Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono.
   
  SIMA XÊR AMÊ! DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ!
  PLATFORUM (şifreli)
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

******** SIMA XÊR AMÊ KURŞİYE WERENAYİŞİ ******** ***** DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ *****

PLATFORUM (şifreli) - 1937-1938’de Dersim’de neler oldu?1

Burdasın:
PLATFORUM (şifreli) => DERSİM ve DERSİM SOYKIRIMI => 1937-1938’de Dersim’de neler oldu?1

<-Geri

 1 

Devam->


Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
07.02.2009 21:58 (UTC)[alıntı yap]




1937-1938’de Dersim’de neler oldu?

Ayşe Hür - 16.11.2008



DERSİM’E RESMÎ BAKIŞ . Hatırlarsanız, 19-23 Ekim 2008 tarihleri arasında Taraf’ta yayınlanan ‘Osmanlı’dan Günümüze Kürtler ve Devlet’ başlıklı yazı dizisinin ‘Devletin isyanları önleme reçetesi’ adlı dördüncü bölümünü şöyle bitirmiştim: “Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” demişti. 1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) yöntemi açıkladı: “A. Bütün Dersimin hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye. B. Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çenberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersimden çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.”

OKŞAMAKLA OLMAZ . “Erkânı Harbiye Reisi’ne verilen raporda ise açık konuşulmuştu: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”... Bu konuya önümüzdeki haftalarda, 3 Ağustos 2008 tarihli ‘Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?’ başlıklı yazımı tekzip eden Sayın Nilüfer Bayar Gürsoy’un mektubuna cevap verirken değineceğim.” Bu hafta, Tayip Erdoğan’ın ‘Tek devlet, tek bayrağa karşı olan buyursun beğendiği yere gitsin’, Vecdi Gönül’ün ‘Rumlar ve Ermenler devam etseydi bugün aynı milli devlet olur muyduk?’ vecizeleriyle sembolize olan ırkçı zihniyetin en kanlı tezahürlerinden olan 1937-1938 Dersim harekâtlarının tarihçesini, önümüzdeki hafta ise söz konusu mektubu yayımlayacağım. Böylece her iki tarafın da ne dediği daha iyi anlaşılacak.

* * *

Bugün Tunceli, Bingöl, Erzincan, Elazığ’ı da içine alan bölgeye MÖ. 6 yüzyılda Pers Kralı Darius’un egemenliğinden dolayı Dranis deniyordu. Bundan 200 yıl sonra Yunan ülkesinden kalkıp Pers ülkesine giden efsanevi ‘On Binlerin Yürüyüşü’nü anlatan Xenophon’un Anabasis eserinde bölgenin adı Derxene olarak geçer. Ermenicenin ilk kez yazı dili olarak kullanılmaya başladığı 5. yüzyıla ait Ermeni kaynaklarında bölgeden Derjan diye söz edilir. Bitlis hükümdarı (Kürt düşmanı Şeref Han Bitlisi’nin 1597’de kaleme aldığı Şerefname’de ise “Derzini, içinde büyük bir kilise bulunan bir kaledir. Kale ahlaksız kâfirlerin elinde bulunduğu sırada, ona Derzir adını verirlerdi. Kaleyi Habil ve Kâbil istila ettikten sonra, adı kullanıla kullanıla Derzini şeklini aldı” satırlarını okuruz. Bütün bunların ‘Dersim’ adının erken biçimleri olduğu sanılır.

Genel olarak, Dersim adının Farsçada ‘kapı’ anlamına gelen ‘der’ ile ‘gümüş’ anlamına gelen ‘sim’ kelimelerinden geldiği kabul edilir. Eski Ermeni kaynaklarında bölgede bolca gümüş olduğundan söz edilir ama bugün buna dair tek kanıt, komşu Gümüşhane ilidir. 7. yüzyılda yaşamış büyük Ermeni tarihçisi Horenli Musa ise bölgenin ismini, ‘Sim’ asıllı bir Ermeni soylusuna bağlar.

ESAS DERSİM . Tarihsel ve kültürel açıdan büyük öneme sahip olan Esas/Merkezi/Gerçek Dersim olarak adlandırılan bölge, bazı kaynaklara göre Tujik (Abbasan) ve Kutu Deresi mıntıkaları, bazı kaynaklara göre Munzur Çayı ile Pülümür Suyu (Harçik) arasındaki dağlık bölge, bazı kaynaklara göre ise Halvori, Mazgirt ve Kiğı’nın gerisindeki dağlık bölgedir. Çemişgezek ve Pertek’in de kısmen içinde bulunduğu Ovacık ve Hozat bölgesine ‘Batı Dersim’; Pülümür, Nazimiye ve Mazgirt’i içine alan bölgeye ise ‘Doğu Dersim’ denir.

1847 yılında Dersim Sancağı Erzurum vilayetine, 1859’da Harput vilayetine bağlanmıştır. Dersim adının haritalarda boy göstermesi bundan sonra olmuştur. Bu tarihten sonra bazen sancak bazen vilayet olan Dersim 1923 sonrasında vilayet yapılmış ama 1926’da lağvedilerek kazaları Erzincan ve Elazığ vilayetleri arasında bölüştürülmüştür.

PROTO ERMENİLER . Kendilerini Şafi Kürtlerden ayırmaya özen gösteren Kızılbaş (Alevi) Dersimlilerin etnik kimliği tartışılan bir konudur. ‘Erken Dersimliler’ denilen Kırmanclar birçok kaynakta ‘proto-Ermeni’ olarak tanımlanmaktadır. İddialara göre, Ermeniler tarih içinde büyük ölçüde Aleviliğe geçmiş, ama Surp Sarkis, Gağant, Zadik, Vartavar gibi eski inanç ve geleneklerini kendi içlerinde yaşatmaya devam etmişlerdir. ‘Geç Dersimliler’ ise Zazaca (Dımıli) konuşan Şeyh Hasananlılar (Abbasan, Ferhadan, Karabalan, Kureyşan) ve Seydanlılar (Kalan, Kevan, Koçan) aşiretleridir. Ancak Zazacayı Kürtçenin bir lehçesi sayanlar hepsinin kimliğini Kürt olarak tanımlarken, Zazacayı Kürtçeden ayrı bir dil olarak değerlendirenler Zaza ve Kürt şeklinde iki farklı etnik kimlikten söz edilmesi gerektiğini savunurlar.

KIZILBAŞ DERSİMLİLER . Osmanlı belgelerinde bölgedeki aşiretlerden genel olarak ‘Dirsimli’ veya ‘Dujik/Duşik’ aşiretleri olarak söz edilir ve hepsi ‘Ekrâd (Kürtler) taifesinden’ olarak sınıflandırır. Yalnızca Zazaca konuşan Balabanlar’ın Yörükan taifesinden Türkler olduğu söylenir.

Kızılbaş Kürtlerin yurdu Dersim’i hükümetin gözünde ‘çıban başı’ yapan, Dersimlilerin Osmanlı’dan beri alışık oldukları gibi özerk yaşamak istemeleri, devlete vergi ve asker vermeye yanaşmamalarıydı. Ama Cumhuriyet kadroları işi kökten halletmeye kararlıydılar. 1925 Şeyh Said, 1926-1930 Ağrı isyanlarının bastırılmasından sonra sıra Dersim’e gelmişti. 14 Haziran 1934’te Türkiye’yi etnisite esasına göre üç bölgeye ayıran 2510 sayılı İskan Kanunu çıkarıldı. 25 Aralık 1935’de bir nevi sıkıyönetim kanunu olan 2884 sayılı Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarıldı ve Dersim’in adı Tunceli ( ‘Tunç Eli’ ) olarak değiştirildi. Ardından Birinci Umumi Müfettişlik bölgesi kapsamında bulunan Elazığ, Tunceli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu. Bu genel valiliğin başına General Abdullah Alpdoğan atandı. Alpdoğan Paşa, 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını gaddarca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı ve aynen kayınpederi gibi çok sert bir askerdi.

1937 ISLAHAT PROGRAMI . Bölgeye dair izlenim ve önerilerini 1935’te hazırladığı ‘Şark Raporu’nda belirtmiş olan Başbakan İsmet İnönü 18 Haziran 1937’de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısında Dersim için ‘Islahat Programı’nı açıkladı. Programa göre, Dersim’e yol, köprü, okul, kışla yapılacak, askerlik ve vergi işleri düzene konulacak, ağalık, derebeylik, şeyhlik kökünden kaldırılacak, zorbaların malları devlete geçecek, halka toprak, ziraat aletleri ve tohumluk verilecekti. Dersim’i haydut yatağı durumuna getirenler, Batı illerine nakledilecek, orada iskân edilip, namuslu, eğitilmiş vatandaşlar haline getirileceklerdi. Dersim tamamen boşaltılacak ve burada Bakanlar Kurulu’nun izni olmadan kimse oturmayacak ve yerleşmeyecekti. Böylece, resmi tarih tezine göre ‘Horasan’dan gelme öz Sünni Türk olan ama sonradan Kızılbaş Kürtlere dönüşen Dersimliler’, asıl çevrelerine, benliklerine kavuşacaktı. İnönü’nün açıkladığı önlemler arasında “Türklerin yoğun olduğu yerlerde kız ve erkek yatılı okulları açılarak Dersim’den beş yaşını doldurmuş kız ve erkek çocukların okutulup büyütülmesi, bunların kendi aralarında evlendirilerek, kendi ana ve babalarından kalan mallar ve mülklerin içinde birer Türk yuvası haline getirilmesi’ de vardı.

Aslında daha program hazırlanırken, jandarmaca aranan 3.700 kişiden 2 bini güvenlik güçlerine teslim olmuş, ‘asayişsizlik’ olaylarında önemli bir azalma kaydedilmişti. Direnen tek kesim, Kutu deresine saklanan Seyit Rıza ve yandaşlarıydı.

KEÇİLERİN MEŞE YAPRAĞI . Direnişçilerin endişelerini ve devletin onlara bakışını resmi görüşe yakın Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesindeki haber gayet iyi anlatıyordu. Gazetenin diliyle ‘Hayatı başlı başına bir çapulculuk tarihi teşkil eden’ Abbasuşağı aşiretinin lideri Seyit Rıza adlı şerir (haydut) saltanat devrinden beri kati bir darbe yemediği için gitgide, servetini melanetleri kadar çoğaltabilmişti, ama hükümetin Tunçeli mıntıkasını imar ve ıslah işine başladığını görür görmez fena hiddetlenmiş, elindeki nüfuzun ve derebeylik kuvvetinin gitmemesi için’ çare düşünmüştü. Gazeteye göre Seyit Rıza halkı şu iddialarla kışkırtıyordu: 1) Aşiret kadınlarının namusu tehlikededir. Bunlar gündüzleri kocalarının, geceleri karakolla efradının malı olacaktır. 2) Hükümetin yaptırdığı karakollar, yakında bu mıntıkadan sürülecek olan aşiretlere posta mevkii olmak içindir. 3) Köylerdeki bütün halk, bir yere toplanacak, bir sıraya yapılacak evlerin içerisine tıkılacak, bu evlerin yalnız iki kapısı olacak, bu kapıların önünde birer polis bekleyecektir. 4) Ekmek ve odun vesika ile verilecektir. 5) Keçilere verilen meşe yaprağı bile vesikaya bağlanacaktır. 6) Halkın bütün kazandığı elinden alınacaktır.

HALVORİ TOPLANTISI . Gazete, bu propagandalara kanan Abbasuşağı, Yusufhan, Demenan, Haydaran, Kureyşan ve Bahtiyar aşiretlerinin, ilk olarak Seyit Rıza tarafından ‘birer tek şeker veya birer lokma ekmek, keçekülah göndermek suretiyle’ yapılan davetlere uyarak Haydaran aşireti içinde Kürpik’te toplandıklarını belirtiyor, ‘muhteris ve mel’un bir zihniyet’ taşıdığını iddia ettiği Demenan aşiretinin lideri Cebrail’in “Mektep, nahiye, bizim nemize?... Bunları ortadan kaldırmalıyız!... Hepsini hemen yakmalıyız!” diyerek isyanın işaretini verdiğini söylüyordu. Haber şöyle devam ediyordu: [T]oplantıların hemen hemen en mühimi olan Halvori toplantısı[na da] ...davet bermutat teklif ve kabul masasına birer tek şeker, bir lokma ekmek ve keçekülah göndermek suretile olmuştur. Seyit Rıza, bu toplantıda bulunmak üzere Munzur suyu kıyılarına bizzat inmiştir. Karşı sahilde bulunan Cebrail ile uzaktan uzağa bağırmak suretile konuşulmuştur. Hava biraz bozuk olduğu için hayli zahmet de çekilmiştir. Cebrail Seyit Rıza’dan daha kuvvetli tedbirler almasını istemiş, Seyit Rıza bu işte sonuna kadar elbirliğile yürünüleceğini, devlete karşı ne mümkünse yapılacağını, hükümet kuvvetlerine karşı bir cephe teşkil edilmek üzere aşiretlerin tamamile el ele vererek çarpışacağını ve bunun içinde aşiretler arasındaki şahsi kan ve kin davalarının şimdilik tamamile unutulmuş addedileceğini söylemiştir. Mahut şerirlerden Hisso Seydo da bu toplantıda bulunmuş, aht ve peyman manasına olarak Munzur suyundan bir avuç içilmiştir...” (12 Kasım 1937, Tan)

BOMBARDIMAN UÇAKLARI . İki aşiret reisinin Munzur’un iki yakasından birbirine bağırmasını ‘en mühim toplantı’ diye sunan Tan gazetesinin niyeti tam olarak anlaşılmayan merkeze yönelik çevresel bir tepkiden ibaret olan olayı ‘büyük bir isyan’ olarak gösterme gayretleri gerçekten gülünçtür, ancak Kızılbaş Dersimliler ile Türk ulus-devleti arasındaki savaşın sonu çok hazindir. 20 Eylül’de İsmet İnönü Atatürk tarafından görevinden alınmış ve başbakanlığa Celal Bayar getirilmiş, bütçeye 1 milyon liraya yakın tahsisat konulmuş, ardından Diyarbakır’dan kalkan üç uçak filosu bölgeye bombalar yağdırmıştır. Bu uçaklardan birini Mustafa Kemal’in manevi kızı ve Türkiye’nin ‘ilk kadın pilotu’ Sabiha Gökçen kullanmıştır. (Sabiha Gökçen meselesine bir başka yazıda döneceğim.) Seyit Rıza’nın aşiretine sığınan Koçgirili Alişer ve karısı Zarife öldürüldükten sonra Seyit Rıza ve iki adamı, bazı kaynaklara göre 5 Ekim’de, bazılarına göre 10 Ekim’de, kendilerine güvence veren Erzincan Valisi’ne teslim olmaya giderken tutuklanmışlardır. Dersim’in siyasi önderlerinden Baytar Nuri Dersimi ise yurt dışına kaçmayı başarmıştır.

YARGILANMALAR . Seyit Rıza ve yandaşlarının duruşması 18 Ekim 1938’de Elazığ’da başlar. Bundan sonrasını resmi görüşe yakın Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesinden izleyelim: “Seyit Rıza 18 Ekim günkü duruşmada Demirhan, Haydaran ve Yusufhan aşiretlerinin elebaşlarının 20 Martta Kahmut köprüsünü yaktıklarına dair ifade veren şahide “Allaha, devlete karşı gelmek için kudurmuş muyum ben!?” diye haykırdı ve el kaldırdı. Sonra şahit Muhindili Hüseyin dinlendi... Kamer şöyle haykırmış. “Başına şapka koydun da adam mı oldun?” Şahit aşiret reislerinin yanında bir Ermeni casusuna rastladığını da söyledi. Yine bu şahidin ifadesine göre aşiret reisleri bir devlet kurmak için su içmek suretile yemin etmişler. Hüseyin Demirhanlıları ikna etmiş fakat Seyit Rıza şöyle bağırmış: “Su için yemininden dönmez!”

Şahidin bu ifadesi hakkında ne diyeceği Seyit Rızaya soruldu, kat’iyen inkâr etti. Yusufhan aşireti reisi de şahidi ithama çalıştı ve dedi ki: “Bu adam casustur, şeyh oğludur. Bizi teslim olmamaya teşvik etti.” Bundan sonra şahit Hıdır çağrıldı ve isyanın başlangıcı hakkında malumat verdi, dedi ki: “Reisler, kabile halkına, devlet kurmak için Ermeni’den dört milyon altın geldi, demişler. Reislerden Hiso da Seyit Rıza’nın evinde plan çizmiş:” Şahidin ifadesi hakkında diyecekler sorulduğu zaman inkar etti. ... Mahkeme ayın 22 sine bırakıldı.(19 Ekim 1937, Tan)

Seyit Rıza İtiraf Ediyor

Tunçeli isyanı maznunlarının muhakemelerine bugün de devam edildi. ... Bugünkü celsede bir kısım suçluların mazbut ifadeleri okundu. Dinlenen şahitler, karakolu basanların Seyit Rızanın aşiretinden ve damatlarından olduğunu, Şeyvan (Seyhanlı aşireti reisi Hasso Seydonun da askeri mühimmatı yağman edenler arasında bulunduğu söylediler. Bu celsede en dikkate değer taraf Seyit Rıza’nın torununun şahadeti oldu. Bu torun, dedesinin 60 silahlı şahısla beraber olduğunu anlattı. Verdiği tafsilat karşısında Seyit Rıza bir hayli şaşkınlıklar geçirdi ve tevil yollu cevaplar vermek mecburiyetinde kaldı. Seyit Rızanın adamlarından Zeynel’in ifadesi de suçluları şaşırttı ve aşiret reislerini itirafa mecbur bıraktı.... (23 Ekim 1937, Tan)

Seyit Rıza ve Avenesinin Muhakemesi

Tunceli isyanı maznunlarının bugün de muhakemelerine geç vakte kadar devam edildi. Bugünkü mahkemede isyan hadisesine ait Nazimiye Hozat Malazgirt kaymakamlarının o sırada verdikleri raporlar ve suçluların silahlı olarak devlet kuvvetlerine karşı geldiklerine dair delilli telgrafları okundu. Suçlular inkâra devam etmişlerdir. Muhakeme ayın üçüne kaldı. (2 Kasım 1939, Tan)

Tunceli isyanı suçlularının muhakemelerine bugün de devam edildi.

Mahut Seyit Rıza ve suç ortakları yine mahkemenin karşısına çıktılar. Bugünkü celsede iddia makamı iddiasını okuyarak, suçlulardan bir kısmının Türk Ceza Kanunu’nun 149. maddesinin ikinci fıkrasına göre cezalandırılmasını, bir kısmının da yine ayni maddenin üçüncü fıkrasına göre cezalandırılmalarını istedi. Neticede muhakeme müdafaa için Cumartesiye kaldı. İkinci fıkraya göre cezaları istenilenler arasında Sergerde Şeyh Rıza ve oğlu ve aveneleri bulunmaktadır. Bunlar hakkında istenilen ceza idamdır. (5 Kasım 1937, Tan)

Dersim Şakilerinin Sorgusu

Dersim şakilerinin elebaşısı mahut Seyit Rıza, çok bitkin bir vaziyettedir. Muhakemenin son celselerinde suçlular, tamami(y)le şaşalamış bir vaziyetteydiler. Birbirlerini itham ediyorlardı. Seyit Rıza’nın mahkemede okunan mektuplarında, çok küstahça ve ahmakça satırlar vardır. Seyit Rıza, takip müfrezeleri çekilmediği takdirde çok kan döküleceğini, kendisinin 70 aşireti(y)le başka yere gideceğini, hükümete katiyen teslim olmayacağını yazmaktadır.... Müddeiumumînin (savcının) geçen celsede okuduğu iddianamede yalnız dokuz kişinin beraatı istenilmektedir. Kararın şu günlerde tefhim edilmesi (açıklanması muhtemeldir. (8 Kasım 1939, Tan)

Atatürk Doğu Seyahatine Çıkıyor

Cumhurreisimiz Atatürk’ün, bugünlerde Şarki ve Cenubi Anadolu’da geniş bir tetkik seyahatine çıkmaları muhtemeldir. Büyük Şefimizin bu seyahat esnasında Mersin veya Antalya’dan vapurla İstanbul’a geçmeleri de ihtimal dahilinde görülüyor. Başvekilimiz Celal Bayar ile Dahiliye Vekili ve Parti Genel Sekreteri Şükrü Kaya ve Nafıa Vekili Ali Çetinkaya’nın da bu seyahat esnasında Atatürk’ün beraberlerinde bulunacakları öğrenilmektedir. Nafıa vekilimiz bu seyahat esnasında Diyarbekir-Cizre hattının temel atma töreninde bulunacaktır. (9 Kasım 1937, Tan)

Büyük Şefin Seyahati

Atatürk Dün Akşam Şark Vilayetlerine Bir Tetkik Seyahatine Çıktılar Beraberlerinde Başvekil Celal Bayar ile Dahiliye ve Nafıa Vekillerimiz de Bulunuyor (13 Kasım 1937, Tan)

Dersim Şakilerinin Akıbeti

Seyit Rıza, Oğlu ve Avenesi Dün Sabah Elazizde İdam Edildiler. Tunceli hadisesine ait muhakeme hitam bulmuştur (bitmiştir). Tunçeli’de isyan eden 58 suçluya ait karar tefhim edilmiştir. Bu karara göre suçlulardan 11 i idama mahkûm olmuş fakat içlerinden dördü hakkında idam cezası yaşların geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse tahvil edilmiştir. Diğer yedi idam mahkûmları şunlardır: Seyit Rıza ile oğlu Hüseyin ve Seyhanlı aşireti reisi Hasso Seydi ve Yusufhanlı aşiret reisi Kamer oğlu Fındık ve Demenanlı aşiret reisi Cebrail oğlu Hasan, Kureyşanlı Ulikeye oğlu Hasan ve Mirza Ali oğlu Alidir. İdam hükümleri bu sabah infaz edilmiştir. 14 Suçlu hakkında beraat kararı verilmiştir. Diğer suçlular da muhtelif ağır cezalara mahkûm olmuşlardır. (16 Kasım 1937, Tan)

Cumhurreisi Dün Elaziz’de Karşılandı

Cumhurreisimiz Atatürk, bugün saat 13’te Elaziz’i ilk defa olarak şereflendirdiler. Elazizliler, Büyük şefe karşı emsalsiz karşılama tezahüratı yapıyorlardı. Önderimizin şehre ayak basmaları top ateşile selamlandı ve Atamız, kendilerini karşılayan mekteplilere, askerlere iltifatlarda bulundular. (...)

Atatürk maiyetlerinde Başvekil Bayar, Dahiliye ve Nafıa Vekilleri, orgeneral Kazım Orbay, Umumi Müfettiş Korgeneral Alpdoğan ve diğer zevat olduğu halde Tunceli’ne gitmişlerdir. Yolda Muratsuyu üzerindeki eski köprüden geçilerek eski Pertek kalesinin bulunduğu saha önünden Hozat deresi üzerinde inşa edilmiş olan beton köprüye gidildi ve Türk tekniğinin yüksek bir eseri olan bu köprünün kurdelesi bizzat Atatürk tarafından kesilmek suretiyle küşat resmi (açılış töreni) yapıldı. Bu köprünün eski adı Soyungeç ve Sungeç olduğu hakkındaki maruzat üzerine Atatürk dilimize telaffuz itibarile en kolay şekli olan Singeç adı verilmesini tensip ettiler. Dönüşte Muratsuyu üzerinde kurulmakta olan yüz metre uzunlundaki Pertek köprüsünün başına gidildi.

Atatürk köprünün fenni, mali, ve iktisadi bakımlarından kıymet ve ehemmiyeti hakkında mütehassıslar tarafından verilen malumatı dinledikten sonra Pertek kaza merkezini teşrif buyurdular. Kasaba methalinden Halkevine kadar giden yol üzerinde Atatürk’ün kudumüne intizar eden büyük bir kalabalık yüce Önderi candan gelen tezahürlerle alkışlamışlardır.

Kasaba methalinden itibaren yürüyerek gelen Atatürk, minimini mektep çocuklarının önünde durarak bunlarla ayrı ayrı konuşmuş ve içlerinden bazılarının yüzünde sivrisinek ısırmasından hâsıl olan çıban hakkında kaza doktorundan izahat alarak bunun sebebi ve tedavisi üzerinde esaslı tetkikat yapılmasını emir buyurmuşlardır.

Atatürk Pertek Halkevini ve salonunu gezmişler, kütüphane ve sahnesile diğer tesisatını çok beğenmişlerdir. Pertek’ten coşkun uğurlama tezahürleri arasında ayrılan Atatürk saat 17 de Elaziz’e avdet buyurmuşlardır... (18 Kasım 193, Tan)

SEYİT RIZA’NIN İDAMI. O döneme Malatya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli olan ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensür’in emriyle, Diyarbakır’da yeni yapılan Singeç köprüsünü açmaya gidecek olan Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatının bağışlanmasını isteyecek ‘6 bin beyaz donluya meydan vermemek’ için, duruma el koyan İhsan Sabri Çağlayangil’e göre usule itiraz eden savcı izinli sayılarak göreve yardımcı getirilmiş, okuma yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş, asabilmek için Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmıştı, bölge komutanı Alpdoğan Paşa, kararın yazılacağı boş kağıdı önceden imzalamıştı. Çağlayangil şöyle bitirmişti: “Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evladı kerbelayı. Bihatayı. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingeneyi itti, ip boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...” (İhsan Sabri Çağlayangil, Anılar, Güneş Yayınları, 1990, s. 45-55.)

Bir iddiaya göre ise, Seyit Rıza’nın bedeni yakılmamış, gizli bir yere gömülmüştür. Seyit Rıza’nın varisleri devletten bugüne dek bu konuda bir bilgi alamamışlardır.

İKİNCİ DERSİM HAREKÂTI . Ancak idamlardan sadece 1,5 ay sonra Dersim’de ilkinden de kapsamlı bir harekata başlandı. Genelkurmay kitabına göre, Ovacık ilçesi adliyesi ve asker alma şubesinin istediği 1.149 kişi hakkında kanunu takibat yapan müfrezeye Kaçkerek köyünde 2 Ocak 1938 günü pusu kurulması ve toplam 9 jandarma erinin öldürülmesi üzerine, Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerinden 100 kişi, Demananlı 50 haydut, Keçel haydutlarından 100 kişi, Abbas Aşuran ve Beyit uşaklarından 50 kadar silahlı kişiyle bunların 5-6 bin tahmin edilen aile efradını temizlenecekti. (Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar ( 1924-1938 ), Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı, 1972, s. 432 ve devamı

Amacın bu olmadığı belliydi. Çünkü operasyonlar yalnız isyan bölgesi denilen yerlerle sınırlı kalmamış, devlete vergi veren, askere giden Pertek, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür ilçe ve köylerini, hatta Dersim’i aşarak Erzincan’ı da içine almıştı. 31 Ağustos’a kadar süren ikinci ‘tedip’ ve ‘tenkil’ harekâtında, Genelkurmay kaynağı tarafından ‘haydut’, ‘eşkıya’, ‘şaki’, ‘dağlı’ diye nitelenen ve bu gruplar yine kitabın diliyle ‘imha edilmiş’, ‘temizlenmiş’, ‘köyleri yakılmış’tı. 6-16 Eylül 1938 arasındaki harekâtın bilançosu ise şöyleydi: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır. 1.019 silah toplanmıştır.” ( Reşat Hallı, s. 478 ) Gayri resmi kaynaklara göre ise ölü sayısı bunun kat kat üstündedir.

VE SÜRGÜNLER . ‘Tarama’nın ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından bizzat seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir gibi Batı illerine serpiştirilerek yerleştirilirler. Mustafa Kemal, hastalığı dolayısıyla Celal Bayar tarafından okunan 1 Kasım 1938’deki Meclis’i açış konuşmasında Tunceli’de ‘haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı’ dile getirmiş, İsmet İnönü ‘Dersim müşkilesinden kurtulduk’ demiştir. Halbuki, dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürecek, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilecektir.

ÇAĞLAYANGİL’İN KORKUNÇ İDDİASI: “ORDU GAZ KULLANDI” . Dersim müşkilesine son verirken kullanılan araçların neler olduğunu geçtiğimiz aylarda bana posta ile ulaştırılan bir ses kaydından öğrendim. Kayıtta Süleyman Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan bir röportajdan bir bölüm vardı. Çağlayangil’i yakından tanıyan birkaç kişiye kaydı dinlettikten sonra, sesin kendisine ait olduğundan emin oldum. Röportaj Çağlayangil’in evinde yapılmışa benziyordu, çünkü arada Çağlayangil’in eşinin sesi de duyuluyordu. Özellikle son cümleleri tüyler ürpertici olan bantın dökümünü kelimesi kelimesine aktarıyorum:

KANLI BİR HAREKET . “.....Tercümana Kürtçe anlattı. Tercüman bize tercüme etti. [Kürt adam şöyle dedi] ‘Beyanatınız bizi duygulandırdı. Vereceğiniz isimler üzerinde inceleme yaptık. Üç tanesi hariç bunları size teslim etmeye karar verdik.’ Abdullah Paşa bu üç tanenin kim olduğunu sordu. İçlerinden biri bu kadın. Bir tane de başka adam var. Abdullah Paşa bu üç kişinin istisna edilmesine razı olamayacaklarını, bu üç kişinin de teslimi gerektiğini kabul ettiklerini beyan etti ve bu üç kişinin istisnasının sebebi sordu. Kürt büyük bir samimiyetle dedi ki: ‘Bir adamın bir kocası olur dedi. Siz bir hareket yapıyorsunuz. Bu hareket gelir geçer. Buraları yine Kürt ağalarına kalır. O zamanlar bize zulüm ederler. Bizi kurtaramazsınız siz. Siz bütün Dersim’e hâkim olsanız, oraya devlet otoritesi girse zaten biz ağaya kul olmalıyız. Ama siz yoksunuz, bizim daimi muhatabımız ağa olduğu için ve kudret de onda olduğu için ve bunlar da şeyh olduğu için, din büyükleri olduğu için, size değil onlara itaate, sizin değil onların söylediğini yapmaya mecburuz.’ Abdullah Paşa, şimdiye kadar bu işin böyle olduğunu, fakat hükümetin bundan sonra kararlı olduğunu, Dersim’i de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin otoritesinin cari olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin bulunmadığı yer yapmakta kararlı olduğunu, ağaların lafına kapılmamasını, meseleyi tekrar tezekkür etmelerini söyledi. Bunlar kabul etmediler. Sonra biz geri döndük. Yani meclise. Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti. Bugün Dersim’e rahatça gidebilirsiniz. Jandarma da gider siz de gidersiniz. Yalnız son zamanlarda bilhassa sınırlarda dış tesirlerden Kürtlerin bağımsızlık hareketi başladı. Kürtlerin bir bölümü Türkiye’de, bir bölümü İran’da....” (Kayıt burada bitiyor.)

Eğer Çağlayangil’in dedikleri doğruysa ‘Dersim’de soykırım yapıldı’ diyenlere nasıl itiraz edeceğiz?

Not: Gazetedeki sayfamda, bu kaydın bir kopyasını Internet sayfasına koyacağımı duyurmuştum ama, teknik ekip henüz bunu halledemedi. İsteyenlere kaydı göndermeye çalışacağım. Ama ilerde daha kolay bir yol bulmayı umuyorum.)

Kaynakça: Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938 ), Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı, 1972, M. Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, Nûjen Yayınları, 1995, Nurşen Mazıcı, Celal Bayar’ın Başbakanlık Dönemi (1937-1939), Der Yayınları, İstanbul, 1996; Dersim, Jandarma Genel Komutanlığı’nın Raporu, Kaynak Yayınları, 1998; İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, Belge Yayınları, 1990; Mehmet Bayrak, Alevilik ve Kürtlük, Öz-Ge Yayınları, Ankara, 1997.



Alıntı:
http://www.taraf.com.tr/makale/2694.htm



____________________________________________________________________________________________
Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
07.02.2009 22:04 (UTC)[alıntı yap]
Alıntı:
http://www.bianet.org/bianet/kategori/biamag/110985/dersim-1938-hapishanesi



Dersim: 1938 Hapishanesi



Katliam görmüş bütün topluluklar hasta. Hafızaları o tarihle başlar ve biter; o tarihte her şey donakalmıştır. O tarih, adeta “kendi hapishaneleri” olmuştur. Sorun, tarihle yüzleşmek. İlk adım “özür” ve “gönül alma”dır.

BİA Haber Merkezi - Tunceli

22 Kasım 2008, Cumartesi


Hüseyin AYGÜN

2008 yılı muazzam bir “tarihle yüzleşme” yılıydı. Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) yasama organı Temsilciler Meclisi, ilk kez, Afrika kökenli vatandaşlarından, kölelik ve yasal ayırımcılık için resmen özür dileme kararı aldı. ABD'de kölelik bundan 140 yıl önce yasaklanmıştı. Resmi özür kararında kölelik döneminde Afrika kökenlilere yapılanlar, "köklü adaletsizlik, işkence, zulüm, gaddarlık, vahşilik ve insanlık dışı" şeklinde tanımlandı.

ABD’nin çiçeği burnunda başkanı Barack Hüseyin Obama bir kaç gün evvel “Guantanamo’yu kapatmak ve işkence utancını bitirmek istiyorum” dedi. Şili’de Yüksek Mahkeme, Pinochet döneminde onlarca muhalifin ölüm emrini veren ve Ölüm Kervanı adı verilen komiteye üye 5 emekli subaya hapis cezası verdi. İspanya’da sosyalist hükümeti, diktatör Franco döneminde sürgüne gönderilen veya ekonomik şartlar yüzünden ülkeyi terk edenlerin çocuk ve torunlarına İspanyol vatandaşlığı hakkı tanıdı.

İtalyan Yüksek Mahkemesi 1944’te Toskana’daki Nazi katliamı nedeniyle Almanya’yı 1 milyon Avro tazminat ödemeye mahkum etti. İspanya’da bir yargıç 1930’lardaki iç savaş ve onu izleyen diktatörlük döneminde onbinlerce kişinin kaybolması hakkında soruşturma başlattı. Yargıç Baltasar Garzon, yetkililerden 19 mevkideki toplu mezarların açılmasını istedi. Arjantin’de askeri diktatörlük döneminde "ortadan kaybolanların" çocuklarını bulmak için mücadele eden Mayıs Meydanı Büyükanneleri Derneği iki çocuğu daha buldu. İspanya Hükümeti, 1936-1939 iç savaşı ve general Franko diktatörlüğünden zarar görenleri “Tarihsel Hafıza Yasası” adlı yasal düzenlemeler ile resmen kurban sıfatı ile tanımaya ve bu kurbanlara demokrasi için verdikleri mücadeleden dolayı tazminat ödemeye hazırlanıyor. Yeni Zelanda ve Fas’ta ve bazı başka yerlerde daha hükümetler kendi geçmişlerindeki “kara sayfaları” temizleme yolunda adımlar attı.


Türkiye

Yukarıdaki örnekler cesaret verici. Hiçbir ülke kendi tarihinden, ne tuhaftır ki, kaçamıyor. Türkiye de başta Ermeni Tehciri olmak üzere Kürt ve Alevi sorunu ile yüz yüze. Türk devlet yetkililerinin Vecdi Gönül gibi temsilcileri bunun aksini gösteren demeçler verse de durum ne mutlu ki böyle.

Modern Türkiye tarihindeki belki de en kara sayfa 1937 ve 1938 yıllarında Dersim bölgesinde yaşanan insanlık dışı eylemlerdir. Bu yıllarda “tek millet” yaratmak isteyen İttihat Terakkici anlayış on binlerce savunmasız kadın, çocuk, yaşlı insanı -hiçbir suçları olmadığı halde- yok etti. Ölenlerin sayısının 40 binden az olmadığı araştırmacıların ortak görüşü. 10-12 binden az olmayan sayıda bir insan grubunun ise İttihat Terakki’nin “etnisite mühendisliği” tezi temelinde “batıya” muhacirliğe gönderildiği tahmin ediliyor. Kesin rakamlar verilemez; resmi istatistikler yok ve arşivler kapalı.

Bu tarihteki olaylar Dersimlilerin hafızasında “milat”tır. 1938’den önce ve sonra diye tarih ikiye bölünmüştür.

Dersimlilerin önemli bir kısmı öteden beri bu kara yıla “jenosid” diyor. Bu tarihi bugünlerde gündemleştiren gelişme ise Brüksel’de Avrupa Parlamentosunda yapılan “Dersim Soykırımı” toplantısı oldu.

Dört aşamalı plan

Dersim’de yaşanan trajedi 4 bölümde ele alınabilir:


Şark Islahat Planı, hukuki hazırlıklar ve ilk adımlar. (lütfen bakınız: 2510 sayılı İskan Kanunu ve 2881 sayılı Tunceli Kanunu) Silahların toplanması, “dede” ve “seyitler”in kurşuna dizilmesi, liderlerin tutuklanması –toplumun başsız bırakılması-, idamlar (15 Kasım 1937 Elazığ Buğday meydanında 8 liderin asılması.

Halkın önemli bir kısmının yok edilmesi (toplu cinayetler ve sakat bırakmalar).

Sürgün, “toprağın ıslahı” ve bölgenin insansızlaştırılması (Belli bölgelerin yerleşime kapatılması –lütfen herhangi bir Dersimli ile konuşunuz: Aliboğazı, Demenan, Haydaran ve Mırzan bölgelerinin 1950 yılına kadar “yasak bölgeler” olarak ilânı- 12 binden az olmayan sayıda insanın Türkiye’nin Kayseri’den öteye kentlere, ilçelere ve köylere dağıtılması, “bir köye bir aile” uygulaması, yakın akrabaların bile –bazen kardeşler- 9 yıl boyunca birbirini görmesine izin verilmemesi)

Zazaca ve Kürtçe konuşmanın yasaklanması ve asimilasyon. Yatılı Bölge İlköğretim Okulları'nın (YİBO) 1939’da açılması, yatılı okullar ve Sıdıka Avar’ın “çocuk toplaması” –lütfen bakınız: “Dağ Çiçeklerim” Sıdıka Avar’ın anıları, “Dört Dağ İçinde” Sevim Koyunoğlu’nun anıları ve “Anılarla Tunceli” M. Fethi Ülkü’nün anı kitapları

Bu dört aşamalı plan elbette başka şekillerde de tasnif edilebilir. Ancak yukarıdaki sınıflandırma gerçeğe yakın görünüyor.

Dersim aslında “Yavuz’dan beri” irili-ufaklı sayısız katliamların mağdurudur (lütfen hatırlayınız: Osmanlının “sel seferleri” deyişi). Ancak 1938 hacmi, etkisi ve kalıcı sonuçlarıyla birlikte düşünüldüğünde açık bir “insanlığa karşı suç” eylemi. Bu nedenle devletin ve hükümetin yapacağı çok şey var.


Hapishaneden çıkmak için

Öncelikle bir “tartışma ortamı” yaratılmalı. Kimsenin başkasını suçlamadığı “kollektif” bir platform yaratmalı. Bu platform politikadan –veya ideolojiden- arındırılmalı (lütfen ilgili gazetelere bakınız: Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu binasında 13 Kasımda yapılan “Dersim Soykırımı” toplantısında -olumlu konuşmaların yanı sıra- “Öcalanın sağlığı” da genişçe dile getirilmiş. Tartışma ortamını tesis etmek için bir “Bilgi Bankası” veya “Dersim Arşivi” kurulmalı. Bölük-pörçük belgeler birleştirilmeli. Fotoğraflar ve ilgili nesneler toplanmalı.


Daha sonra “Anma Yerleri”, “Anma Günleri” belirlenmeli. Katliam nerelerde başladı ve toplu biçimde sürdüyse ora bir anma yeri kabul edilmeli. Bu nedenle Dersim’deki noktaların (genellikle dere ağızları veya Munzur kıyıları tespiti yararlı olacak. Anma tarihi ise 15 Kasım (idamların tarihi), 4 Mayıs (Bakanlar Kurulu’nun 1937 kararı olabilir.

Her yıl geleneksel törenlerle bir “yas çalışması” başlatılmalı. Dersimlilerin veya başkalarının bir daha bu tür bir felaketle karşılaşmaması için başta kendini ve konuya uzak kesimleri hedefleyecek “aydınlatma çalışması” yürütülmeli. Bu konuda merkez Türkiye olmalı. “Dışarıdaki” çalışmalar ancak ikincil olmalı.

Katliam görmüş bütün topluluklar hasta. Hafızaları o tarihle başlar ve biter; o tarihte her şey donakalmıştır. O tarih, adeta “kendi hapishaneleri” olmuştur. Sorun, tarihle yüzleşmek. İlk adım “özür” ve “gönül alma”dır. Devletin demokratikleşmesi ve tüm kimliklere ve dillere saygı ve tam hak eşitliği şart. 2008 yılı tüm dünyada yaşanan gelişmelerle devlete ve bize güç vermeli.

Unutulmamalı ki, 1938 Dersim trajedisi bu ülkede ve Türk halkıyla çözülecek. Eğer uygar ulusların yaptığı gibi başarılırsa hasta iyileşmeye başlar. Başarılamazsa devlet inkârda, biz ise “1938 Hapishanesi”nde -ölülerin hayaletleriyle yan yana- yaşamaya devam ederiz. (HA/EÜ





Alıntı:
http://dersimzazaplatformu.de.tl/FORUM/thema-1-1937_1938%26%238217%3Bde-Dersim%26%238217%3Bde-neler-oldu-f-.htm

Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
07.02.2009 22:14 (UTC)[alıntı yap]


“Atatürk Dersim’i vuracağız dedi, vurduk”






Ayşe Hür - 23.11.2008


Bu hafta, daha önce sözünü ettiğim gibi, 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kızı Sayın Dr. Nilüfer Bayar Gürsoy’un, 3 Ağustos 2008 tarihinde bu sütunlarda yayınlanan ‘Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?’ başlıklı yazıma yaptığı itirazları ve benim bunlara verdiğim cevaplarımı okuyacaksınız. Mektubun ilk bölümleri Celal Bayar’ın Doğu (veya Kürt, veya Dersim) politikasına ilişkin. Geçen haftaki ‘1937-1938’de Dersim’de neler oldu?’başlıklı yazımda bu politikalar hakkında epey bilgi verdiğim için, bu yazıda, sadece eksik kalan yerleri tamamlamakla yetineceğim.

SON KEZ . Celal Bayar’ın örgütleyicilerinden olduğu 1913’te başlayan Ege’deki ‘Rum kaçırtması’na ilişkin itirazlara cevaplarımı ise biraz daha geniş tutacağım. Böylece Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün tartışmaya açtığı mübadelenin arka planı biraz daha aydınlanacak. Her iddiaya ilişkin cevabımı Sayın Gürsoy’un mektubundaki ilgili paragrafların altında görebilirsiniz. Ancak, Sayın Gürsoy bu yazıma da, şimdi yaptığı gibi, babasının kitapları dışında bir kaynak göstermeden itiraz ederse, bir daha mektubunu yayınlamayı düşünmüyorum. Çünkü bu yolla bir yere varamayacağımız gibi, uzayan bu tartışmanın, siz okuyucuların değişik konularla buluşma hakkını ihlal ettiği kanısındayım.

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı: 3 Ağustos 2008 tarihli gazetenizde çıkan Ayşe Hür’ün “Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?” başlıklı yazısı, daha önce yazmış olduğu 13 Temmuz 2008 tarihindeki “Kımıl olayından 49’lar davasına” başlıklı yazısına vermiş olduğum cevaba cevap teşkil ediyor. Bu yazısında da bazı tarihi olaylarla ilgili yanıltmalar ve gerçekle bağdaşmayan yorumlar var. Bunların gazetenizde düzeltilmesi için yazmak gereğini duydum. Bu yazıma da yer vermenizi ve yanlışların düzeltilmesini isteyeceğim.

Değineceklerime yazı başlığı “Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?” sözünden başlayacağım. Konu, bir kısım Kürtleri asmak iken ve cezalandırılacakların sayısı kaynaklara göre bin ile beş bin veya iki bin beş yüz arasında değişirken; iki makale arasında ne oldu da bu tartışmadan ileriye gitmeyen sözde kalmış bir iddia “Kürtleri imha etmek...” şeklini aldı, tırmandırıldı, soykırıma dönüştürülmeğe çalışıldı?

AYŞE HÜR’ün cevabı: ‘Kürtleri imha etmek’ ifadesini Sayın Gürsoy’un ‘Kımıl Olayı’ndan 49’lar Davası’na adlı yazıma gönderdiği tekzip mektubundan ödünç aldım. Sayın Gürsoy, ‘bin ile iki bin beş yüz kadar Kürt’ün asılması’ fikrinin Celal Bayar’dan değil de Cemal Gürsel’den çıktığını ispatlamak için, Ferzende Kaya’nın kitabından şu alıntıyı yapmıştı: “49’lar tutuklanmadan önceki günlerde, Reisicumhur, Başbakan, Dışişleri Bakanı, İçişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı toplantı halindedirler. Konu, Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel Paşa’nın Doğu ile ilgili raporunun konuşulması. Özet olarak, Kürtler silahlanmışlar; devlete başkaldırabilirler; tedbir olarak beş bin veya iki bin beş yüz kişiyi toparlayıp imha edelim veya kamplarda alıkoyalım, fikri tartışılıyor...” (Ferzende Kaya, Mezopotamya Sürgünü, Anka Yayınları, İstanbul 2003, s. 133). Benim tek yaptığım, koyu renkle gösterdiğim ifadeyi başlığa taşımak oldu.

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı: Celal Bayar’ın Şark Raporu’na gelince; yazar tekrar tarafsız bir gözle ve dikkatle okuyacak olursa görecektir ki, şiddet değil, Doğu halkını korumaya alan fikir hâkimdir. Genel olarak yöre halkını kalkındırmayı hedeflemiştir:

“Doğu illerinde hâkimiyet ve idare bakımından göze çarpan açık bir hakikat vardır: Şeyh Sait ve Ağrı isyanları’ndan sonra Türklük ve Kürtlük ihtirası, karşılıklı şahlanmıştır. İsyan edenleri cezalandırmak için şiddetin manası, anlaşılır ve yerindedir. İsyandan sonra, fark gözetmeksizin idare etmek de, bundan ayrı ve mutedil bir sistemdir.” (C. Bayar, Şark Raporu, Kaynak Yayınları, s.64).

Yurt içinde herhangi bir çatışma, kaynaşma varsa bunun tedbirini almak ve sükûnu sağlamak devletin görevidir. Nitekim 1937’deki Dersim isyanında Başbakan olarak elbetteki Bayar, sorumluluğu üstlenen kişidir. Ancak “harekâta bizzat katılmıştır” sözü gerçek dışıdır. Katıldığı 23 Ağustos 1938’deki askerî manevradır.

AYŞE HÜR’ün cevabı: O günün gazetelerine bakan herkes rahatça görebilir ki, Bayar Hükümeti’nin Dersim’de yürüttüğü harekâtı, dünya ve Türkiye kamuoyunun gözünden kaçırmak için olay gazetelere ‘Fırat ve Murat kıyılarında yapılan manevralar’ olarak aksettirilmişti. Birinci Dersim Harekâtı’na katılan Sabiha Gökçen’e verilen madalya bile gazetelerde “gerek kurslarda, gerek Türk hava ordusu mektep ve kıt’alarında [gösterdiği] büyük muvaffakıyetler ve son atışlı tatbikatta kahramanca hizmet” yüzünden verilmiş gibi sunulmuştu. (Havacılık ve Spor, 15 Haziran 1937, S.193)

Yani o yıllarda, ‘manevra’, ‘tatbikat’ gibi terimler, kanlı bir askerî harekâtın kod adıydı. Dersim’de olanlara dair resmi anlatıyı öğrenmek bile, ancak 1972 yılında Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı’nın Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar ( 1924-1938 ) adlı kitabının yayımlanmasıyla mümkün olmuştu. Ama işin ‘gayri resmi’ yanını hâlâ tam bilmiyoruz.

Bu ‘manevra’lardan birinde Dersim’in kaderi belirlemişti. Bu olayı Celal Bayar’ın ağzından dinleyelim: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı, ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı... O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk...” (Kurtul Altuğ, “Celal Bayar Anlatıyor”, Tercüman, 17 Eylül 1986.) Bu mülakatta, Celal Bayar, asıl sorumlunun Atatürk olduğunu ima ediyor, ama kendisinin ‘etkisiz’ eleman olduğunu kabul etmek zor.

Geçen hafta yayınladığım İhsan Sabri Çağlayangil’in konuşmasından anlaşıldığına göre ‘Dersim’i vurmak’ için zehirli gaz kullanılmış, mağaralara sağınmış Dersimliler (Çağlayangil’in deyimiyle) ‘fare gibi zehirlemiş’, ‘yediden yetmişe kesilmişler’ di. Eğer, Sayın Gürsoy, bu tarz bir müdahaleyi, ‘sükûnu sağlamak’ faslından mubah görüyorsa benim kendisine söyleyecek sözüm yok.

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı: Adı geçen Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, tabii senatör değildir. Senatoya kontenjan senatörü olarak girmiştir.

AYŞE HÜR’ün cevabı: Sayın Gürsoy haklıdır. Muhsin Batur tabii senatör değil kontenjan senatörüydü. Bu bilgiyi, Celal Bayar üzerine bir doktora tezi hazırlayan Sayın Nurşen Mazıcı’nın kitabından (Celal Bayar Başbakanlık Dönemi (1937-1939), Der Yayınları, s. 84) almıştım. Bilgiyi, başka kaynaklardan kontrol etmeden kullanmakla hata etmişim, özür dilerim.

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı: Rumların Ege Bölgesi’nden çıkarılma/çıkmasına gelince; yazarın iddia ettiği gibi “Halbuki bu işlerin yapıldığı günlerde ne Rum halkının Osmanlı Devleti’ne ihaneti, ne başka bir devlete tabiiyeti ne de Yunan askerinin Batı Anadolu’yu işgali söz konusuydu. Yani bir devlet, kendi vatandaşını, kendi tebaasını ülkeden zorla çıkarmaya çalışıyordu” sözleri o günlerin tarihi hakikatleri ile hiç örtüşmüyor. Anadolu topraklarını işgal niyeti, işgalden çok önceki yıllardan başlıyor. Anadolu’yu işgal konusunda iddia edilenin aksi kanıtlarını General Metaksas’ın Venizelos’a verdiği raporda görürüz (Celal Bayar, Ben de Yazdım, c.5, s.111-116.) İşgal niyetleri 1913’de masaya yatırılan raporla anlaşılmaktadır.

Bayar’ın Eşref Kuşçubaşı’dan naklen verdiği kısımlarda da o günlerin gerçek manzarası ortaya çıkmaktadır:

“...İzmir ve havalisi, cidden büyük bir tehlike içindeydi. İkinci Abdülhamit’in tamamen gayrı milli olan siyaseti, Yunan megalo-ideasını öylesine pişirmiş, Etniki-Eterya’nın faaliyeti, öylesine dal budak salmıştı ki, kasten kıyılara ve stratejik noktalara teksif edilmiş olan Rum unsuru, bir anda ayaklanacak ve ordumuzu arkadan vuracaktı.

“Elimizdeki vesikalar, inanılmaz hazırlığın ne derece ilerlediğini gösteriyordu... Bunlardan Edremit’ten İzmir’e kadar olanlar Midilli’ye, Urla ve İzmir çevresi ise Yunan genelkurmayı tarafından nazari olarak Sakız’a bağlanmıştı. Askerlik çağına gelenler, bir vesile ile bu adalara gidiyorlar, orada eğitim görüyor, terbiye ediliyorlardı...” (Bkz. Ben de Yazdım, s. 104.)

“1- İstanbul’dan itibaren Milas’a kadar bütün sahil, maharetle teksif edilmiş Rum ekseriyetle dolu idi. 2- Bunlar, kadroları Midilli, Sakız ve Sisam’da olan üç Yunan kolordusunun bölgelerine taksim edilmişlerdi. Askerlik çağına gelen Rum delikanlıları bu adalara gidiyorlar, askerî eğitim ve terbiye görüyorlar, kendilerine dahili isyan ve harici harp vukuunda ifa edecekleri hizmetler talim ve tebliğ edildikten sonra yerlerine dönüyorlardı.” (A.g.e., s.106).

AYŞE HÜR’ün cevabı: Sayın Gürsoy, bu iddialarını sadece babasının hatıratına dayandırabilmiş. Babasının şahidi de, bu kaçırtma operasyonunu uygulamaya koyan İttihatçı Kuşçubaşı Eşref. ‘Minareyi çalan kılıfını hazırlar’ lafını akılda tutup, başka kaynaklardan olayın arka planına bakalım:

Balkan Harbi sonrasında devletlerarası ilk nüfus mübadelesi 29 Eylül 1913’te Bulgaristan’la yapılan anlaşma uyarınca sınır bölgesindeki 9714 Müslüman aile ile 9472 Bulgar ailenin karşılıklı olarak değiştirilmesi biçiminde olmuştu. (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, cilt II, Kısım II, TTK Yayınları, 1983, s. 486) Osmanlı Hükümeti Bulgaristan’la yapılan mübadelenin bir benzerini Yunanistan’la yapmak istediğini Venizelos’a 21 Mayıs 1914’te bildirmiş; Venizelos 22 Mayıs 1914’te prensip olarak benimsediğini bildiren bir mektup yazmış, resmi Yunan görüşü ise 27 Haziran 1914’te iletilmişti. Buna göre Yunanistan sadece halkın arzusu ile olursa mübadeleyi kabul ediyordu. (Canlı Tarihler, Galip Kemali Söylemezoğlu Hatıraları, Atina Sefareti (1913-1916), Türkiye Yayınevi, 1946, s. 56-66, 102-103.)

Ancak İttihat ve Terakki, anlaşmanın imzalanmasını beklemeden Ege ve Trakya bölgesinde, devlet için bir risk veya tehdit kabul edilen Hıristiyan varlığını asgari ölçüye indirmek için daha 1913’te harekete geçmişti. Zorunlu göçler 1914 Mart’ından sonra sistematik hal aldı ancak gerek büyük devletlerin, gerekse Yunanistan’ın ve Osmanlı Devleti’ndeki Rum cemaatinin tepkisi üzerine Hükümet, Talat Paşa başkanlığında bir delegasyonu, çeşitli elçiliklerden birer memur eşliğinde, inceleme yapmak amacıyla Ege bölgesine yollamak zorunda kaldı. 1 Temmuz 1914’te Osmanlı kabinesine bir rapor sunan Talat Paşa, raporunda bölgede Rumlara terör ve şiddet uygulandığını itiraf ediyordu. Sadece Haziran 1914’te Ayında Foça’da meydana gelen katliamda Amerikan ve Alman kaynaklarına göre sadece bir hafta içinde 50 kişi katledilmişti. 25 Haziran 1914 tarihli bir başka rapora göre, bu dönemde İzmir ve civarında katledilenlerin sayısı ise 500-600 civarındaydı. (NA/RG 59, 867.00/630 ve 632.)

Venizelos Ekim 1914’teki bir görüşmede, Atina Büyükelçisi Galib Kemali Bey’e bu durumdan açıkça şikâyet edecek ve Rumların sürgününe son verilmesini ve anlaşma yapıldıktan sonra sürülmelerin yapılmasını isteyecekti. Bir Alman belgesinde şöyle yazıyordu: “Talat Bey...hiç çekinmeden hükümetin Dünya Savaşını bahane ederek, dış ülkelerin diplomatik müdahalelerine aldırmaksızın, ülkeyi iç düşmanlardan –her türlü mezhebe bağlı tüm Hıristiyanlardan– tamamen temizlemek istediğini anlattı.” (PA-AA/Botschaft Konstantinopel/Bd. 169. Halep Konsolosu Rößler’den İstanbul Büyükelçiliğine 6 Haziran 1915 tarihli rapora Büyükelçi Mordtmann tarafından düşülen not.)

Bunlar olurken Birinci Dünya Savaşı patlak vermiş, Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında savaşa girmek için Goeben ve Breslau olayını örgütlemişti. İstanbul Alman Büyükelçiliğinde askerî ataşe olarak görev yapan Hans Humann, 1 Kasım 1914’te yolladığı bir raporunda, Venizelos’un Almanya’nın Atina büyükelçisine, Türkiye ile İttifak güçleri arasındaki savaşta kesinlikle ‘tarafsız kalacağı’ sözünü verdiğini aktarmıştı. Venizelos’un savaşta tarafsız kalmak için iki önemli şartı vardı: Osmanlı Devleti, Ege adalarına yönelik provokasyon yapmayacak ve Rum vatandaşlarını zorla sürgün etmeyi durduracaktı. (Ernst Jaeckh Papers, Yale University Papers, Grup no. 467, Kutu 1, Dosya 17.) Ancak köy boşaltmaları devam etti. Örneğin 25 Nisan 1915’te Konya vilâyetine çekilen bir telgraftan, sadece sahil bölgelerinde şüpheli görülen Rumların yerlerinden kaydırılması konusunda 23 Ocak 1915’te alınmış bir Başkumandanlık kararı olduğu, bu kararın iç bölgelerdeki Rumlara uygulanmaması gerektiği bildiriliyor ve merkezden habersiz olarak Isparta’dan sürülmüş olan 30 civarında Rum’un tekrar çıkartıldıkları yerlere iadesi isteniyordu. (BOA/DH.ŞFR., nr. 52/104.)

1916’ın bahar aylarında Midilli, Sakız ve Sisam adalarının İttifak güçlerince işgal edilmesi; Doğu’da Rus birliklerinin ilerlemesi ve Yunanistan’ın Rusya ve İngiltere’nin yanında her an savaşa girmesinin bekleniyor olması üzerine köy boşaltmalarına hız verildi. Örneğin Teşkilat-ı Mahsusa’nın has adamlarından Bahaettin Şakir’in Aralık 1916’da Samsun bölgesine gelmesinden sonra 18 köy tamamen 15 köy kısmen yakıldı. 1917 Ocak ayında Samsun’dan 4 bin kişi önce Havza sonra Çorum’a sürüldü. Rumlar, daha önce boşaltılmış olan Ermeni köylerine yerleştirildiler. Bunu, Giresun ve Amasya yöresinin boşaltılması takip etti.

Celal Bayar’a göre savaş öncesi sadece İzmir ve civarından 130.000 dolayında Rum zorla Yunanistan’a göç ettirilmişti. Bayar’ın şahidi Kuşçubaşı Eşref ise sadece 1914 içinde ve harbin ilk aylarında, Ege mıntıkasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve kümelenmiş olan Rum-Ermeni nüfustan 1.150.000 kişinin sürüldüğünü belirtmişti. (Bayar, Ben de Yazdım, Baha Matbaası, 1967, C. 5, s. 1568, 1576.) Rumlardan boşaltılan köylere ise sistematik biçimde Müslüman muhacirler yerleştirilmişti.

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı:1913 yılında Rumların İzmir’den göçmesini, Milli Mücadele’nin başarı ile sonuçlanmasını sağlamış olan hareketler arasında görmemek ve kınamak mantığını, bu ülkenin vatandaşı olarak anlayabilmek mümkün değil. Yazar neyin müdafaasını yapmaktadır? Eli kolu bağlı olarak vatanın istilasını mı beklemeliydi?

Milli Mücadele sürecinde o günün şartlarıyla mukabil tedbirler alınmaya çalışılıyor ve başarı ile alınıyor. Çıkartma olayı bu süreç içerisinde ve istihbarata göre alınmış müşterek bir karardır. Mahmut Celal Bey (Bayar) da bu kararın, bölgedeki siyasi baş sorumlusu olarak üstüne düşeni yapmıştır. Rumlar evlerindeki saksılarını da alarak yabancı gemilerle yurdu terk ediyorlar.

AYŞE HÜR’ün cevabı: Elimizdeki belgeler, 1913-1916 kaçırtmasının ‘Rum ihaneti’ yüzünden değil, Balkan Savaşı’nın ardından Anadolu’ya akan Müslüman muhacirlere yer bulmak için yapıldığını gösteriyor. (Elbette, esas ‘devletin ve sermayenin Türkleştirilmesi’ başlığı altında toplayabileceğimiz ideolojik ve ekonomik gerekçeler var ama yerim az olduğu için o kadar derine inmeyeceğim.) Dünyaya sadece milliyetçilik gözlüğü ile bakanlar, bunları ‘kutsal’ bir misyon olarak görebilirler ama Dr. Gürsoy gibi aydın birinin, o günün az gelişmiş hukuk anlayışına göre bile, belirli kurallara uymadan yaptırılan yer değiştirmelerin, ‘savaş suçu’ veya ‘insanlık suçu’ kapsamında değerlendirildiğini bilmesi gerekir.

‘Rum kaçırtması’ sayesinde Milli Mücadele’nin başarıya ulaştığı iddiasına gelince, aksine Yunan ordusunun 27 Haziran 1917’de İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa girmesi ve 1919’da Ege’ye çıkartma yapmasının nedenlerinden biri, 1913-1916 arasındaki olayların intikamını almaktı. Belki 1922 çekilişi sırasında, Ege bölgesinde büyük katliamlara imza atmalarının nedenlerinden biri de buydu. Ne demişler, ‘rüzgâr eken, fırtına biçer...”

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı: Yazarın köşe adı “Tarih defteri” olduğuna göre, yazıların tarih metoduna sadık kalarak yazılmasını beklemek okuyucunun hakkıdır. Bir araştırmacının uyması gereken hususları sıralayacak olursak: ele alınan konuların gerçeklere uyması; dayanılan kaynakların sağlam olması; çelişkili görüşler varsa, karşıt kaynakların da incelenmesi ve dikkate alınması gerekir. Yazarı da en çok ilgilendirecek olan, alınan tarih dilimi zamanındaki şartlara ve gerçeklere sadık kalınması; anakronik ideoloji ve kasıtlı yorumlarla bunların çarpıtılmamasıdır. Aksi halde ‘Tarih Defteri’ maksatlı bir karalama defterine dönüşür. İmza: Dr. Nilüfer Bayar Gürsoy.

AYŞE HÜR’ün cevabı: Bildiğim kadarıyla Sayın Gürsoy tıp doktorudur. Ben ise tarih eğitimi almış, 1992’den beri yoğun biçimde tarihle uğraşan, halen tarih doktorası yapan biriyim. Sayın Gürsoy’un tarihle ilgisi babasının hatırasını korumakla sınırlı görünüyor. Ben ise, sadece bilimsel merakla tarihe bakıyorum. (Bu arada, ‘maksatlı bir karalama’ iddiasını yakışıksız bulduğumu söylemeliyim.) Sayın Gürsoy, babasını savunmak için, sadece babasının anılarına dayanıyor, ben ise Bayar’ın anılarının yanı sıra, yerli ve yabancı arşiv belgelerine dayanıyorum. Kimin ‘tarih metoduna sadık kalarak’ yazdığının kararını okuyuculara bırakıyorum.

Elbette, hâlâ çok eksiğim var. Hatalar yapıyorum. Her hafta, değişik bir konuda, değişik bir döneme ait ciddi bir tarih yazısı hazırlamak kolay değil. Karşılaştığım zorluklardan biri, konularımla ilgili belgelere ulaşmak. Bunun nedenlerini arşivler hakkındaki yazımı okuyanlar tahmin edebilir. İlginçtir, doktorasını Celal Bayar hakkında yapan Nurşen Mazıcı’nın kitabının önsözündeki satırlar, Sayın Gürsoy’un da, belge konusunda pek eli açık olmadığını düşündürüyor. Mazıcı şöyle yazmış: “Araştırmamıza başlarken döneme özgü belge bulabilme umuduyla, Bayar’ın kişisel kitaplığından yararlanmak üzere kızı Sayın Nilüfer Gürsoy’a başvurdum. Ancak yaklaşık 100 kolideki bu kaynakların sınıflandırılmasının yapılmadığı ve Umurbey’deki Celal Bayar Vakfı’nda da gerekli belge ve kaynaklara ulaşamayacağım iletildi... Bayar’a özgü kaynaklar ve belgelerin sınıflamasının kısa sürede yapılarak bilim adamlarının yararlanmasına sunulmasını diliyor ve bu çalışmadaki tüm eksik ve yetersizliklerden kendimi sorumlu tutuyorum.”

Bu satırlar 1996’da yazılmış. O tarihten bu yana Celal Bayar’ın 100 kolilik arşivi araştırmacılara açıldıysa, Sayın Gürsoy’dan özür dilerim. Ama açılmadıysa bana ‘bilimsel metodoloji ve kaynak’ konusunda ders veren Sayın Gürsoy’un, biz araştırmacılara özür borcu olduğu açık.

KAYNAKÇA: Rum kaçırtması ile ilgili bilgileri Taner Akçam’ın Ermeni Meselesi Hallolunmuştur (İletişim, 2008, s. 79-131) kitabından derledim. Ayrıca, geçen haftaki yazımda geçen ‘Geç Dersimliler’, ‘Erken Dersimliler gibi kavramların Dersimli Seyfi Cengiz adlı araştırmacıya ait olduğu, halbuki adının kaynakçada geçmediği yolunda eleştiriler aldım. Kasıttan değil, bilgisizlikten doğan bu eksikliği düzeltir özür dilerim. Seyfi Cengiz’in bu konuda kitabı var mı tespit edemedim ama internette Dersim hakkında makaleleri var. İlgilenenlere duyururum.

* * *

AÇIKLAMA VE ÖZÜR: Geçen haftaki ‘1937-1938’de Dersim’de neler oldu?’ başlıklı yazının internetteki nüshasındaki tarih hataları için özür dilerim. Geçtiğimiz hafta bilgisayarımı ve mail adreslerimi felç eden bir virüs saldırısına maruz kaldım. Bu dönemde üzerinde çalıştığım belgelerin tümünde, bazı düzeltmelerin hafızaya kaydedilmediğini sonradan fark ettim. Bunlar arasında sözünü ettiğim yazı da varmış. Bu yazıyı Taraf’ın web sayfasından kendi sitelerine taşıyanların, eski nüshayı düzeltilmiş bu nüsha ile değiştirmelerini rica ederim.



Alıntı:
http://www.taraf.com.tr/makale/2797.htm




Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
09.02.2009 20:40 (UTC)[alıntı yap]


KIRIMDAN 70 YIL SONRA



Sait Çiya


Dersim Soykırımının üstünden 70 yıl geçti.

Soykırım halkımızın ortak hafızasındaTertele 38’dir.

Tertele soykırımın Zazaca’sıdır.

70 yılda dünyada çok şey değişti.

Sistemler yıkıldı, haritalar yeniden çizildi.

Ezilen halkların büyük çoğunluğu özgürlüğüne kavuştular.

Tarihin en plan ve kapsamlı soykırımına maruz kalan dünyanın yurtsuzları Yahudiler kendi devletlerini kurdular.

Soykırımı yapanlar diz çoküp özür diledi.

Ermeniler sorunlarını uluslararası sisteme kabul ettirdi. Gerisi gelecektir.

Dersim Soykırımı ne dünyada ve ne de Türkiye’de gündeme gelemedi.

Bunun birçok nedeni var.
Her şeyden önce fail (TC) bu konuda çok katı. Değişime yanaşmıyor. Değişim bir yana, demokratik bir tartışmaya dahi karşı.

70 yıl sonra gizli belgeler, duruşmalar, kararlar açıklanmış değil.
Halkımızın anlatımları, tanıklarla yapılan röportajlar soykırımla ilgili en önemli dökümanlardır.

Aynı şekilde son yıllarda yayınlanan bazı askeri belgeler, soykırıma katılanların söyledikleri, Tunceli kanunu soykırımı belgelemek için yeterlidirler.

Dersimlilerin kendilerinin yaptığı çalışmaları saymazsak, konuyla ilgili genellikle soykırımı yapanların tezleri tekrarlanıyor.

Bir-iki olumlu istisna bu gerçeği değiştirmez.

Sorunu anlamak için soykırımı yapanların tezlerinin bilinçli-bilinçsiz tekrarından vazgeçmek gerekiyor.

Dersim İsyanı soykırımı yapanların uydurduğu bir yalandır.

Dersim 1937’de en sakin yıllarından birisini geçiriyordu.

İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Diyarbakir Dersim’e göre karışıklığın, hukuksuzluğun, korkunun, ölümün kol gezdiği merkezlerdi.

Faillerin ileri sürdüğü gibi mesele Karakol baskını, köprü yakılması da değildir.

Dersim Soykırımı üzerinde yıllarca düşünlen, planlanan bir sürecin son halkasıydı.

Soykırımla sonuçlanan süreci anlamak için Dersim Raporlarını okumak dahi yeterlidir. Bu konuda Jandarma Umum Komutanlığının zamanında gizli olarak bastırdığı Dersim adlı kitap önemli belgelerden biridir.

Kitaba göre Cumhuriyet’den önce ve sonra sürekli olarak Dersim’e harekat yapılmasının hazırlıkları yapılmıs, fırsat bulduklarında da saldırmışlardır.

Zamanın iç ve dış koşullarının sonucu olarak kapsamlı hareketi, tümüyle denetim altına almayı ertelemek zorunda kalmışlar.

İnönü eski askeri hareketleri „Sel hareketleri“ diye nitelendirmişti. Sel gelip geçiyor, eski yaşam devam ediyordu. Yeni bir yol arıyorlardı.

Yeni yolu Tunceli Kanunu ile karara bağladılar.

İsyan yalanı da Tunceli Kanunu incelenerek anlaşılabilinir.

Kanun 1935’in sonunda meclise sunulmuş, 36’nın başında kabul edilmiştir.

Atatürk mecliste yaptığı konuşmada, „Dersim bir yaradır, bu yara kesilip atılmalıdır“ demişti.

Bu cümle soykırımın en kısa şekilde formule edilmesidir.

1935-36’da ne olmuştu da böyle bir kanun çıkardılar.

İsyan mı vardı?

Dersimliler Elazığ’ı mı işgal etmişti?

Ordu kurup Erzincan’i mı kuşatmışlardı?

Dersimliler köylerinde, kasabalarda tarımla, hayvancılıkla, küçük çaplı ticaretle uğraşıyorlardı.

Tarihsel arka plan unutulmadan, olan tek şey Dersim’in “Ne mutlu Türküm diyene”, daha doğrusu „Ne mutlu Türk ve müslümanım diyene“ çerçevesinin içine katılamamasıdır.

Kanun 36’nın başında çıktı, genel saldırıyı 37’nin baharında başlattılar.
Bu süre içinde Dersim’in adını değiştirip Tunceli Vilayeti diye yeni bir bölge oluşturdular. Tunceli Vilayetinin idari sınırları, Dersim Soykırımının da sınırları anlamına geliyordu. Bütün yetkilerle donatılmış (öldürme-sürgün-yasak bölge) Korgeneral Abdullah Alpdoğan’ı Tunceli Vilayeti’ne atadılar.

Tunceli Kanunu daha önce izlenen Umum Müfettişlik uygulamasını aşan, farklı, eskiye göre tamamen yeni bir aşamadır.

Umum Müfettişlikle bölge denetim altına alınıp, Zazalar ve Kürtler zaman içinde Türklük içinde eritilmek isteniyordu.

Tunceli Kanunu Dersim’in tamamen ortadan kaldırılması, yok edilmesi anlamına gelir. Değişen sadece Dersim’in adı değildi. Dersim’i her şeyi ile haritadan silmek istiyorlardı.

Soykırımı Tunceli Kanunu ile karara bağladılar. 4 Mayıs 1937’de Atatürk’ün başkanlığında yapılan toplantıda başlama emir verildi.

4 Mayıs’a kadar hazırlıklar yapıldı. Yol ve köprüler yaparak askeri hareketin alt yapısını hazırladılar. Elazığa, Erzincan a asker yığdılar. Bölgenin ayrıntılı haritasını çıkardılar (dağları, geçiş ve bağlantı noktalarını, su kaynaklarını, muhtemel sığınma yerlerini…tespit ettiler). Askeri karakollar kurdular. Gazeteci, tüccar kılığında Dersim’i köy köy dolaşıp aşiretlerin birbirleriyle ilişkilerini, dostluk ve düşmanlıklar ve benzeri konularda bilgi topladılar. Aşiretleri birbirine karşı kışkırttılar. Para ve mevki dağıtarak çok sayıda insani kendine bağladılar. 4 Mayıs’ta yapılan toplantıda “paraya acımaksızın mümkün olduğunca çok sayıda insani kendimize bağlamalıyız” kararını da almışlardı.

Silah topladılar. Birinci Dünya Savaşı’nda Dersimlilerin eline geçmiş silahların çoğunu topladılar. Türk ordusu bölgeyi boşaltıp Malatya-Sivas hattına çekildiğinde, Dersimliler bu silahlarla bölgeyi Rus isgaline karsı savunmuşlardı.

Abdullah Alpdoğan köy köy dolaşıp ileri gelenlerle görüşmeler yaptı. Derşimliler silahlarını teslim ederlerse, devletin Dersim’e karışmayacağını, herkese iş verileceğini, devletin değiştiğinin propagandasını yapıyordu. Küçümsenmiyecek bir kesim bu propagandaya inanip silahlarını teslim etti.

Dersim ileri gelenlerinin önemli bir bölümü devlete güvenilmemesi gerektiği, bunun bir plan olduğu, saldırı için hazırlık yapıldığını söylüyordu. Ama isyanı andıracak herhangi bir gelişme yoktu.

Dersimliler yol, köprü ihaleleri alıyor, bu işlerde çalışıyorlardı. Öyleki anlatılanlar doğru ise Dersim önderlerinden Usê Seydi dahi bir köprü ihalesi almıştı.

Dersim liderleri endişeli idiler.

Devletin yeni politikasını anlamaya çalışıyorlardı.

500 yıldır uzak durdukları sistem içlerine giriyordu. Özgürlük adım adım ortadan kalkıyordu.
Yine de bırakalım isyani, genel bir direniş eğilimi dahi yoktu.

Karakol baskını, köprü yakılması Türk Savaş Kurmayının bilinçli bir provakasyonudur. Kadınlara saldırılarak Dersimlilerı cevap vermeye zorlamışlardır.

Ama bu bir isyan değildir.

Saldırıya uğrayan aşiretin bir bölümünün kendini savunmasıdır.

Genel saldırıyı başlattıklarında Batı Dersim’de Abasu ve Bextiyaru aşiretlerinin bir bölümü hariç öteki aşiretler direniş göstermemişlerdir. Doğu Dersim’de direniş Demenu ve komşu aşiretlerin bir bölümünün direnişinden ibarettir.

Dersimliler devletin yeni politikasını kavramamışlardı.

Geçmişte olduğu gibi bazı aşiretlere saldırıyla yetineceklerini düşünüyorlardı.

Köyler yakılmakta, insanlar toplu olarak öldürülmekte, saldırıya uğramayanlar işbirliği yapmasalar da, tarafsız kalarak saldırının hedefi haline gelmeyeceklerinin hesabı içindedirler.

Kısacası isyani andıran bir gelişme yoktu.

37’de ağırlıklı olarak Doğu Dersim’de hareket yürütüldü. 38’de tüm Dersim hedef halindeydi.

Artik aşiretler arasında ayrım yapılmıyordu. Soykırımı gösteren en önemli olgu direnişe katılmamış, hatta işbirliği yapmış aşiretlerinde toplu olarak öldürülmesidir. Devletin kendilerine karışmayacağını düşündükleri için köylerinden çıkmayanlar toplanıp köy meydanlarında, dere kenarlarında toplu olarak öldürülmüşlerdir. Soykırım öylesine katı ve sınırsız yürütülmüştür ki para verip çalıştırdıkları dahi canlarını kurtaramamıştır.

Soykırım tüm ayrıntılarıyla önceden planlanıp hazırlanmıştır. Mesela evlerin nasıl daha hızlı ve kolay yakılabileceğini gösteren bir kitap Elazığ’da Turan Matbaasında bastırılıp askerlere dağıtılmıştır. Naziler de hızlı ve az maliyetli ölüm için Gaz Fırınlarını bulmuşlardı.

Onbinlerce sivil insanın öldürülmesi, onbinlerce insanin sürgün edilmesi soykırımdır.

Karar Tunceli Kanunu ile alınmıştır.

Uygulaması 37-38’de yapılmıştır.

Tunceli Kanunu soykırımın kanunudur.

Dersim Soykırımı kanunla ilan edilmiş soykırımdır.

Tunceli Kanunu, Türk hukukunun dışında özel kanundur.

Ankara’da, İstanbul’da, hatta Diyarbakır’da uygulanan hukukun dısında ayrı bir hukuktur.

Zaten Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak, „Dersim sömürge gibi yönetilmelidir“ demiştır.

Dördüncü Umum Müfettiş de olan Tunceli Valisi Abdullah Alpdoğan’ın yetkileri, Türk Meclisinin de üstündeydi. Tüm yetki, karar, uygulama Genel Kurmay adına Alpdoğan’ın elindeydi.

Alpdoğan’ın sahip olduğu yetkiler İngilizlerin, İspanyolların sömürge valilerinde dahi yoktu.

Cumhuriyet tarihinde ne böyle bir kanun ve ne de bu kapsamda bir kırım yoktur.

Tunceli Kanunu’na benzeyen tek olgu İttihat ve Terakkinin Ermeni techiridir.

Bunun adı soykırımdır.

Dersim yasak bölge ilan edilmiş, onbinlerce insan öldürülmüş, onbinlercesi sürgün edilmiş, küçük bir azınlıkda başlarına karakollar kurularak yaralı, aç, korku içinde yaşamaya mecbur edilmiştir.

Dersim Soykırımı’nın kollektif sorumluluğu TC’ye aittir.

Önde gelen sorumlular Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Fevzi Çakmak, Abdullah Alpdoğan ve öteki siyasi-askeri liderlerdir.

1988’de Tercüman Gazetesinde yayınlanan röportajında Celal Bayar, Atatürk’ün Dersim’de tatbikatlara katıldığını, milisleri, ajanları isimleri ile tanıdığını söylemiştir. Aynı röportajda, Atatürk’ün , „Dersim’i vurun, sorumluluk bana aittir dediğini“ de söylemişti.

Soykırımın ortaklarını da unutmamamız gerekiyor.
Baş ortak Türk komunistleridir.

Türk Komunistleri Dersim Soykırımını büyük bir sevkle desteklemislerdir. Zamanın kapitalist ülkeleri sessizce izlerken, Komuntern, „Kemalist rejim gericiliği boğuyor“ diye politik destek vermişdir.

Türk komunistleri, onların her türden mırasçıları da Dersim’den özür dilemelidirler.

Neden Dersim?

Tarihsel arka plan Dersim’in Osmanlının doğuya doğru yayılmasına katılmaması, direnmesidir.

Dersim’in aynı şekilde Ermenileri koruması, soykırıma ortaklık etmemesi suç olarak görülmüştür.

Cumhuriyet döneminde de Dersim Türk ırk sistemine dahil edilememiştir.
Dersim 1920’den 38’e kadar de facto özerkliğini tüm zorluklarına rağmen koruyabilmiştir.

Türk ırk sistemi içinde Dersim ayrı dini, dili, etnik yapısı ve kültürü ile çıban olarak görülmüştür.
Soykırımın amacı işgali tamamlamak, Dersim’i ortadan kaldırmaktır.

Dersim Soykırımı’nın giderek daha çok çevre tarafından dile getirilmesi olumludur.

Ne var ki Dersim Soykırımı tam olarak anlaşılmamıştır. Hala daha Dersim İsyanı denilerek soykırımcıların tezleri tekrarlanmaktadır. Aynı şekilde Dersim Soykırımını „Kürt İsyanı“, „Kürt Soykırımı“ olarak göstermek de tamamen yanlıştır. Dersim Kürt değildir. Dersim’in dili, kültürü, tarihi Kürtlüğün dışındadır.

Dersim’e karşı izlenen politika ile Kürtler’e karşı izlenen politika da farklıydı.
Kürtler kontrol altına alınarak baskı ve asimilasyonla yönetilmek isteniyordu.

Dersim yok edilmek istenmişti.

Dersim Soykırımı Dersimlilerin kendileri tarafından sahiplenip uluslararası platformlara taşınmazsa, soykırıma karşı gelişen tepkiler Kemalizmin demokratlığını keşfedip, „biz bu cumhuriyeti birlikte kurduk“ diyenlerin elinde yeniden faillerin kontrolüne girecektir.

Dersimlilerin de taraf olduğu uluslararası bir mahkemede soykırım suçluları yargılanmalıdır.

Kasım 2008
© Sait Çiya


http://www.radiozaza.de/KIRIMDAN%2070%20YIL%20SONRA%20%20Sait%20%C7iya.htm

Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
09.02.2009 20:44 (UTC)[alıntı yap]



DERSİM 1938 VE KURMAY SUBAY MUHSİN BATUR


İbrahim SÖYLEMEZ


12 mart 1972 faşist askeri darbenin mimarlarından dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin BATUR Emekli olduktan sonra anılarını topladığı kitabında kurmay subay olarak orduya katıldığı 1938 de Dersimde yaşadıklarını 'okurlarımdan özür diliyorum hayatımın Dersim'de geçen bu bölümünü yazmayacağım' demektedir.

İşte emekli general 1938 Dersim'inde yaşanmış zulüm ve katliamdan utanç duyabilmektedir. İşte Em. General Muhsın Batur'un okurlarından özür dileyerek yazmadığı anılarında , 1992 de 92 yaşında kaybettiğim babam Kahraman Söylemez'in 1938 Dersim'inde tanık ve maruz kaldığı iki olayı tarihsel önemi gereği yeni kuşaklara aktarımını sorumluluk olarak kabul ediyorum.

Birinci olay: Babamın anlatımı, 1938 Ağustos hasat dönemi askeri birlik yanlarına aldıkları Ovacık Topuzlu köyünde Yusuf ağanın oğlu Ağa Topuz ile beni zincirleyerek Eğripınar Bozkıra'dan, Havacur (Kızılca) suyunun mağaralar mıntıkasına götürüldük. Suyun kıyısında on iki kişi süngülenerek kanlar içerisinde yatıyorlardı. Askeri birlik komutanı bize bağırarak ölülerden tanıdıklarımızın olup olmadığını sordu ve ölü yatan bir gencin başının üzerine, postalıyla basarak bu genç can vermedi, su içirdikten sonra öldü diye seslendi. O sırada aynı zincirle bağlı olduğum Ağa Topuz komutana dönerek bir sigara talep etti, ağlamaklı haliyle. Komutan durumundan süphelenerek ölülerden akrabalarınız mı var diye sordu, cevaben hayır kan beni tuttu o nedenle sigara talep ettim, demiştir. Olayın aslı birlik komutanının başına basıp su içirmeden ölmedi dediği genç oğluydu. İşte Muhsın Batur'un anlatmadığı olaylardan biri. (bkz.Faik Bulut Genelkurmay tutanakları Ovacık Havacur'da mıntıka tutanağı, on iki asi ölü.


İkinci olay. 1938 eylül başı askeri birlikler Kemah boğazından ve Munzur dağlarından Eğripınar köyü Bozkıra mezrasına gelir. Mezrada babam Kahraman Söylemez yanında amca oğlu Hasan Söyler'i zincirle bağlayarak Havacur'daki karargaha götürürler. Bir kaç gün sonra amca oğlu Hasan Söyler'i serbest bırakırlar. Babam Kahraman Söylemez'i karargahta günlerce aç susuz bağlı vaziyette tutarlar, karargah komutanı yanındaki insan kanıyla boyanmış elbiseli askere, babamı göstererek bu adamı kurtar açlıktan, ölecek diyerek öldürülmesini emretmiştir. Cellatlık yapacak asker komutanına cevaben çok yorgun olduğunu, akşama kadar süngü kullandığını, birazdan babamla ilgileneceğini söylemiştir. Celladın ilğilenmesi babamı öldüreceği anlamındadır. O sıralarda karargahta bir hareketlilik başlar. Harekatın sona erdiği duyurusu yapılıyor, babam serbest bırakılıyor ve köye dönüyor. Babamın celladının yorgunluğu, babamın 56 yıl daha yaşamını sağlıyor, dolayısıyla benim de varlığım ve yaşamım celladın yorgunluğuna borçludur. İşte Muhsin Batur'un anlatmadığı olaylardan ikincisi (bkz..Faik Bulut Genel Kurmay tutanakları, askeri birlikleri Havaçur mıntıkasından çekilmesi 15 eylül 1938 ).



http://www.dersimhayat.com/soylemez.htm



Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 322
Bütün postalar: 693
Bütün kullanıcılar: 740
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
  Bütün hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.  
 
Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono. Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden