ama, sanırım kitabımı okumaya firsat bulamamışlardır. Nitekim Emlaki Metruke ile ilgili olarak da Eskişehir'den yollanan 200.000 kuruştan ayrı olarak yine emval-i metrukeden 600 bin kuruş daha yollandığı bu kitabımızda yer almaktadır. Savaş halinde olan bir devletin, vatandaşlarının ölmemesi için yaptığı bir. uygulama olarak nitelendirmek yerine, Ermeni mallarının devlet tarafından kullanıldığı gibi basit bir düşünce içine girenlerin, aynı dönemde Ermenilerin sevk ve iskanı için devlet bütçesinden 68 milyon kuruş Dahiliye Nezaretine ek ödenek verildiği ve gönderildiğini, aynı şekilde Sıhhiye Nezaretine de 13.467.400 kuruş tahsis edildiği ve yollandığını görmezden gelmeleri iyi değerlendirilmelidir. Aynı tarihte vilayetlere gönderilen nakit ise 3.166.900 kuruştur. İşte bunun 800 bin kuruşu emlak-i metruke mallarındandır. Bu meblağ kimler için yollanmıştır? Bunu o sırada ABD'nin Halep konsolosu J. B. Jackson'ın büyükelçileri Henry Morgenthau'a yolladığı 8 Şubat 1916 tarihli raporunda yer alan 500 bin Ermeni göçmenin Haleb'e geldiği ve 486 bin kişiye yardım edildiği ifadesi cevaplamaktadır (Belgenin fotokopisi kitapta yer almaktadır). Jackson bunların hangi şehir ve köylere yerleştirildiğini de bu yazısında belirtmiştir. Ayrıca yabancı yardım kuruluşlarının bizzat Talat Paşa'nın imzasıyla muhtaç Ermenilere yardım etmesi izni verildiği de bu kitapta belge numaralarıyla yer almaktadır. Öte yandan Osmanlı Devleti'nin Ermeni göçmenlerden büyüklere 3 kuruş, çocuklara 60 para gündelik tahsis edildiğini de, sırf soykırım olduğunu ispat etmek için gözardı etmektedirler. Bu tahsisatın, Konya'daki Amerikan hastahanesi doktorlarından Dr. W. M. Post tarafından da büyükelçi Morgenthau'a yollanan yazısında, büyüklere 1 kuruş ve küçüklere 20 para olarak yer verildiğini görüyoruz.

Bu arada başta Sayın Hür olmak üzere bu tür iddiada bulunanlar, "soykırım" suçunun ne anlama geldiğini herhalde iyi biliyor olmaları gerekir. Yani Ermeni mallarına el konulması veya sürgün edilmenin "soykırım" olarak adlandırılamayacağı, Osmanlı Arşivinin ayıklandığını ileri sürerek, bu iddialarının ispat edilemeyeceğini, hatta hatta Ermenilerin hayatlarını kaybetmiş olmalarının da "soykırım" olarak adlandırılmayacağım biliyor olmaları gerekir. Nitekim savaş sonrasında 1.200.000 Ermeni'nin (farklı kimlik altında bulunanlar hariç yaşadığına ait Cenevre'deki Milletler Cemiyeti Arşivi'nde yer alan belgeler ile yine Ermeni Milli Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa'nın Fransa Dışişleri Bakanına yazdığı mektupta, İtilaf Devletleri yanında savaşan taraf oldukları ve ne kadar Osmanlı Ermenisi askerin Fransız, İngiliz ve Rus ordusunda görev yaptığı ve hayatını kaybettiğini bildiren raporları göz ardı mı edilecektir? Fransız ve Rus arşivlerinde de yer alan, o tarihteki Ermeni isyanları nasıl açıklanacaktır. Ve maalesef "biz resmi tarihçilerin" ayırt etmeksizin Türk uyruklu veya olmayan tüm bilim adamlarına tartışma veya birlikte araştırma yapma konusundaki çağrımıza, "gayrı resmi tarihçiler" olarak neden olumlu bir yanıt vermedikleri iyi değerlendirilmelidir. Tabii en önemlisi de, bizim aşağıdaki sorularımızı cevaplandırmalarıdır:

1- Ermeniler I. Dünya savaşı öncesi ve sırasında isyan ettiler mi?

2- Ermeniler Batılılarla askeri ve idari anlamda işbirliği yaptılar mı?

3- Osmanlılara karşı Rusya, İngiltere ve Fransa orduları içinde savaştılar mı?

4- Nazarbekov ve Andranik 1914 ve 1915'teki faaliyetlerini biliyor musunuz?

5- "Tehcir"e kadar olan dönemde, yani 27 Mayıs 1915'e kadar, Ermeni komitelerince ne kadar sivil Müslüman öldürüldü?

6- Van'ın Ruslara teslimini kim yaptı? Ve Van şehrini kim yaktı ve yıktı?

7- Savaş sonrasında ne kadar Ermeni hayatta kaldı?

8- Osmanlı Devleti dört cephede savaşırken, yani Kasım 1914 ile Mayıs 1915 arasında Anadolu'da kaç Ermeni isyanı oldu?

9- Hangi ülkelerden Ermeni Komitelerine silah aktarıldı?

10- Fransa için ölen Ermeniler hakkında bilginiz var mı?

11- Osmanlı yönetiminin ve halkının, Ermenilere karşı özel bir kin duymaları için hangi sebepler sayılabilir? (29 Mayıs 2008 )

***

TANER AKÇAM'IN YUSUF HALAÇOĞLU'NA CEVABI



Öncelikle,' Ermeni Meselesi Hallolunmuştur' Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar (İletişim Yayınları, Ocak 2008 ) adlı kitabımdan, Osmanlı Arşivleri ile ilgili yazdıklarımın geniş bir özetini yaptığı için Ayşe Hür'e teşekkür ederim. Ayşe Hür ayrıca, sayın Halaçoğlu hakkında kitapta yer alan bazı eleştirileri de, "Akçam soruyor, Halaçoğlu susuyor" başlığı ile sütunlarına taşıdı. Halaçoğlu'nun yazdığı cevap ile uğraşmadan önce, ayrıntılarda boğulmamak için konunun ne olduğunu kısaca hatırlatmak istiyorum:

1397 ÇARPITMASI

1915 tehcirinin, Ermenilerin imhası amacına yönelik olmadığını savunanların en sık başvurdukları argümanlardan birisi, Ermenilere kötü muamelede bulunan, konvoylara saldıran veya cinayet işleyen devlet görevlileri hakkında soruşturma açıldığıdır. Bu iddiaya göre, tehcir sırasında bazı memurların suistimalleri olmuştur ama özel soruşturma kurulu oluşturularak suçlu bulunanlar örfi idare mahkemelerine sevkedilmiş, 1397 kişi hakkında soruşturma açılmış ve bunların büyük bir kısmı, idam da dahil olmak üzere, çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Ben kitabımda, Osmanlı belgelerine dayanarak bu iddianın doğru olmadığını göstermiş bulunuyorum. Osmanlı Arşivi'nde, tehcir edilen Ermenilere karşı cinayet vb. biçiminde suç işleyen devlet görevlileri aleyhine açılmış soruşturmalara ait belgelere rastlamak mümkün değildir. Çünkü İttihatçıların böyle bir politikası yoktu. Aksine, yine Osmanlı belgelerine dayanarak gösterdiğim gibi, eğer katillerden tesadüfen yakalananlar varsa onların tahliye edilmesi yoluna gidilmiştir. Ayrıca gene tek tek örneklerini de verdiğim gibi, İttihat ve Terakki Partisi, ileride başına sorun yaratacağını tahmin ettiği sınırlı sayıda bazı Teşkilat-ı Mahsusa üyelerini, çeşitli bahanelerle ortadan kaldırma yoluna gitmiştir.

İNSANA DEĞİL, MALA ÖZEN

Osmanlı belgelerinin bize gösterdiği bir başka gerçek, hükümetin, insan olarak Ermenilere göstermediği hassasiyeti, onların geride bıraktıkları mallarına karşı göstermiş olduğudur. Ermeni mallarına kendisi el koymak isteyen Osmanlı Hükümeti, malların yağma edilmesini engellemek için ciddi çaba harcamıştır. Kurulduğu iddia edilen komisyonlar, açıldığı iddia edilen soruşturmalar ve davalar malları zimmetine geçiren ve yağma eden kişilere ilişkindir. Ermenilere karşı suç işleyen, cinayet işleyen, katliamları düzenleyenlere yönelik herhangi bir soruşturma açılmamıştır. Yusuf Halaçoğlu'nun Ermeni Tehciri ve Gerçekler (1914-1918 ), (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2001) adlı kitabında söylediklerine bu yalan kampanyasına bir örnek teşkil ettiği için değinmiş ve kendisini Osmanlı belgelerini tahrif etmekle, içerdikleri bilgileri yanlış aktarmakla suçlamıştım. Bu eleştirilerime verdiği cevapta Halaçoğlu aslında benim haklı olduğumu tekrar etmektedir o kadar. Şöyle ki;

I) Yusuf Halaçoğlu söz konusu kitabının, "Ermeni Kafilelerine Yapılan Saldırılar ve Buna karşı Devletin Aldığı Tebdirler" bölümünde, "kafilelerin sevki sırasında ihmali ve yolsuzluğu görülen görevlileri tesbit etmek üzere tahkik heyetleri kurulmuş" olduğunu söyledikten sonra, bu komisyonun raporlarına dayanarak, kafilelere saldıran ve Ermenilere kötü muamele yapanlar hakkında da soruşturmalar açıldığını iddia etmiştir. Halaçoğlu'na göre, pek çok devlet görevlisi, "Divan-ı Harblerde yargılanarak ağır cezalara" çarptırılmışlardır. Halaçoğlu bu iddiasına kanıtı olarak da 12 belge numarası vermiştir. [Dahiliye Şifre Kalemi 54-A/236; 55-A/146; 55-A/157; 58/141; 58/278; 61/165; 57/105; 57/116; 57/143; 57/4.16; 59/196; 59/235]

GASP VE ZİMMET DAVALARI

Oysa Halaçoğlu yalan söylemekteydi, çünkü bu belgelerin hiçbirisi, Divan-ı Harplerde yargılamalar ve bunun sonucu ağır cezalara çarptırılmalar ile ilgili değildi. Kitabımda tek tek gösterdiğim gibi, söz konusu belgeler sadece Ermeni mallarının gasp edilmesi, zimmete mal ve para geçirme suçları ile ilgilidir. Talat Paşa bu belgelerde zimmet, rüşvet gibi konularda ya sadece "görüş bildirilmesini" [59/196] ya tahkikat yapılmasını [55-A/156] ya da ilgili kişinin görevden el çektirilmesini istemektedir. [57/413]. İki belgede zimmete mal geçirme ile ilgili Divan-ı Harp'te yargılanma için izin verilmesi ile ilgilidir, [57/416;61/165].

Bu belgelerin Divan-ı Harp'te yargılanma ve ağır cezalara çarptırılma örnekleri olarak sunmaktan çekinmeyen Halaçoğlu, yaptığı çarpıtmalarda bununla da yetinmemiş ve sürgün sırasındaki başarılı faaliyetleri nedeniyle övülen devlet memurları ile ilgili belgeleri bile "Divan-ı Harblerde yargılanma" ve "ağır ceza" almaya kanıt olarak sunmakta bir mahzur görmemiştir. Örneğin 58/141 nolu belgede (28 Kasım 1915 tarihli telgraf) Talat, Cemal Paşa'ya, her hangi bir kaymakamı görevden alma yetkisine sahip olup olmadığını hatırlatmakta ve Cemal Paşa tarafından görevden alınmış bir kaymakamı överek yeniden göreve iade etmektedir. Kitabımda sordum, şimdi de soruyorum: bu belgeleri, Ermenilere karşı suç işleyen devlet memurlarının "idamda dahil değişik hapis cezalarına çarptırılmasının" örneği olarak sunmak bilim adına işlenmiş bir suç, bir ayıp değilmidir?

ŞAPKADAN ÇIKAN 13. BELGE

Şimdi, Yusuf Halaçoğlu'ndan beklenen nedir? Bu numarasını verdiğim belgelerden alıntılar yaparak, benim yalan söylediğimi göstermesi değil midir? Sayın Halaçoğlu'nun cevabı yazısında bakınız, sadece bir başka kitabına atıfta bulunuyor ve bu kitapta "Akçam'ın sorularına belgeleriyle cevap verildiğini" söylüyor". Oysa (Sürgünden Soykırıma Ermeni İddiaları ilgili kitaba baktığınızda göreceğiniz şu olacaktır: Kitabın "Tehcir Suçluları" (s. 91-96 ) bölümünde, benim eleştirdiğim 2001 yılına ait kitabındaki bilgiler aynen tekrar edilmekte ve ama daha önceki kitabında hiç alıntı yapılmayan 12 belgenin bazılarından sınırlı alıntılar yapılmaktadır, o kadar. Yani ortada yeni bir durum yok.

Benim eleştirim 12 belgenin hiç birisinde "Divan-ı Harbilerde yargılanma ve ağır cezalar alma" ile ilgili bilgi olmadığı idi. Sayın Halaçoğlu, "hayır, belgelerde Divan-ı Harbi örfilerde alınmış ağır cezalara ilişkin bilgi vardır", diyemiyor. Bunun yerine şapkadan 13. bir belge çıkartıyor. Ama bu 13. belge de (Divan-ı Harbi örfilerde yargılanma listesi) benim iddilarımı kanıtlıyor.

Görüleceği gibi, 12 Mart 1916 tarihli Suriye Divan-ı Harbi Örfisine ait olduğunu söylediği bu belgede, 16 yargılamaya ilişkin bilgi vardır. Bu 16 davadan Çerkez Ahmet [Halaçoğlu kitabında yanlışlıkla Ahmet oğlu Recep diye çevirmiş, doğrusu Recep oğlu Ahmet olacak] ve arkadaşınınki hariç, 14 dava Ermeni mallarını gasp etme ile ilgilidir. Bu davalardan 9'u ya reddedilmiş ya da beraatle sonuçlanmıştır. 5 gasp davasında ceza verilmiş fakat ceza tatbik edilmemiştir. (Belgenin Türkçesi için bakınız EK-I)

Sözü geçen Çerkez Ahmet ise, 17 Eylül 1915'te idam edilen bir Teşkilat-ı Mahsusa üyesidir. Talat Paşa idam kararı onaylarken, Cemal Paşaya bir telgraf gönderir ve "kendisinin imhası her halükârda gereklidir. Aksi takdirde, ileride çok zararlı olabilir" der. Bu ve bunun gibi imha edilen bazı Teşkilat-ı Mahsusa üyelerine ilişkin bilgi söz konusu kitabımın 247-252. sayfalarında mevcuttur.

YENİ BİR ŞEY SÖYLEMİYOR

Tekrar etmekte fayda var, tartışmanın özü şudur: Ermenilere kötü muamele yaptıkları için, öldürdükleri için, cinayetler işledikleri için, ölümlerine yol açtıkları için YANİ ERMENİ İNSANINA İNSAN OLARAK ZARAR VERDİKLERİ İÇİN sistematik soruşturma yapılmış davalar açılmış mıdır? HAYIR. Peki tesadüfen yakalanan bazı katiller merkezi emirle serbest bırakılmışlar mıdır? EVET. İttihat ve Terakki, cinayetler nedeniyle sistemli bir soruşturma açmamış ve ama yakalanan katilleri şerbet bıraktırmıştır. Peki Ermeni mallarını zimmete geçirdikleri için, mallara devletin yerine kendileri el koydukları için devlet memurları hakkında soruşturma açılmışmıdır? EVET. Peki bu soruşturmalar başarılı olmuşmudur ? HAYIR. Halaçoğlu'nun tek belgesinden bile bu durum bellidir. Mal mülk çalanın elinde kalmıştır. Aslında bunun için belgeye bile gerek yok. Anadoludaki hikayeleri dinleyin yeter.

II. Sayın Halaçoğlu'na ikinci eleştirim Ermeni Tehciri ve Gerçekler kitabında ileri sürdüğü bir başka tezin de yalan olduğudur. Şöyle diyor kitabında Halaçoğlu, "satılan malların bedelleri Emval-i Metruke komisyonları tarafından sahiplerine gönderilmiştir". Nitekim iskan mahallerine varan muhacirler, kendilerine aktarılan bu paralarla işlerini kurmuşlar ve bölgeye uyum sağlamışlardır.(s. 69) Bu tezine kanıt olarak da kitabında ç ayrı belge numarası vermektedir [DH. ŞFR. 57/348;57/349;57/350]

Görüldüğü gibi ortada kocamn bir iddia ve üç belge numarası vardır. İddia, gittikleri yerlerde, geride bıraktıkları malların karşılığının Ermenilere verildiğidir. Bu iddia doğru değildir ve Sayın Halaçoğlu bilerek yalan söylemektedir. Osmanlı arşivinde, Ermenilere geride bıraktıkları mallarının karşılıklarının ilişkin belgeleri boşuna ararsınız, çünkü yoktur. Bunun için de bu tezi ileri sürenleryalan söylemekten çekinmezler. Yusuf Halaçoğlu, "satılan malların bedelleri...sahiplerine gönderilmiştir," Ermeniler "kendilerine aktarılan bu paralarla işlerini kurmuşlardır" der ve buna üç belgeyi örnek verirken herhalde hiç kimsenin bu üç belgeyi alıp okuyacağını tahmin etmemiştir. Belgeler okununca görülecektir ki, söz konusu olan üç belgede sadece Eskişehirden ve de oda Ermenilere verilmek üzere değil, Ermenilerin sevkleri sırasındaki hükümet harcamalarını karşılamak için Halep valiliğine yollanmaktadır. Yani para valilik giderlerini karşılamak için kullanılacaktır.

NİYE BİNLERCE BELGE YOK?

Zaten normal olarak, Ermenilere gittikleri yerlerde mallarının karşılığı teslim edilmiştir gibi büyük bir iddianın kanıtı sadece üç tane belge ile sınırlı olmaz. Eğer Suriye ve Irak'a "yerleştirilen" Ermenilerinin mallarını karşılığı kendilerine verilmişse bu konuda yüzbinlerce belge olması gerekir. Ama böyle belgeleri aramak boşunadır, yoktur.

Aslında Ermenilere gittikleri yerlerde mallarının karşılığının verilmediğinin basit bir başka göstergesi daha vardır. Eğer Hükümet tarafından yapılan 11 Mart 1919 tarihli resmi açıklamayı esas alırsak, bu tarihe kadar 101,747 Ermeni geri dönmüş ve çoğu eski yerlerine yerleştirilmişlerdir [Memleket Gazetesi 12 Mart 1919]. Bu geri dönen ve yerleştirilen insanlardan hiç birisine, eski yerlerine yerleştirilirken, "kardeşim biz senin bu malının karşılığını gittiğin yere göndermiştik, şimdi senin bu malı geri alman için sana yaptığımız ödemeyi bize geri vermen gerekir" denmemiştir.

YARDIM YALANI

Cevap mektubunu okursanız göreceksiniz ki, sayın Halaçoğlu, tartışmanın konusunu değiştirmektedir. Ermenilere gittikleri yerlerde, geride bıraktıkları mallarının karşılıkları ödenmiş midir tartışmasını, ustaca, tehcir sırasında, yollarda Ermeni kafilelerine yardım yapılmış mıdır, tartışmasına çeviriyor. Ve bunu ispatlayacağını zannettiği, sürgün sırasında hükümetin harcamalarına ilişkin para transferlerinden söz eden bazı belgelerden alıntılar yapıyor. Sayın Halaçoğlu, hükümetin konvoylara yardımda bulunduğunu ispat etmek için açıkça belge çarpıtmaktan, tahrif etmekten çekinmemektedir. Örneğin, cevabi yazısında, sayın Halaçoğlu sürgün sırasında, yollarda Ermenilere düzenli tahsisat ödendiğini Konya'daki Amerikan hastahanesi doktorlarından Dr. W. M. Post'un raporuna dayanarak ispat etmeye çalışır. Ve buna göre, tahsisat, "büyüklere 1 kuruş ve küçüklere 20 para olarak" verilmekteymiş. Açık ki sayın Halaçoğlu söz - konusu belgeyi okumamış. Sürgünden Soykırıma Ermeni İddiaları adlı kitabında bu bilgiyi çalışma arkadaşı Kemal Çiçek'ten aldığını söylüyor. Kemal Çiçek belge tahrif etme ve çarpıtma uzmanıdır. Dr. W. M. Post'un ilgili raporunun bir kısmını Türk Tarih Kurumu'ndan yayınlanan Ermenilerin Zorunlu Göçü 1915-1917 adlı çalışmasında tahrif ederek yayınlamıştır. Meraklısı bu raporların tümünü, [Ara Sarafyan (ed.), United States Official Record on the Armenian Genocide 1915-1917, (Princeton, London: Gomidas Institute, 2004)] adlı eserin 245-257. sayfaları arasında okuyabilir. Post, "elbette hiç bir sağlık tebdiri yoktu" dediği ve günde 30-40 kişinin ölüsünün çıkartıldığı, kadın kaçırmanın, yağma, rüşvet ve gaspın kol gezdiği Konya kampını anlatmaktadır. Kemal Çiçek'de bu ifadeleri boşuna ararsınız, yoktur. "Yetişkinlere 1 kuruş çocuklara 20 para günlük harcirah" ise bir kaç günlük, sınırlı bir uygulamadır. Sayın Halaçoğlu, basit bir Ali-Cengiz oyunu ile bu cümleyi, hem tüm Ermeni konvoylarına, hem de tüm sürgün boyunca yapılan bir uygulama haline sokuvermiştir.

Sayın Halaçoğlu'nun belge tahrifatçılığında ve yalan bilgiler aktarmada sınır tanımıyor. Cevabi yazısında, yabancı yardım kuruluşlarının bizzat Talat Paşa'nın imzasıyla muhtaç Ermenilere yardım etmesi izni verildiği'ni de iddia ediyor. Okuyucuya kitabımın Yabancı Yardım Örgütlerinin tekliflerinin nasıl red edildiğine ilişkin 306-320 sayfalarına bakmasını salık veririm. Osmanlı belgeleri ile bile kolayca gösterilebilir ki, yabancıların yardım teklifleri sadece red edilmemiştir; yardım yapmak isteyenler ölümle tehdit edilmiş, tutuklanmış, hapse atılmışlardır.

İttihat Terakki'nin önde gelenleriyle bir grup asker, sivil yüksek görevli ve bazı yazarlar, 28 Mayıs 1919'dan itibaren savaş ve tehcir suçlarından dolayı sorgulanmak üzere Malta'ya götürülmüşlerdi. (fotoğraf: atlas dergisi)

"Fuzuli olan" ve "fuzuli olmayan" şiddet ayrımı

Sayın Halaçoğlu yazısında asılsız ve tuhaf bazı iddialarda da bulunmaktadır,

a) Sayın Halaçoğlu'na göre ben DH.ŞFR, 55/290 nolu telgraftaki, "Vilâyât-ı Şarkiyyeye aid Ermeni meselesi hallolunmuştur" cümlesini, sadece "Ermeni meselesi hallolunmuştur" şeklinde vererek, okuyucuyu bütün Ermenilerin katledildiğine şartlandırılmaya çalışmaktaymışım. Sayın Halaçoğlu, kitabımdan sayfa numarası vererek (s. 182) soruyor: Buradaki Vilâyât-ı Şarkiyye (Doğu Vilâyetleri) kelimesi neden atılmıştır? Ayrıca sayın Halaçoğlu, belgede, bundan sonra gelen can alıcı cümleleri hiç kullanmamış olduğumu yazıyor. Ne diyeyim? Açın 182. sayfaya bakın; tüm bir sayfa boyunca konulmadığı iddia edilen tüm kelime ve cümlelerin yer aldığı, tamamı aynen verilmiş bir belge göreceksiniz. Halaçoğlu'nun, görme ve okuma özürlüsü olduğunu bilmiyordum. Çok önemli bir belge olduğu için tümünü yayınladığım bu telgrafta, bizler için önemli olan nokta şudur: Bir ülkenin içişleri bakanı, "fuzuli olan" ve "fuzuli olmayan" şiddet ayırımı yapmaktadır ve "fuzuli olan" şiddete son verilmesini istemektedir. Ermenilere yönelik "fuzuli" olan ve "fuzuli olmayan" şiddet nedir sayın Halaçoğlu, ne dersiniz?

b) Sayın Halaçoğlu, DH, ŞFR. Nr.54/406 adlı belgeye ilişkin de benzeri şeyleri yapıyor ve bana Osmanlıca ders veriyor. Murahhasa kelimesini yanlış okuduğumu, aslında kelimenin marhasa olduğunu söyledikten sonra belge üzerinde derin analizlere giriyor. Birincisi, belgeyi ben çevirmedim. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan, Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (19151920) kitabında belgenin hem Türkçe transkripsiyonu (s. 69) hem de Osmanlıca orijinali vardır (s. 361) Belgedeki murahhasa kelimesi yanlış okunmamıştır ve Ermeni piskoposu demektir. Ben, kelimeyi yazarken kelime sonundaki (a) harfini yanlışlıkla atlamışım ve Türkçeleştirirken murahhas kelimesinin karşılığı olan "devlet veya bir teşekkül, bir kurum adına selahiyetli olarak bir yere gönderilen kimse" ifadesini kısaltarak "devlet görevlisi" demişim. Benim bildiğim Marhasa diye bir kelime yoktur. Bu kelime düşmesinin belgenin içeriği ile fazla bir alakası yoktur ve bu belgeye ilişkin Halaçoğlu yorumu tamamiyle yanlıştır. Katliamları Diyarbakır'dan Dr. Reşit'in gönderdiği kişiler işlemişlerdir. Başka kaynaklardan da bunu bilmekteyiz. Bu belgede bizim için önemli olan, "Ermeniler hakkında ittihaz edilen tedabir-i inzibatiye ve siyasiyenin diğer Hıristiyanlara teşmili katiyyen gayr-i caiz olduğu" ifadesidir. Belgede özetle, "biz size sadece Ermenileri öldürün, tüm Hıristiyanları öldürün demedik", denilmektedir. Mardin ve Diyarbakır katliamları için tahkikat yapıldığı sayın Yusuf Halaçoğlu'nun fantazisidir. Belge tamamiyle Almanların zorlaması ile yollanmıştır, hikâyesi kitabımda vardır ve herhangi bir soruşturma da yapılmamıştır aksine kitabımda da belgesini koyduğum gibi 28 Temmuz 1915'de Diyarbakır'da Ermenilerin yakalanmasındaki başarılarından dolayı polisler "terfi, mükafat-i nakti ve nişanla taltif edilmişlerdir, (s. 188 ) c) Yazısının sonunda sayın Halaçoğlu 11 adet soru sormakta ve soykırım konusunda bazı fikirler ileri sürmektedir. Gerek bu sorulardan gerek ileri sürdüğü fikirlerden anlaşılan sayın Halaçoğlu soykırım konusundaki temel bilgilerden bile habersizdir, bilgisizdir. Öğrenmesi gereken şeylerin başında şu vardır: kitlesel katliama uğramış bir grubun ne yapıp yapmadığının soykırım tartışması açısından hiç bir anlam ve önemi yoktur. Onun yazdıkları "Ermenilere yapılan soykırım mıdır, değil midir" sorusuna cevap teşkil etmez. Ancak, eğer soykırım yapılmış ise bunun niçin yapıldığının cevabı olabilir.

Sayın Halaçoğlu'nun anlayacağı dilden söyleyecek olursam, biz Hagop'a işkence yapılıp yapılmadığını tartışıyoruz; Halaçoğlu ise Hagop'un ne kadar katil, hırsız vb. biri olduğunu anlatmaktadır. Ayrıca Halaçoğlu'nun "Ermeniler" ifadesini kullanış tarzı bir bilim adamına yakışmamaktadır. Bu biraz PKK eylemlerini gerekçe gösterip, İstanbul ve İzmir'deki Kürtleri bundan sorumlu tutup tüm Kürtlerin cezalandırılması gerektiğini savunmaya benzer. Soykırım konusunda tartışmadan önce Türk Tarih Kurumu başkanı olacak kişinin bu konuya ilişkin temel bilgileri edinmesinde fayda vardır. Ve daha önemlisi şudur, artık, iç kamuoyuna propaganda yapmak esasına oturmuş, dışarda Türkiye'yi ve Türk tarihçisini son derece kötü duruma sokan bu ilkel ve yalana dayalı siyaset anlayışına bir son vermek gerekmektedir. Dürüst Türk tarihçileri, eğer uluslararası düzeyde itibar kazanmak istiyorlarsa, Türk Tarih Kurumunu, 'Türk Tahrifat Kurumu' haline sokan sayın Halaçoğlu ve ekibine karşı tavır almalıdırlar.:


http://www.ttk.org.tr/index.php?Page=Basinda&HaberNo=383



Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 301
Bütün postalar: 672
Bütün kullanıcılar: 736
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
 
  Bütün hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.  
 
Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono. Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden