Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono.
   
  SIMA XÊR AMÊ! DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ!
  PLATFORUM (şifreli)
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

******** SIMA XÊR AMÊ KURŞİYE WERENAYİŞİ ******** ***** DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ *****

PLATFORUM (şifreli) - Diyarbakır Demokratik Halk İnisiyatifi ve Abant Platformu

Burdasın:
PLATFORUM (şifreli) => PLATFORUM_GENEL => Diyarbakır Demokratik Halk İnisiyatifi ve Abant Platformu

<-Geri

 1 

Devam->


Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
05.02.2009 00:49 (UTC)[alıntı yap]


Diyarbakır Demokratik Halk İnisiyatifi ve Abant Platformu




İsmail Beşikçi


Abant Platformu, 4-8 Temmuz 2008 günlerinde, Kürt Sorunu: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak konulu bir seminer düzenledi. Seminer Abant’ta yapıldı. 13 Eylül 2008 de, seminerin sonuç bildirisi üzerinde, Diyarbakır’da açıklamalar ve tartışmalar yapılacaktı. Diyarbakır’daki bazı sivil toplum kuruluşları Abant Platformu’yla bu konuda anlaşmaya varmışlardı. Diyarbakır Ticaret Odası Başkanı Mehmet Kaya, Diyarbakır Ticaret Borsası Başkanı Fahrettin Akyıl, Diyarbakır Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Başkanı Alican Ebadinoğlu, Diyarbakır Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Raif Türk, Güneydoğu Sanayicileri ve İşadamları Derneği Başkanı Şahismail Bedirhanoğlu, bu toplantı için çağırı da yapmışlardı. Abant Platformu’ndan ilgili kişiler, akademisyenler Diyarbakır’a gelecek, Kürt Sorunu: Barış ve Geleceği Birlikte Aramak seminerinin sonuç bildirgesini açıklayacak, toplantıya çağrılanlar da, bildiri üzerindeki düşüncelerini açıklayacak, tartışmalar yapılacaktı.

Abant Platformu, 4-8 Temmuz 2008 günlerinde, Kürt Sorunu: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak konulu bir seminer düzenledi. Seminer Abant’ta yapıldı. 13 Eylül 2008 de, seminerin sonuç bildirisi üzerinde, Diyarbakır’da açıklamalar ve tartışmalar yapılacaktı. Diyarbakır’daki bazı sivil toplum kuruluşları Abant Platformu’yla bu konuda anlaşmaya varmışlardı. Diyarbakır Ticaret Odası Başkanı Mehmet Kaya, Diyarbakır Ticaret Borsası Başkanı Fahrettin Akyıl, Diyarbakır Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Başkanı Alican Ebadinoğlu, Diyarbakır Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Raif Türk, Güneydoğu Sanayicileri ve İşadamları Derneği Başkanı Şahismail Bedirhanoğlu, bu toplantı için çağırı da yapmışlardı. Abant Platformu’ndan ilgili kişiler, akademisyenler Diyarbakır’a gelecek, Kürt Sorunu: Barış ve Geleceği Birlikte Aramak seminerinin sonuç bildirgesini açıklayacak, toplantıya çağrılanlar da, bildiri üzerindeki düşüncelerini açıklayacak, tartışmalar yapılacaktı.



Toplantıyı düzenleyen beş sivil toplum örgütü, 12 Eylül günü yaptığı bir açıklamayla toplantının iptal edildiğini duyurdu. Diyarbakır Demokratik Halk İnisiyatifi’nden gelen tehditlerin toplantının iptal edilmesine neden olduğu anlaşılıyor. Abant Platformu tarafından düzenlenen, Kürt Sorunu: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak konulu seminerin, bu yılın İlkbahar aylarında Diyarbakır’da yapılması planlanmıştı. O zaman da, Diyarbakır Demokratik Halk İnisiyatifi’nin tehditleri sonucu, seminer Diyarbakır’da yapılamamıştı. Seminer daha sonra Abant’da yapıldı. Son olay ile ilgili olarak, Diyarbakır Demokratik Halk İnisiyatifi yaptığı açıklamada şöyle diyor: “Abant Platformu, daha önce de, Diyarbakır’da yapacağı, ‘Kürt Sorunu: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak’ başlıklı toplantısı, gerçek yüzü teşhir olmasından dolayı, Abant’a taşımış ve orada yapmıştı. O zaman da bu girişimin bir günah çıkarma olduğu vurgulanmıştı.

Diyarbakır Demokratik Halk İnisiyatifi toplantıyı tertip edenleri ve katılımcıları şu ifadelerle tehdit ediyor. “İnisiyatif, Fetullah Gülen cemaatinin ve AKP’nin nerede ‘düşkün’ ve ‘kaçkın’ bir Kürt varsa, yanına almaya ve sahte bir Kürt oluşumu yaratmaya çalışıyor. Dünyanın hiçbir yerinde bir sorun, muhataplarına rağmen çözülememiştir. Kürt halkı ve onun temsilcisi olan siyaset kendi yol haritasını çizmiştir ve demokratik özerklik ilkesini benimsemiştir. AKP’nin temel anlayışı, ‘Kürtler şöyle dursun, biz onların sorunlarını çözeriz’ diyor. Bu nedenle, başta AKP olmak üzere, onların işbirlikçi yan kuruluşlarını uyarıyoruz. Ve hiçbir onurlu Kürt’ün, Abant Platformu benzeri tartışmalara katılmaması gerektiğini bir kez daha belirtiyoruz. Bunu organize eden kesimleri de uyarıyoruz ve Diyarbakır’a gelmemeleri gerektiğini hatırlatıyoruz. Tersi bir durumda her türlü meşru eylem hakkını Kürtler geliştirecektir.”

Bu açıklamada “uyarı” sözcüğü kullanılıyorsa da, bunun bir tehdit içerdiği açıktır. Buysa ifade özgürlüğüne karşı bir konumlanmayı ifade eder. Halbuki Kürtler, her yerde, her koşulda, ifade özgürlüğünü savunmak durumundadır. Toplumsal, politik bir sorunun muhataplarına rağmen çözülememesi ifadesi de, kanımca çok doğrudur. Amma, bu, başkalarının da, örneğin Abant Platformu’nun da, Kürtlere, Kürt sorununa ilişkin bilgi üretmesine, bu bilgileri açıklamasına engel değildir. Bu tür toplantılara katılıp görüşlerini açıklamak daha doğrudur.

Geniş halk kitleleri arasında, gelişen, yaygınlaşan Kürtlük bilincine karşı sahte Kürt oluşumları yaratmak da, devletin temel politikalarındandır. Sahte Kürt politikalarına karşı mücadele etmek, bunları deşifre etmek, elbette gerekir. Buysa tehditle değil, bilgiyle, bu bilgileri, özellikle ilgili kurumların önünde kararlılıkla savunmakla, bunların gereklerini yerine getirmekle olur.

Bu tür konferansların, seminerlerin dikkate değer bir özelliği var. O da sorunun temel niteliğine, Kürt sorununu neden, bugüne kadar sorun olarak kaldığına dokunmamaktır. İran’da Kürdistan, Irak’ta Kürdistan, Suriye’de Kürdistan, Türkiye’de Kürdistan, Kafkasya’da, Ermenistan’da, Azerbaycan’da Kürdistan… Ama, Kürtlerin değil, İran’ın Kürdistan’ı, Irak’ın Kürdistan’ı, Suriye’nin Kürdistan’ı, Türkiye’nin Kürdistan’ı, Azerbaycan’ın, Ermenistan’ın Kürdistan’ı… Kürtler ve Kürdistan nasıl bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır? Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan hakları nasıl gasp edilmiştir? Kürt sorununun, temel niteliği budur. Bu konferanslarda, bu seminerlerde sorunun bu niteliğini gündeme getirmemek esastır. Bu görüşte, bu düşüncede olan araştırmacıların bu tür toplantılara davet edilmemeleri sık sık rastlanan bir olaydır. Ama, Diyarbakır Demokratik Halk İnisiyatifi de bu konuda kendini sorgulamalıdır. “Biz acaba Abant Platformu’ndan farklı bir şey mi yapıyoruz?” Abant Platformu veya benzeri kurumlar, bu konuyu gündeme getirmez, bu konuyu tartışmaz. Bilakis bu temel konuyu gizlemeye örtmeye çalışır ama, Kürtlerin bu konuyu gündeme getirmemeleri, bu döneme, bu ilişkilere açıklık getirmemeleri büyük bir eksikliktir, tarih bilincine ulaşmamak demektir. Abant’ta, Kürt Sorunu: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak seminerinde yaptığı konuşmada, Cengiz Çandar, Kürt sorununun devlet sorunu olduğunu söylemiştir. Kürtçe eğitimin Kürtlerin doğal hakkı olduğunu vurgulamıştır. Kürtleri psikolojik olarak tatmin etmeden Kürt-Türk birlikteliğinin oluşamayacağını ifade etmiştir. Bunu da olumlu bir not kaydetmek gerekir. Gerçeğe ulaşmak, hakikati aramak şüphesiz vazgeçilmez bir tutum olmalıdır. Bunun yolu ise, eleştirmektir, tartışmaktır. Bunlar bilim yönteminin temel ilkeleridir. Tehdit ise anti-demokratik bir tutumdur, bilimsel gelişmeyi sekteye uğratır, boğar.

Burada, Diyarbakır’da, bu toplantıları organize eden sivil toplum kuruluşlarına da bir eleştiri yöneltmek gereği vardır. Bu kurumlar iki seferdir, tehditler üzerine ilan ettikleri toplantıyı iptal ediyor. Halbuki, toplantılar buna rağmen yapılabilmeliydi.

Diyarbakır Demokratik Halk İnisiyatifi’nin bildirisinde, “hiçbir onurlu Kürt bu tür toplantılara katılmamalıdır…” deniyor. Kanımca Kürtler, onur kavramını yerinde ve zamanında kullanmıyor. Onurlu olmak, onuru korumak, ulusal onuru savunmak elbette gereklidir. O zaman temel soru şu olmalıdır. Dünyada, Ortadoğu’da 40 milyonu aşkın bir nüfusa sahip olacaksın, ama, uluslar arası ilişkilerde küçücük bir siyasal statün olmayacak. Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, İslam Konferansı, İslam Kalkınma Örgütü gibi kurumlarda, hak-hukuk söz konusu edildiği zaman adın geçmeyecek, sadece “terör” denildiği zaman, “uluslar arası terör” denildiği zaman adın anılacak, o da şüphesiz, “terörün kökü kazınacaktır” anlayışı çerçevesinde. İşte, onur, ulusal onur bu çerçevede aranmalıdır, savunulmalıdır. Halbuki, Kürtlerin çok büyük bir kısmı, “biz kardeşiz” diyerek, “bin yıldır beraber yaşıyoruz” diyerek, “biz milliyetçi değiliz, devrimciyiz, enternasyonalistiz” diyerek bu tür konuları gündeme getirmekten uzak duruyor. Kürtler, Ortadoğu’da böylesine perişan bir görüntü sergilerken hangi onurdan söz ediliyor acaba?

29.8.2008 tarihinde, rizgarionline sitesinde bir haber yorum yayınlandı. Yazının başlığı, “Kürtlere dışkı yediren, Kürtleri katleden Türk subayları ceza yerine terfi aldılar” şeklindeydi. 1989’da, Cizre’nin bir köyünde cereyan eden, bir olaydan söz ediliyor. Bu olayla ilgili mahkeme gelişmeleri yakından biliniyor. Avrupa İnsan Hakları mahkemesi’nde açılan dava ve Türkiye’nin mahkumiyeti de biliniyor. Bunlar ayrı konu.

Diyarbakır Demokratik Halk İnisiyatifi, “kardeşlik”ten çok söz eden kesimlerden biridir. Böylesine süreçlerden, nasıl, “kardeşlik” gibi bir kavram üretiliyor acaba? Düşüncenin temeli maddi olgulardır. Maddi olgularla düşünce arasında yoğun bir bağ vardır. Maddi olgular köylerin yakılmasıdır, yıkılmasıdır, köylülere, ceza olsun diye bok yedirilmesidir. Batı bölgelerinde, örneğin Antalya’da, ormanlar yanarken, “yüreğimiz yanıyor” deyip yangının söndürülmesi için canla başla çalışılırken Kürt bölgelerinden ormanların bizzat devlet güçleri tarafından yakılmasıdır ve köylülerin yangınları söndürmek için yaptıkları girişimlerin engellenmesidir. Kürt bölgelerinden Karadeniz’e giden mevsimlik fındık işçilerinin çok ağır hakaretlerle, aşağılamalarla karşılaşmasıdır. Maddi olgular bunlardır. Bunlar gibi onlarcası daha sayılabilir. Bu maddi olgulardan, ilişkilerden “kardeşlik” gibi bir kavram nasıl üretilebiliyor acaba? Bu tutumda, bu düşünce biçiminde, bir sakatlık yok mu? Acaba, yıllar yıllar süren sömürge bile olamamak Kürtlerin DNA’larının mı bozmuş? Bütün bunların dışında, bu süreçleri bilimin ve siyasetsin kavramlarıyla açıklamak gerekir. Onur ve ahlak gibi etik kavramlar, bu ilişkileri açıklamakta yeterli ve uygun kavramlar değildir.

2004 Atina Olimpiyatlarına 204 devlet katıldı. 2008 Pekin Olimpiyatlarına 206 devlet katıldı. 2012 Londra Olimpiyatlarına katılacak devlet sayısı 210’u aşacak gibi görünmektedir. Kürtler ise, “devlet olmak iyi değildir”, “Devlet olmak başta Kürtlere zarar verir” deyip duruyor. Gürcistan-Oset savaşı, Rusya’nın Gürcistan’a askeri müdahalesi, Kafkasya’da cereyan eden fakat bütün dünyayı da ilgilendiren bir olay oluyor. Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi sonucu olarak Güney Osetya’nın ve Abazya’nın bağımsızlığından söz ediliyor. Nüfusu 70 bin olan Güney Osetya bağımsızlık istiyor, nüfusu 40 milyonu aşkın Kürtler bunu düşünemiyor. Bunda bir sakatlık yok mu? Gürcistan’ın sınırlarını, Gürcistan’nın toprak bütünlüğünü kişi olarak dert etmiyorum. Gürcistan tarafından baskı altında tutulan ulusların özgürlüklerine kavuşmaları beni daha çok ilgilendiriyor.

Dünyada herkes için iyi olan sadece Kürtler için kötü. Kürtlerin bütün söylemi hasımlarını rahatlatmaya yönelik. Kürtler kendileri için bir şey istemiyor, temel amaç hasımlarını rahatlatmak oluyor. Kürtler, hasımlarını rahatlatacak söylemi o kadar çok tekrarlıyorlar ki, giderek, düşüncelerini ve tutumlarını belirleyen de bu sahte söylem oluyor. Türkiye örneğin,

180 bin civarında olan Kıbrıs Türkü için bağımsız bir devlet isterken, Kürtlerin hakları-hukukları söz konusu olduğu zaman hemen terör kavramını gündeme getiriyor. Kaldı ki Kıbrıs Türklerinin nüfusu 1974’den önce 80 bin civarındaydı. Nüfus, müdahaleden sonra, Türkiye’den gönderilenlerle bu kadar büyüdü. Kürtlerse, Ortadoğu’nun ortasında, bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış halleriyle bir yaşam sürdürüyor. Kürtler, “barış istiyoruz” diyorlar. Halbuki, Arap, Fars ve Türk uluslarıyla eşitlik istemeliler. Eşitlik olunca barış da olur. Ama her barış eşitliği getirmeyebilir. O zaman sorun yine devam eder.

29 Mart 2009 tarihinde yerel yönetim seçimleri yapılacak. Hükümetin, başta Diyarbakır olmak üzere belediyeleri Demokratik Toplum Partisi’nden almak için yoğun bir çaba içinde oluğu açık bir gerçektir. AKP’nin bu politikasını devletin teşvik ettiği de çok açık. Devletin AKP ile Batı illerinde laiklik konusunda bazı temel çelişkileri olabilir. Buralarda devlet AKP karşıtı bir politika izleyebilir. Ama, Kürt illerinde, AKP’nin desteklendiği, teşvik edildiği gün gibi ortadadır. Çünkü, Kürt sorununu dinsel akımlar içinde eritmek, geriletmek, devletin temel politikalarındandır. AKP bu konuda en elverişli bir partidir. Hükümetin bu konuda iki büyük olanağı da vardır. Birisi, merkezden belediyelere nüfusları oranında gönderilecek paralardır. Hükümet musluğu kapattığı zaman, DTP li belediyeleri zor durumlarda bırakabilir. Halka hizmet için maddi bir güç gerekir. Maddi güç temini sürekli olmayınca hizmetin aksaması doğaldır. Yeteri kadar hizmet olmadığındaysa, halk, DTP’den uzaklaşabilir. İkincisi ise, hükümetin, AKP’nin halkın iaşe-ibate sorunlarıyla ilgilenmesidir. Buna sadaka ekonomisi de deniyor. Kömür, un, bulgur, çay-şeker, zeytin vs. halkın aklını çelmede ciddi bir rol oynayabilir. Hükümetin, AKP’nin bu politikalarına, uygulamalarına karşı DTP ne yapabilir? DTP her şeyden önce seçmen tabanını genişletici bir yol izlemek durumundadır. Hükümetin iaşe-ibate uygulamaları, sadaka uygulamaları deşifre edilip halka gerçekleri anlatmak önemlidir. Köylerin yakılması yıkılmasıyla, temel geçim kaynaklarının tahrip edilmesiyle, koruculuk uygulamasıyla halk muhtaç duruma düşürülmekte, sonra da sadaka uygulamalarına girişerek halkın desteği sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu sürecin ahlaki bir yıkım olduğu deşifre edilmelidir.

Yerel yönetimlerde güç olmak, Kürtler için önemli olmalıdır. Başta Diyarbakır olmak üzere yerel yönetimler elbette korunmalıdır. 2004 seçimlerinde kaybedilen Van, Siirt, Bingöl gibi belediyeler tekrar kazanılmalıdır. 56 belediyenin yüze, yüzyirmiye çıkarılması hedef olmalıdır. Bunun için de seçmen tabanını genişletmek önemlidir. DTP bu konuda ittifaklarını yeniden gözden geçirmek durumundadır. Türk soluyla kurulan ittifakta bir + bir iki etmemektedir. Halbuki, DTP’nin kendi dışındaki Kürtlerle kuracağı bir ittifak sürecinde bir + bir ikiyi de geçebilir. Bu sürecin bir sinerji, moral güç yaratacağı besbellidir. Bütün bunlar, tehditlerle yaşama geçirilecek durumlar değildir. Dışlayıcı, yasaklayıcı değil, özgürlükçü bir tutum sahibi olmak vazgeçilmez bir tutum olmalıdır. Kardeşlik anlayışının Kürtlerin kendi içinde, Kürtler arasında sağlanması yaşamsaldır.

Tarih: 22 Eylül 2008 Pazartesi


http://ortaklikicin.blogspot.com/2008/10/diyarbakr-demokratik-halk-inisiyatifi.html



________________________________________________________________________
Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
05.02.2009 00:51 (UTC)[alıntı yap]
13 Ekim 2008 Pazartesi

Beşikçi İle Türk Milliyetçiliği Üzerine Bir Sohbet


-Roşan Lezgîn: Sayın İsmail Beşikçi, kendim epey zamandır yazılarınızı izlemeye çalışıyorum, Kürtçeye çeviriyorum. Kimi zaman, sanki, tam olarak bir şeylerin izah edilmediği/edilemediği duygusuna kapılıyorum. Mesela, tekrar ederek Türk milliyetçiliğinin katılığından, değişmezliğinden, yumuşamazlığından söz ediyorsunuz. Örneğin, “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Kürtlere Ne Veriyor?” başlıklı yazınızda da, daha önce yayınlamış olduğunuz yazılarınızda da bazı karşılaştırmalar yapıyorsunuz. Örneğin, şöyle diyorsunuz: “Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan anlayışın temsilcisi De Klerk Nelson Mandela’nın yardımcılığına geldi. Bu, “dünyanın en ırkçı devleti” denen Güney Afrika’da resmi görüşün çok da katı olmadığını göstermektedir. Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan anlayışın Cumhurbaşkanı De Klerk’in, seçimler sonunda, Cumhurbaşkanı seçilen Nelson Mandela’nın yardımcılığını kabul etmiştir. Türkiye’deyse, resmi görüş çok katıdır, hiç değişmemektedir. Katı, değişmeyen resmi ideoloji, hızla değişen bir toplumu yönetmeye çalışmaktadır.” Tabi burada “resmi görüş” denilen şey “Türk milliyetçiliği”dir. Ben böyle anlıyorum.

Bu belirlemeniz, somut, olgulara dayanan bir tespit. Ama benim merak ettiğim şey şu: İşte bu, “katı, değişmez Türk milliyetçiliği”ni yaratan tarihsel arka plan, sosyolojik, psikolojik nedenler nelerdir acaba?

-İsmail Beşikçi: 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı aydınları imparatorluğun bekası üzerinde, yani imparatorluğun kalıcılığı, ölmezliği üzerinde düşünmeye başladılar. Osmanlıcılık ilk fikir hareketiydi. “Dil ve din farkı gözetilmeden herkese Osmanlı diyelim” deniyordu. Ama Balkanlarda, Yunanlılar, Bulgarlar, Romenler, Sırplar, Makedonlar, Hırvatlar arasında gelişen milliyetçilik hareketleri Osmanlıcılık düşüncesinin yaşam bulmasını engelliyordu. Balkanlarda gelişen bu milliyetçilik hareketlerinden geriye dönüş olmadığı anlaşılınca İmparatorluktaki Müslüman halkları bir arada tutabilmenin yolları arandı. İslamcılık akımı böyle gelişti. İkinci Abdülhamid döneminde (1876-1908 ) bu akımın geliştirilmesi için büyük çaba harcandı. Araplarda ve Arnavutlarda gelişen milliyetçilik hareketleri bu düşüncenin de geleceği olmadığını ortaya koydu.

Yeni Osmanlılar, daha sonra da Jön Türklerle birlikte Türkçülük akımı da gelişmeye başlamıştı. 1910’larda, Balkan yenilgisiyle birlikte bu akım güç kazanmaya başladı. İttihat ve Terakki, İmparatorluğun bekasını, yani kalıcılığını ve ölmezliğini teminat altına almak için Türk unsura dayalı yeni bir organizasyondan söz ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk unsuru etrafında yeniden organize etmeye, Türk unsurun egemen olduğu yeni bir devlet kurmaya çalışıyordu. Yeni tasarımın yaşama geçmesinde, Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve Aleviler ciddi engeller, pürüzler olarak görülüyordu. Rumların sürgün edilmesi, Ermeni nüfusunun çürütülmesi düşünülmeye, bu doğrultuda planlar hazırlanmaya başlandı. Ekonominin millileştirilmesi için de bu yapıldı. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu, yine, bu çerçevede gündeme geldi.



Yunanlılar (Rumlar), Bulgarlar, Romenler, Sırplar, Hırvatlar Makedonlar, 19. yüzyılda İmparatorluktan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurma sürecindeydiler.

Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte, Arnavutlar ve Araplar da İmparatorluktan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurma sürecine girdiler. 1917 Sovyet Devrimi sırasında Ermeniler de Doğu Ermenistan’da bağımsız Ermenistan’ı kurdular. Osmanlı Devleti sınırları içinde Türkler, Kürtler kaldı. Süryaniler yine bu sınırlar içinde kaldılar. Birinci Dünya Savaşı sürecinde, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında, Mayıs 1916’da Sykes-Picot antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Kürtlerin yaşadığı topraklar bölünüyor, parçalanıyor, paylaşılıyordu. Bu gizli antlaşmaya, Nisan 1917’de, Saint-Jean de Maurienne Antlaşmasıyla İtalya da katıldı. 1923’deki Lozan Antlaşmasıyla, Osmanlı
Devleti sınırları içindeki Kürdistan üç parçaya bölündü.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, savaştan yenik çıkan imparatorlukların sömürgeleri, savaştan zaferle çıkan İngiltere, Fransa ve İtalya arasında paylaştırıldı. Milletler Cemiyeti yönetiminde kurulan bu yeni sömürgelere manda devletler deniyordu. Bu çerçevede, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki Arap topraklarında ve Kürt coğrafyasında manda devletler kuruldu. Bunlara A Tipi mandalar deniyordu. İngiltere’ye bağlı Irak, Ürdün ve Filistin, Fransa’ya bağlı Suriye ve Lübnan mandaları kuruldu. B Tipi mandalar, Afrika’daki Alman sömürgelerinin paylaşılmasıyla oluşturuldu. Pasifik’deki Alman sömürgelerinin paylaşılmasıyla ise C Tipi mandalar oluşturuldu.
Görüldüğü gibi Kürtler ülke olarak ve halk olarak bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Misak-ı milli aslında, Türklerin ve Kürtlerin birlikte yaşadıkları topraklar olarak anılıyor. Cumhuriyetten sonra ise Kürtler inkar ediliyor ve asimilasyon politikaları kararlı bir şekilde uygulanıyor. İttihat ve Terakki döneminde başlayan asimilasyon uygulamaları Cumhuriyet döneminde sistematik olarak sürdürülüyor. Kürtleri Türkleştirmek, Türk milliyetçiliğinin çok önemli bir amacı oluyor.

Osmanlı döneminde “tamamiyet-i vatan” deniyordu. İngiltere’ye bağlı olarak Irak mandasının (sömürgesinin), Fransa’ya bağlı olarak Suriye mandasının (sömürgesinin) kurulması, Kürtlerin üzerinde yaşadıkları toprakların bir kısmının, üzerine yaşayanlarla birlikte, Irak ve Suriye mandalarının (sömürgelerinin) denetimine verilmesi “tamamiyet-i vatan” anlayışında önemli bir gedik açıyor. Geriye kalan Kürtler üzerinde, yani Kürt topraklarının Kuzey kısmında, yani Türkiye’nin denetimine bırakılan kısmında, iyice etkin olabilmek için Türk milliyetçiliği geliştiriliyor. Burada, Kürtlerin üzerinde yaşadığı toprakların doğal zenginlikleri kadar, psikolojik faktörler de rol oynuyor kanısındayım. Başkalarını yönetmek önemli bir istek, önemli bir duygu olmalı. “Kürtler, geri, ilkel, cahil bir halk, onları da mı yönetemeyeceğiz, onları da mı adam edemeyeceğiz, onları da mı terbiye edemeyeceğiz…” anlayışı mevcut. Türklerin büyüklüğü söylemi başta Kürtler için geliştiriliyor, kanısındayım. Bu söylemin Kürt insanında şöyle bir duygu yaratması umuluyor: Ben de Türk olayım. Büyüklükten, maddi ve manevi zenginlikten yararlanayım. Bu ilkel, yoksun yaşamdan kurtulayım…

Resmi söylem, Kürt topraklarının verimsiz, yoksul olduğu şeklindedir. “Her taraf dağ, tepe, kaya… Yılın 6 ayı yolları kapalı vs.” Bu resmi söylem Kürtlerin kafasına da kazınmaktadır. Kürtler de durumun böyle olduğuna inandırılmıştır. Aslında Kürt toprakları doğal kaynaklar bakımından, tarım ve hayvancılık bakımından, turizm bakımından, su kaynakları bakımından çok zengindir.




Türkiye’de devletin ve hükümetin, demokratik bir Kürt politikası oluşturması çok zordur. Çünkü bu konuda, asker, üniversite ve yargı arasında sıkı bir işbirliği vardır. Bu anti-Kürt işbirliğinin, basın tarafından da militanca desteklendiği bilinmektedir.

-Roşan Lezgîn. Başka uluslardan birey veya toplulukları kendine katmak için Türkler kadar ısrar eden başka bir millet görülmüş değildir. Öte yandan, bir Kürdün kalkıp “Ben Arabım” demesi Arapların umurunda bile değil. Baas Partisi döneminde, kimi Yezidi, Şebek, Feyli Kürt grupları resmi belgelere Arap şeklinde kaydedildi, ama bu, yine de, temel olarak yok sayma değildi. Farslarda da hakeza. Kürtler ise, Kürt olmayan birisinin kalkıp “Ben Kürdüm” demesine gülerler. Ama Türkler, herkesin “Ben Türküm” demesini istiyorlar, sürekli bunu dayatıyorlar. Bütün enerjilerini bu yönde harcıyorlar.

Anlaşıldığı kadarıyla, gizli bir şekilde, asimile ettikleri diğer ulusların soy kütüğü çetelesini de tutuyorlardır sanırım. Örneğin, Türk Tarih Kurumu Başkanı Profesör Yusuf Hallaçoğlu böyle bir şeyden söz etti. Daha sonra da, bu konuda internette bazı belgeler, listeler yayınlandı. Bir de 1930’lu yıllardaki faaliyetler var. Devlet olarak çok yoğun bir mesaide bulunmuşlar. Antropometrik çalışmalar yapmışlar, kafatası ölçülerini falan almışlar. Her kesin kökeniyle ilgilenmişler…
Sonra, şu dönemlerde Vatansever Kuvvetler vs. adı altında organize olan kimi güçlerin yemin metinlerinde şöyle bir cümle var: “… Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türküm ben. …” Gazeteci Şamil Tayyar da Ergenekon yapılanmasında bulunanların Kafkas kökenli oldukları vurgusunu yaptı.

İTÜ öğretim görevlisi antropolog Timuçin Binder genetik alanında yaptığı araştırmaya dayanarak Türkiye nüfusunun sadece % 10-15’i Orta Asya kökenli olabileceğini, geri kalan nüfusun en az 40 bin yıldır bu topraklarda yaşadığını söylüyor.

Yani, aslında Türkler herkesi asimile etmeye, Türkleştirmeye çalıştıkları halde, gizli bir gündemle sürekli Irk Mülahazası yaptıkları, safkan Türklerin var olduğu, Türkiye yönetiminde asıl söz sahibi olanların bunlar olduğu gibi bir durum ortaya çıkıyor.

Bu garip davranışın bir izahı var mı sizce? Türkler, böylesi garip bir milliyetçiliğe neden ihtiyaç duyuyor?

-İsmail Beşikçi: Başka milletleri, başka halkları asimile etmek niyeti ve isteği de olabilir. Fakat Kürtlerin asimilasyonunu sağlamak temel bir devlet politikasıdır. Devletin zora dayalı güçleri, ekonomik gücü bu amacı gerçekleştirmeye yeterlidir diye düşünülüyor.
Öte yandan, çağdışı, bir politika uygulandığı zaman, dünyada gerek devletlerden gerek uluslar arası kurumlardan tepki gösterecek, Türkiye’yi, bu politikadan, uygulamadan caydıracak bir güç bulunmuyor. Ama, örneğin 1980’lerin sonlarında, Bulgaristan’daki Türklerin Bulgarlığa asimilasyonuna karşı, Türkiye’yle birlikte bütün dünya tepki gösterdi. Örneğin Rumların Türklüğe asimilasyonu konusunda bir politika izlense, Yunanistan’la birlikte bütün dünya buna tepki gösterir. Kürtler için bu böyle olmuyor. Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması Kürtleri dostsuz, sahipsiz bırakmıştır.

Bütün bunlardan dolayı Kürtlerin milli haklar istemeleri, Türklüğe hakaret olarak algılanıyor. Kürtler baskı altında tutularak, asimilasyon uygulamaları yoğunlaştırılarak, dünyada, nüfus olarak, ülke genişliği olarak büyük olma özlemi bir parça tatmin edilmiş oluyor. Bütün bunlara rağmen, özü Türk olmayan insanlara “Türküm” dedirtmek başkadır, onlara çok da güvenmemek, kritik mevkilerde görev vermemek başkadır.

Antropolog Timuçin Binder’in görüşü dikkate değer bir görüş. Onuncu yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan, Batıya doğru Oğuz Türklerini akınları oldu. Horasan’a, İran’a, Mezopotamya’ya, Irak’a Anadolu’ya akınlar oldu. Dört asır boyunca bu akınlar devam etti. Yani, onbirinci, onikinci, onüçüncü yüzyıllarda da akınlar oldu. Bütün bu süre içinde gelen Oğuzların sayısı toplam olarak 400-500 bin civarındadır. Gelenler aile olarak gelmiyordu. Genel olarak atlı ve silahlı erkekler geliyordu. O zamanlar, Anadolu’da ve Anadolu’nun doğusunda yaşayan nüfusun 13 milyon civarında olduğu söylenmektedir. Bu halklar, Gürcüler, Ermeniler ve Rumlardı. Van Gölü ve Urmiye Gölü çevresindeyse Kürtler, daha Güney’de de Asuriler ve Araplar oturuyordu. Demek ki, Oğuzlar, yerli kadınlarla evlenerek bir nüfus çoğalması oldu. 13 milyon yerli nüfusa karşı 400-500 bin civarındaki akıncıların, fetihçilerin sayısının çok az olduğu söylenebilir. 13 milyon yerli nüfusa karşı 400-500 bin civarındaki akıncıların baskın gen oluşturamaması doğaldır. Akıncılar veya fetihçiler baskın gen oluşturamadığı için, Anadolu’da yaşayan Türklerle, Orta Asya’da yaşayan Türkler, örneğin Kırgızlar, Kazaklar, Hakas Türkleri ve Tatarlar arasında, fizik bakımında benzerlik bulunmuyor. Bu toplulukların genel olarak çekik gözlü oldukları biliniyor.
Resmi görüş “Bu topraklar üzerinde yaşayan ve kendini Türk hisseden Türktür” diyor. Bu hükmün insanları, örneğin Kürtleri Türk yapamayacağı açıktır. Kürtler artık kendilerini Türk hissetmiyorlar. Bunu açıkça dile getiriyorlar. Bu süreci idari ve cezai yaptırımlarla engellemek de artık mümkün değildir. Kürtler artık, Türklerle, Kürt olarak ve eşit koşullar içinde yaşamak istiyorlar. Kürtler, artık, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını talep ediyorlar, savunuyorlar. Doğal olan, doğru olan budur.

-Roşan Lezgîn: Türklerde “Vatan” imgesi aşırı derecede kullanılıyor. Bu, Türk siyasal, sosyal, sanatsal ve kültürel yaşamına genel olarak yön veren bir imge. Örneğin, dağa taşa, her yere “Önce Vatan” sloganı yazılmış. Tabi ki beyinlere, duyguların derinliklerine de kazınmış. Asker ocağında, polis ve askeri kışlalarda, okullarda vs. daha birçok yerde “Her şey vatan için”, “Vatan sana canım feda” gibi sloganlar habire beyinlere yerleştiriliyor. Öyle ki bu uygulamaya muhatab olan kişilerde “vatan” artık haşarı bir refleks, bir saplantıya dönüşüyor. Bu, İttihat ve Terakki’nin Selanik Kongresi’nden bu yana süregelen bir çabadır. Örneğin, İttihat ve Terakki kadrolarının 1911’de İstanbul’da kurdukları Türk Yurdu Ocağı’nın yayın organı “Türk Yurdu”dur. Bu dergide sürekli “Vatan” imgesi işleniyor. Mustafa Kemal’in 1918’de Şam’da “Vatan” adında gizli bir örgüt kurduğundan söz ediliyor. Bugün, Türk aydınlarının, siyasilerinin, yöneticilerin en çok korktuğu şey “Vatan bölünüyor, vatan elden gidiyor!” ibaresidir. “Vatan elden gider” korkusundan dolayı sürekli gergin durumdalar, sürekli hareket halindeler, hep hazır kıta, eller tetikte teyyakuzdalar… Örneğin, şöyle diyorlar: Söz konusu vatan ise, gerisi teferuattır!...
Nedir Türklerdeki bu “Vatan” hassasiyeti? Türklerin “vatan”ı neden elden gitmeye hep hazır bir durumdadır? Gerçekten vatanları elden öyle kolay gider mi?

-İsmail Beşikçi: Türk düşüncesinde, resmi ideolojide, geçmişe özlem de vardır. Osmanlının büyüklüğü, çeşitli halkları yönetiyor, terbiye ediyor olması, geçmişe duyulan özlemin boyutlarıdır. Toprak genişliği olarak büyük bir coğrafya vardır. O coğrafyayı yeniden kontrol etmek artık mümkün değildir. Ama elde olanın üzerinde, elde kalanın üzerinde, kontrolü sağlayabilmek için her önlem alınmalıdır. “Vatan”, “Önce vatan” gibi söylemler, sloganlar bu anlayışa hizmet etmektedir. Kürtlerde milliyetçilik duygusunun gelişmesi, devlette bazı korkular ve endişeler yaratmaktadır. Vatan söyleminin, sloganının yoğunlaşması, yoğunlaştırılması bu korkuyu, bu endişeyi bir parça bastırmak olarak da değerlendirilebilir.

-Roşan Lezgîn: Kürt-Fars, Kürt-Arap gerginliği ile Kürt-Türk gerginliği arasında ilginç özellikler, farklılıklar göze çarpıyor. Örneğin, Kürt-Fars gerginliğinde, çekişmesinde Kürtlerin varlığı inkar edilmemiş, aksine, Kürtlerin yaşadığı topraklara hep “Kordistan” veya “Ostani Kordistan” denilmiş. Kürt-Arap gerginliğinde, çekişmesinde de, tıpkı Arap aşiretleri arasında çıkan kavgalar misali vahşi öldürmeler olduğu halde, Kürtlerin varlığı, dili, kültürü ve vatanı inkar edilmemiş.
Daha sonraları, Suriye, Iraklı ve İran’ın Kürtlere yönelik davranışlarında Türkiye tarafından telkin edilmiş önermelerin, dayatmaların payı çok büyüktür tabi. Öte yandan, Farslar ve Arapların Türkiye’ye, Türklere, gelin Kürt politikanızı şöyle oluşturun, Kürtler konusunda şunu şöyle bunu böyle yapın, dedikleri pek görülmüş, duyulmuş değildir sanırım.

Türkiye, Türkler, ABD ile ilişkilerinde, Avrupa ülkeleri ile ilişkilerinde, Rusya vs. devletlerle ilişkilerinde, her türlü nazı/kozu kullanarak sürekli bu devletlerin Kürtlere yönelik davranışlarını olumsuzlaştırmaya çalıştığı da görülmektedir.

İlginç bir örnek anlatacağım: Kazakistan’da 100 bin civarında Kürt nüfusu yaşamaktadır. 1937 yılında Stalin’in despotik iktidarı döneminde oraya sürüldüler. Sovyetler dağılıp diğer 15 ülke gibi bağımsızlığına kavuşan Kazakistan’ın 17 milyon olan nüfusunun yarısından fazlası çeşitli etnik gruplardan oluşmaktadır. Nur Sultan Nazarbayev yönetimindeki Kazakistan’da etnik gruplar üzerinde herhangi bir ırki veya milli dayatma söz konusu değildir. Hatta 14 Ekim 2006 tarihinde, başkent Alma-Ata’da gerçekleştirilen ve çeşitli ülkelerden Kürt aydınlarının iştirak ettiği “Günümüz ve Gelecekte Kürt Ulusu” başlıklı konferansa Devlet Başkanı Nur Sultan Nazarbayev’in yardımcılarından üst düzey bir devlet yetkilisi bizzat devlet başkanı adına katıldı. Nazarabayev’in Kürtlere olan sevgisini sempatisini samimi bir şekilde dile getirdi. Kürt grupların anadilde eğitim hakkını tanındı. Hazırlanan ders kitapları Eğitim ve Bilim Bakanlığı tarafından tasdik edildi. Bu konuda haberler basında yayınlanmaya başladığından sonra, hemen Türkiye’de, çeşitli yayınlarda Kazakistan’daki Kürtleri konu alan olumsuz teoriler, kışkırtmalar yayınlanmaya başladı. Örneğin, Türksolu dergisinde yayınlanmış son derece iftira dolu, kışkırtıcı, komplocu bir yazının başlığı şöyle: “Kürt İstilası Kazakistan’a Sıçradı”.

Ardından, hemen Türkiye-Kazakistan arasında üst düzeyde diplomatik ziyaretler gelişti ve… İşte, Kazakistan’da Kürtlere yönelik tavırda büyük değişiklikler oldu. Ortam gerildi. Kürt gruplar ile Kazaklar arasında çatışmalar başladı. Kürtler, yerlerini terk etmek zorunda bırakıldılar.




Türklerin Kürtlere yönelik asıl emeli nedir, neden Kürtlere böyle davranıyorlar? Türkler Kürtlerden ne istiyor?

Eğer bugün Türkler Kürtlerin Kürtlükten kaynaklı her türlü haklarını tanısalar, gerçekten ABD, AB ülkeleri, Rusya, İran, Irak, Suriye veya vs. herhangi bir devlet, bir güç kalkıp Türklere bu konuda engel olur mu? Adlarını andığım bu güçlerin böylesi bir niyetleri var mıdır sizce? Hangi “dış güçler” ne gibi çıkarlarından dolayı, ne tür bir hesaptan kaynaklı olarak, Türk-Kürt anlaşmasını engellemeye çalışır?

-İsmail Beşikçi: Türk-Kürt ilişkileriyle, Kürt-Arap, Kürt-Fars ilişkileri değişiktir. Türkiye’de temel politika asimilasyondur. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonudur. Bu bakımdan inkarcı ve imhacı bir politika uygulanmaktadır. Arapların ve Farsların Kürtlere baskı uygulamaları, baskı politikaları vardır, ama bunu asimilasyon olarak adlandırmak, Türk politikalarına benzetmek kanımca doğru değildir. Türkiye, gerek Irak’a, gerek Suriye’ye, gerek İran’a, “Kürtlere karşı şöyle şöyle politikalar uygulayalım” şeklindeki, başvuruları, önerileri her zaman yapmaktadır. Örneğin, “Irak’a komşu ülkeler toplantısı” Türkiye tarafından planlanan ve gündeme getirilen bir politikadır. Türkiye’nin bu başvurularının, İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin politikalarını, uygulamalarını etkilemiş olduğu elbette söylenebilir. Ama, bu devletlerin sık sık Türkiye’ye başvurup “Kürtlere karşı şunu yapalım, bunu yapalım, şöyle bir politika izleyelim” dediğini sanmıyorum.




Kürtleri asimile etmek, asimile olmayanların şu veya bu şekilde etkinliğini azaltmak, imha etmek, sistematik bir politikadır.

11 Mart 1970’de, Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mustafa Barzani ile Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin arasında özerklik anlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşma Kürtler arasında, bu arada Kuzey Kürtleri arasında da moralleri yükseltmişti. O zaman Türk yetkililer, “bu anlaşmayı yaşama geçirmemek için her türlü önlemi alırız” diye konuşuyorlardı.

ABD, Avrupa Birliği devletleri, Rusya Federasyonu, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarının tanınmasından memnun olurlar kanısındayım. Sorunun çözümsüz bırakılmasından, gerginlik, çelişme, çatışma doğmaktadır. Bu devletlerin bu çatışma ortamından yararlandıkları ise, bu devletlerin tutumunun farklı bir boyutudur. Kürtlere karşı uygulanan baskı politikalarının, Batılı devletlerin, uluslar arası kurumların yardımıyla yürütüldüğü bir gerçektir. Türkiye, Kürt sorununa bir çözüm geliştirse, İran, Irak, Suriye gibi devletlerin, Türkiye’nin bu girişimine engel olacakları kanısında değilim. Ama, örneğin, Saddam Hüseyin döneminde, Irak’ın Kürt sorunu konusunda geliştirmeye çalıştığı ılımlı çözümler Türkiye tarafından her zaman engellenmeye çalışılmıştır. Kazakistan için dile getirdiğiniz örnek dikkate değer kanısındayım.

-Roşan Lezgîn: Kimi Türk büyükleri, sözleri dinlenen, sözlerine itibar edilen kimi Türk tarihçileri, örneğin, Türk tarihçisi Profesör Halil İnalcık, Türklerin başlıca üç düşmanından söz ederken, Yunanlılar, Ermeniler ve Kürtlerin adını anıyor. Bunlara fırsat verilmemesini tembihliyor…
Türklerin kendilerine ettiği bunca kötülüğe rağmen, Kürtlerde, Türklere karşı, herhangi bir düşmanca duygunun var olduğunu gösteren bir gelişme görülmüş mü? Peki, bunlar, hangi saikten kaynaklı olarak bu yargıya varabiliyorlar? Neden kendi halkına bu tür telkinlerde bulunuyorlar? Böylesi bir düşüncenin temel referansları ve geleceğe yönelik amaçları nelerdir sizce? Ne tür bir hesaplamadan kaynaklı böyle bir yargıya varılıyor?

-İsmail Beşikçi: Kürtlere karşı izlenen temel politikanın asimilasyon olduğunu belirtmiştim. Asimilasyona direnen Kürtler, Kürt kalmak için çaba sarf eden, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını savunan Kürtler, Türklüğe, devlete hakaret etmiş sayılmaktadır. İç düşman sayılmaktadır.

Türkiye’de, Kürtlere karşı bu olumsuz duyguların düşüncelerin değişmesi kolay değildir. Çünkü Kürtlere karşı izlenen politika konusunda, asker, üniversite ve yargı organı arasında yoğun bir işbirliği vardır. Bu işbirliği basın tarafından, radyo, televizyon, gazeteler tarafından militan bir şekilde desteklenmektedir. Türk düşüncesinde zaman zaman Kürt jenosidi bile gündeme gelebilmektedir. Örneğin, derin devlet Ergenekon’a yakın olan bazı örgütler, Türk solu gibi çevreler, Saddam Hüseyin’i sadece bir Halepçe yarattığı için eleştirmektedirler. “Sekiz-on Halepçe olsaydı, bu gerici, işbirlikçi halkın kökü kazınırdı” demektedirler. Ama, artık soykırım da mümkün değildir. Kitle haberleşme araçlarının, örneğin, cep telefonlarının böylesine geliştiği bir yerde soykırımın yaşama geçme olasılığı yoktur. Bunun ötesinde milli bilinç de yükselmektedir. Kürtler, nüfus olarak da büyüktür ve belirli bir coğrafyada oturmaktadır. Kürt soykırımının gerçekleşmesini önleyen başka etkenler de vardır.

Kürtleri Türklere karşı düşmanca duygular beslemediği, çok açık bir gerçektir. Fakat Kürtlerin geçmişi çok çabuk unuttukları, belleksiz oldukları da açıktır. Bu da olumlu değil, olumsuz bir tutumdur. Bu konuyla ilgili olarak Kürtlerle Çerkeslerin tutumları arasında çok büyük farklar vardır.

Şöyle bir anım var:
1987 sonbaharında, Çerkesler, Rusya’dan sürgünlerinin 125. yılını anmak için bir hafta düzenlemişlerdi. Bir Çerkes arkadaş bu toplantıya beni de davet etmişti. Bir hafta süreyle akşamları gerçekleşen bu toplantılara ben de katıldım. Toplantılar, Ankara’da, Ulus’ta, Altındağ Belediyesi’ne ait Kültür Salonu’nda düzenleniyordu. İlk gece sunuş konuşması, açılış konuşmaları yapıldı. Sahnede hep Çerkesler vardı. Hep Çerkesler konuşuyordu. Oturum başkanı olan, açılış konuşmaları yapanlar hep Çerkeslerdi. Anma toplantısına katılan ve salonda olan ileri gelenler hep Çerkeslerdi. Onların varlığından, onları toplantıya şeref verdiğinden söz ediliyordu. “Ürdün’den falanca Çerkes, Çerkesler için şunu yaptı”, “Almanya’dan falanca Çerkes, Çerkesler için şu fedakarlığı yaptı.” “ABD’den falan Çerkes, Çerkesler için şunları yaptı.” Toplantıya mesaj gönderenler de vardı. Mesaj gönderenler de Çerkesdi veya sadece Çerkeslerin mesajları okunuyordu. Toplantıya devlet bürokrasisinde yer alan bazı bürokratlar da katılmıştı. O gece benzer bir toplantıyı Kürtler düzenleseydi nasıl olurdu diye düşündüm. Oturum başkanlığına muhakkak bir Türk’ü davet ederlerdi. Konuşmacıların çoğu Türk olurdu.

Son gece sahneye, 50 civarında, çok güzel kağıtlara sarılmış, kurdelelerle bağlanmış paketler konuldu. O paketler de hep birer birer Çerkeslere dağıtıldı. “Ürdün’den falan Çerkes’e, Çerkesler için şu eyleminden dolayı”, “Suriye’den falanca Çerkes, Çerkesler için şu faaliyetlerinden dolayı”, “Mısır’dan falanca Çerkes, Çerkesler için şu şu çabalarından dolayı”… Bu paketler dağıtılırken de, “Eğer, benzer bir toplantıyı Kürtler düzenleseydi, armağanlar, ödüller dağıtılsaydı, bu paketleri kimlere verirlerdi?” diye düşündüm. Belki birkaç Kürd’e de bu paketlerden verirlerdi, fakat paketlerden çoğunu Türk misafirlerine dağıtırlardı.

Kişi olarak Çerkeslerin çok katı tutumlarını da, Kürtlerin gevşek-liberal tutumlarını da benimsemiyorum. Fakat Çerkeslerin tutumunun daha anlaşılır olduğunu düşünüyorum.

-Roşan Lezgîn: Türk enetellejensiyasında -belki birkaç istisna olabilir- dikkatleri çeken çok garip bir özellik var: Müthiş kafa karıştırcıdırlar, habire komplo teorilerini üretiyorlar. Örneğin, herhangi bir Tv. programında Kürt Sorunu mu konuşulacak veya bir Kürt Konferansı mı düzenlenecek. İşte, özellikle böylesi bir konuda, konunun özü, esası, içeriği, özellikleri sade, anlaşılır, mantıklı bir çerçevede konuşulacağına, akla hayale gelmeyecek varsayımlardan hareketle habire komplo teorilerini üretiyorlar.

Bu, sadece benim tespitim değil. Çok ilginçtir, aynı şeyi, ta geçen yüzyılın 10’lu - 20’li yıllarında uzun bir süre Diyarbakır, Hakkari, Van vs. gibi illerde kalmış, Türk, Kürt, Ermeni, Fars, Nasturi gibi toplumları gözlemlemiş, kardeş olan iki İngiliz misyoneri, W. A Wigram ile Edgar T. A. Wigram İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da Yaşam, (Avesta 2005) adlı kitaplarında Türklerden, İttihat ve Terakki kadrolarından söz ederken, aynı özellikleri öne çıkarıyorlar. Türk milliyetçilerinin ürettikleri komplo teorilerinden yaka silkiyorlar. Bunu farklı milletlerden başka insanlardan da duymak mümkün.

Başkalarının kafasını karıştırmayı bunca kendilerine temel hedef seçmelerindeki asıl gaye ne olabilir? Yani, neyi gizlemek, nelerin üstünü örtmek için sürekli böylesi garip bir çabanın içerisindeler sizce?

-İsmail Beşikçi: Devletin temel politikası asimilasyondur. Asimile olan bir Kürt’e, Kürtlükten, Kürt haklarından söz etmeyen bir Kürt’e “kardeş” nazarıyla bakılır. Kürtlükten vazgeçmeyen, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını isteyen bir Kürd’e “iç düşman”, “dış düşmanların içteki maşaları” gözüyle bakılır. Radyoda, televizyonda, gazetelerde, Kürtleri aşağılayan, inciten programlara sık sık rastlanır. Filmler, paneller, tartışmalar vs. Böyle, incitici, yaralayıcı, aşağılayıcı bir çabanın geleceği yoktur. Siyaset biliminde ideolojinin olumsuz etkisi diye bir konu var. Burada da bu tür çabaların ters tepeceği, olumsuz etkiler yaratacağı açıktır. Devlet ideolojisi için olumsuz olanın Kürtler için olumlu sonuçlar ortaya koyacağı da anlaşılır bir durumdur.

-Roşan Lezgîn: Türkleri de Kürtleri de memnun edecek, her iki tarafı da rahatlatacak, her iki tarafın çıkarına olan gerçek, adil bir çözüm yok mudur acaba? Eğer varsa, bu, nasıl mümkün olabilir? Bunun için, asıl inisyatif kimlerin elindedir sizce, asıl kimlerin, hangi yersiz/anlamsız kaygılarından vazgeçmesi gerekir?

-İsmail Beşikçi: Çözüm için zihniyet değişikliği gerekir. Kısa vadede bunun gerçekleşeceği kanısında değilim. Fakat Kürtlerin kendi milli değerlerine, örneğin, dillerine sahip çıkmaları gerekir. Kürtçe konuşma, Kürtçe yazma, mecburi Kürtçe eğitim talep etme vazgeçilmez olmalıdır.




Kürt Sorunu, çözümü gecikmiş bir sorundur. Zaman geçtikçe çözüm daha da zorlaşmaktadır. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan mandaları (sömürgeleri) yanında bir de Kürdistan mandası (sömürgesi) kurulmuş olsaydı, İngiltere’ye veya Fransa’ya bağlı sömürge bir Kürdistan kurulsaydı, çözüm çok kolay olurdu. Sorun 20. yüzyılın ortalarında çözülmüş olurdu. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma çok ağır bir yaptırımdır. Bu, bir insanın iskeletinin parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir sonuç yaratmıştır. Bu sonucun çözüm projelerin zorlaştırdığı açıktır. Sorun, ancak, Kürtlerin milli değerlerini, dillerini fiilen yaşamalarıyla çözüm yoluna girebilir.

-Roşan Lezgîn: Sizinle sohbet etmek benim için bir şerefti, büyük zevk aldım. Değerli görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ediyorum.

-İsmail Beşikçi: Bu sohbet benim için de çok yararlı oldu. Dile getirdiğiniz konulara ilişkin bazı açıklamalar yapmaya çalıştım. Dile getirilen konular, sorular, bu sohbet, ufuk açıcıydı. Bu konularda, bana bazı açıklamalar yapma fırsatı verdiğiniz için ben de teşekkür ediyorum.



http://ortaklikicin.blogspot.com/2008/10/beiki-ile-trk-milliyetilii-zerine-bir.html

Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
05.02.2009 00:55 (UTC)[alıntı yap]
01 Kasım 2008 Cumartesi

Kürt Sorunu: Politik ve Ruhsal Ortam






İsmail Beşikçi


Son yıllarda Kürt sorunu etrafında yoğun konuşmalar, tartışmalar yapılmaktadır. Bu konuşmalar, tartışmalar çoğu yerde ve çoğu zamanda devletin gözüyle yapılsa da Kürt sorununa ilgi artarak devam etmektedir. Bu konuşmaların, tartışmaların yapıldığı ortam nasıl bir ortamdır? Bu ortamın siyasal, toplumsal ve ruhsal özellikleri nedir? Kürt sorunu derken, sorunun nasıl bir ortamda tartışıldığı, Kürt sorununa çözüm derken, çözümün hangi ruhsal ortamda arandığı irdelenmesi gereken bir durumdur.

Ekim ayının aşlarında, 4 Ekim 2008’de, Şemdinli’de Bezele Karakolu’na bir saldırı oldu. Genelkurmay ve Genelkurmay’a bağlı olarak Türk basını 15 askerin şehit olduğunu duyurdu.

Bu sayı daha sonra 17’ye yükseltildi. PKK kaynakları ise bu sayının çok daha yüksek olduğunu vurgulamıştı. Türk basını haberlerinin devamında, “23 hain imha edildi” deniyordu. Türk basını bir hafta on gün süreyle şehitlerden söz etti. Çatışmalarda yaşamlarının yitiren askerler için ağıtlar yakılıyordu. Çatışan taraflardan biri için şehit deniyor, yaşamlarını yitirenler birer birer övgüye boğuluyor, PKK’li savaşçılar için ise “hain” deniyor, “23 hain geberdi” gibi, küçümseme, dışlama ve düşmanlık içeren bir terminoloji kullanılıyordu. Askerler için, “henüz bir aylık babaydı”, “terhisine üç hafta kalmıştı”, “üç ay sonra nişan töreni olacaktı” “yaşları 1-5 arasında değişen üç çocuk babasız kaldı” gibi, kamuoyunda, sempati yaratan, sempatiyi çoğaltan, duygu dolu değerlendirmeler yapılırken, PKK’liler için ise “geberdiler”, “cezalarını buldular”, “15 bin asker PKK’lı avında” gibi, kin dolu, düşmanlık dolu, dışlamayı hedef alan bir terminoloji egemendi.

Asker ailelerinin acıları, acıyı nasıl yaşadıkları, görüntülü bir şekilde ekrana getirilirken çatışmalarda yaşamlarını yitiren PKK’lilerin ailelerinin acıyı nasıl yaşadıkları, yasları, ağıtları kati surette ekrana getirilmez. Yazılı basında, gazetelerde, bunlara ilişkin bir fotoğrafa yer verilmez. Ama, Kürt televizyonları, örneğin ROJ TV, çatışmalarda yaşamlarını yitiren savaşçıların toprağa nasıl verildiklerini ayrıntılı bir şekilde göstermektedir. Cesetlerin önce, devletin elinden, morglardan alınması söz konusudur. Bunun için yoğun bir mücadele verildiği cenazelere sahip olabilmek için ısrarlı bir davranış içinde bulunulduğu biliniyor. Cenazelerin toprağa verilmesi ise, bazan binlerce, bazan onbinlerce insanın katılımıyla gerçekleştirilmektedir. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, gençler bu törenlerde yer almaktadır. Bazı yerlerde binlerce, bazı yerlerde onbinlerce insan, kalabalık bir kitle, etrafları güvenlik güçleriyle çevrilmiş vaziyette, sloganlarını bağırarak, pankartlarını taşıyarak mezarlığa doğru yürümektedir. Bu insanların, bu kitlelerin duygularını, düşüncelerini bilmek, anlamak elbette önemli olmalıdır. Ama Türk basınında, Türk televizyonlarında , yazılı basında, bu törenlerle ilgili hiçbir yayın, haber, görüntü vs. yoktur. Buysa, dışlamanın, umursamamanın, önemsememenin göstergeleridir. Böyle bir sürecin insanların bilincine çarpmasının önlenmesi bakımından da bu umursamama gerekli olmaktadır. Köylerin boşaltılması, yakılması, yıkılması sırasında da böyle oluyordu. Bu olaylar sırasında da basında bir görüntü veya fotoğrafa yer verilmezdi. Kış koşullarında, kar, yağmur altında sürgüne giden, ailelerin, çocukların, kadınların sürgünü nasıl yaşadıkları Türk basınının ilgisini çeken bir konu değildi. Son yıllarda Türk basını, Türk yazarları sık sık entegrasyon konusuna değinmektedir. Duygulardaki ve düşüncelerdeki ayrışmanın böylesine yoğun bir şekilde yaşandığı bir ortamda, entegrasyon nasıl gerçekleştirilebilir?

Türk devlet ve hükümet yöneticileri Kürt tarafındaki bu durumu şüphesiz biliyorlar ve izliyorlar. O zaman bu umursamama, önemsememe politikasının sistematik bir politika olduğu da belirtilebilir.

Kürt sorunu böyle bir politik ve ruhsal ortamda konuşuluyor, daha önemlisi, Kürt sorununa çözüm, böyle bir ortamda aranıyor. Bu umursamama politikasının, PKK savaşçılarını, onların ailelerini, analarını, babalarını kardeşlerini hiçe saydığı açıktır. Bunların, sayı olarak milyonlarca insanı kapsadığı söylenebilir. Bu insanların, bu ailelerin duyguları düşünceleri yok sayılarak umursanmayarak, önemsenmeyerek, nasıl yol alınabilir. Böyle bir ortamda entegrasyonun nasıl düşünülebildiği dikkate değer bir konudur. Böyle bir ortamdan çözüm, demokratik bir çözüm çıkmaz. Bu ortam sadece, devletin, zorlayıcı baskı araçlarıyla sorunu bastırma ve etkisiz bırakma operasyonlarına yol verir, bu operasyonlar için zemin hazırlar.

Ekim ayı ortalarında Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar, Diyarbakır’da, halkın duygularını, düşüncelerini öğrenmek için çalışmalar yaptılar. Bu çalışmalar, 14 Ekim 2008 tarihli Radikal Gazetesi’nde, “Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar’ın Sokak İzlenimler” başlığıyla verildi. O günlerde hükümet, “Diyarbakır’a 1400 özel harekatçı daha gönderilecek” şeklinde açıklamalar yapıyordu. Halk, kahvehanelerde, çarşıda, pazarda yapılan sohbetlerde, bu hükümet açıklamalarına karşı, gazetecilere, “Bize güvenlik gücü değil şefkat gücü lazım” diyerek tepki gösteriyordu. Radikal Gazetesi bu haberleri, “Diyarbakır şefkat bekliyor” diye duyuruyordu.

Çözümün konuşulacağı ortam bellidir. Sorun ancak böyle bir ortamda konuşulabilirse olumlu sonuçlar elde edilir. Bu, PKK’lilere de “bizim çocuklarımız” gözüyle bakan bir ortamdır. Bu, PKK’lilere düşman gözüyle bakmayan bir ruhsal ve siyasal ortamdır. Bu elbette, devletin yüksek katları tarafından, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı gibi birimler tarafından yapılacak açıklamalarla oluşacak bir ortamdır. Gençlerin neden dağa çıktıkları, anlaşılması, kavranılması gereken bir durumdur. Gençler, şehirlerdeki veya beldelerdeki rahatı bırakıp neden dağa çıkmak, dağda yaşamak gibi zor olan bir mücadele biçimini benimsiyorlar? Gençler, bu işin ucunda ölümün olabileceğini de şüphesiz biliyorlar. Buna rağmen neden böyle zor bir yaşama seve seve koşuyorlar? Pek çok olumsuzluğa rağmen bu zor koşullara neden katlanıyorlar? Dağa çıkanların duyguları, düşünceleri nelerdir? Bunlar, dikkatlerden uzak tutulmaması, ayrıntılı bir şekilde irdelenmesi gereken konulardır. Bu gençlere durmadan “terörist” demek soruna hiçbir açıklık getirmez. Devlet terörü, devlet terörünün hedefleri söz konusu edilmeden, sadece “terör” den söz etmek sağlıklı bir yol değildir.

Kürt tarafında milli duyguların, düşüncelerin nasıl oluştuğuna, yaygınlaştığına derinlik kazandığına dair bir olay anlatmak gereğini duyuyorum. Bana da yakın bir arkadaşım anlatmıştı. Olay bundan üç hafta kadar önce, yani 2008 yılının Ekim ayının başlarında geçiyor.

Eve boya-badana yapılacak. İşçiler gelmeden önce, evin hanımı, boya-badana yapılacak salona, odalara gazete seriyor. Gazeteler, Azadiya Welat gazeteleri. Kürtçe günlük gazete. İşçiler, Kürt işçiler… İşçiler ekip olarak geliyorlar. Kürt işçiler Azadiya Welat gazetelerini görünce, gazetelere basmamaya özen göstererek, yavaşça toplayıp katlıyorlar ve bir köşeye koyuyorlar. “Bu gazetelerde şehitlerimizin resimleri var, bu gazetelerin üzerine basamayız.”

Aslında bu aile de yurtsever bir aile. Kürtçe Azadiya Welat gazetesini kim izliyor? Fakat Kürt işçiler daha farklı, daha duygu dolu bir hassasiyet gösteriyorlar. Bunlar sıradan işçiler. Çatışmalar sırasında köylerinden, beldelerinden kopup gelmiş, bir gün iş bulup çalışan, iki gün iş bulamayan, ev-bark sahibi, çoluk- çocuk sahibi işçiler. Bu insanların duygularının, niyetlerinin, beklentilerinin bastırılmasıyla hiçbir sorun çözülmez. Önemli olan bu duyguları, bu düşünceleri anlamaya-kavramaya çalışmaktır. Kaldı ki artık bu duyguları bastırmak da mümkün değildir. Zaten bu duygular hep bastırma sürecinde, bu süreçte kullanılan devlet terörüyle birlikte gelişip yaygınlaşmış, derinleşmiştir. Bu kişileri Türk basını “hain” kavramıyla niteliyor. Bu kişilerin milyonlarca Kürt insanının gönlünde yer ettiği de görülüyor. Bu zıtlık elbette dikkate değer bir süreçtir. Bu geniş kitlelerde, Kürt yurtseverliğinin, Kürt milliyetçiliğinin nasıl oluştuğu, nasıl geliştiği çok önemli bir konudur. Bu da incelenmesi, irdelenmesi gereken bir durumdur.

Herhangi bir insan, anadil gibi bazı doğal haklarını, yani doğumla birlikte kazandığı, sahip olduğu hakları, pürüzsüz bir şekilde kullanmak ister, bunu için çalışır. Doğal hakların kullanımına bir baskı, bir engelleme, sorun çıkarır, tepkiyle karşılaşır. Doğal haklarla reel durum, yani baskı, engelleme, diyelim pozitif hukuk arasında çok büyük bir zıtlık vardır. Doğal haklarını kullanarak bu zıtlığı aşmaya çalışan, baskıya, engellemeye karşı mücadele eden kişi, bu süreç içinde giderek özgür birey haline gelir. Özgür birey elbette, baskıyı engellemeyi organize eden kurumlara, siyasal iktidara, devlete karşıdır. Özgür birey bir taraftan bu baskılara karşı çıkarken, bir taraftan da , baskıdan azade kalacağı kendi yönetimini oluşturmaya bunun için ortam yaratmaya gayret eder. Kendi yönetimi, federasyon, bağımsız devlet gibi birimler olabilir. Özgür bireyin bu çift yanlı tutumunun kavranılmasında yarar vardır. Berzan Boti’nin nasname sitesindeki, “Özgür Birey-Devlet ve Devletleşme İlişkisi” başlıklı yazısı (15 Ekim 2008 ) bu bakımdan dikkate değer bir yazıdır. Berzan Boti bu yazısında, Abdullah Öcalan’ın, devlet-özgür birey konusundaki düşünsel yaklaşımlarını da eleştirmektedir.Bu konuyu ayrı bir yazıda incelemek gerekecektir.


http://ortaklikicin.blogspot.com/2008/11/krt-sorunu-politik-ve-ruhsal-ortam.html

Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
05.02.2009 00:57 (UTC)[alıntı yap]
22 Kasım 2008 Cumartesi

Öcalan niye devlet istemiyor!

Hasan Bildirici: Bugün çözüm isteyen Kürt sorununun vardığı boyutla, Kuzey Kürdistan’daki parti ve örgütlerin bunu karşılamadaki kapasitesini nasıl değerlendiriyorsunuz? PKK çizgisi bu süreci başka bir noktaya taşıyabilir mi? Kürt sorununda tartışmaların ve gücün odağında PKK olduğu için bu soruyu sordum. Tüm eleştiri ve talep düşüklüğüne rağmen Kürt halkı PKK’de ısrar ediyor. Peki PKK ısrarı karşılayabiliyor mu?

İsmail Beşikçi: Kürt sorununun geldiği aşamada, parti ve örgütlerin sorunu karşılamadaki durumları nedir? Bugün Kürt sorununda tartışmaların ve gücün odağında PKK vardır. PKK deyince Abdullah Öcalan’ın konumunun değerlendirilmesinde, düşüncelerine bakılmasında yarar vardır.

Öcalan devlete karşıyım diyor

Abdullah Öcalan, 17 Eylül 2008 tarihli avukat görüşmesinde, “Ben özgür bireyim, devlet kurumuna karşıyım, çünkü devlet bir baskı aracıdır” diyor. “Benim devlet kurmakla işim yok” diyor. Görüşme notlarında devlet karşıtlığı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Öcalan’ın bu görüşlerini sık sık dile getirdiği de biliniyor. İster köleci, ister feodal olsun, ister kapitalist, ister sosyalist/komünist olsun, devletler belirli bir baskıyı bünyelerinde taşırlar. Bu çok açık.

Teorik olarak devletin egemen sınıfın baskı aracı olmasıyla, devletin, her gün, her an somut olarak yaşanan baskısı arasında fark vardır. Bu konunun irdelenmesi gerekir.

Özgür birey nasıl oluşur? Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’ne bakalım. İran İslam Cumhuriyeti’ne, Saddam Hüseyin dönemi Irak Cumhuriyeti’ne, Suriye Cumhuriyeti’ne bakalım. Bu cumhuriyetlerde, Kürtlere, Kürt toplumu olma özelliklerine çok yoğun baskılar var. 1988 Mart’ında, Halepçe’de, Kürtlere soykırım yapıldığı açık bir gerçektir. Halepçe’den önce, hangi gazın daha öldürücü, hangi gazın daha çok kitlesel ölümlere sebep olduğu konusunda deneyler yapılmıştır. Burada laboratuar yine Kürt köyleriydi, cezaevlerinde Kürtlerdi, sırf bu deneyler için kaçırılan Kürtlerdi. Devletin somut olarak Kürtlere nasıl baskı yaptığı ortadadır. Teorik olarak, devlet baskı aracıdır diyerek devlet kurumuna karşı çıkmak başka şeydir, somut olarak, insanlara, kitlelere her an baskı yapan, baskıyı tırmandıran, insanları, kitleleri korkutmaya, yıldırmaya çalışan devlete, içinde yaşadığımız devlete, bu devletin baskılarına karşı olmak başkadır.

Türkiye’de de Kürtlere karşı çok yoğun baskılar vardır. Devlet terörü durmadan tırmandırılmaktadır. 18 bin civarında “faili meçhul” denen cinayet vardır. Binlerce köyün yakılıp yıkılması söz konusudur. Temel geçim kaynaklarının tahribi, milyonlarca insanın, onbinlerce ailenin yerini-yurdunu terke zorlanması, ormanların yakılması, devlet terörünün her zaman yaşanan göstergeleridir. Devlet denildiği zaman bu iki baskının ayrı ayrı kategoriler olduğu dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Biri teorik bir baskıdır, “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” denir. Öbürü, her gün her an yaşanan somut, fiili bir baskıdır. Özgür birey nasıl belirir? İnsan bu somut baskılara karşı durarak özgürleşir. Somut baskılara karşı duran bireyin, bu tür baskılardan uzak kalacağı, azade kalacağı kendi yönetimin kurmanın yolunu-yordamını aramaya çalışması da sürecin farklı bir boyutudur. . Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni düşünelim. Saddam Hüseyin döneminde, Kürtlere yapılan baskılarla, Bölgesel Kürt yönetimi’nin baskısı aynı şey midir? Bu örneğin bilince çıkarılmasında ve irdelenmesinde yarar vardır.

Öcalan’nın Kürtlere baskı yapan devlete karşı bir sözü yok

Abdullah Öcalan ise, devlet kurumuna karşı olduğunu sık sık dile getiriyor ama, somut devlete, Kürtlere her gün her an baskı yapan devlete karşı olduğuna dair bir sözü yok. 24 Ekim 2008 tarihli görüşme notlarında, Öcalan, “Ben savunmalarımda Cumhuriyet ve Türkiye aleyhinde bir şey söylemedim” diyor. Aslında yukarıda kısaca belirtilen sistematik baskılardan dolayı devleti eleştirmesi gerekmez mi? Öte andan Öcalan’ın Türk, Arap ve Fars devletleriyle bir sorunu yok. O sadece Kürtlerin bir devlete sahip olmasını istemiyor. Bu da zaten, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, İran, Irak, Suriye devletlerinin görüşüdür. Cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan PKK liderinin, örgütünü yönetmesi, Kürtlerin önünü kesmeye çalışması yanlıştır. Bu, ahlaki bakımdan da yanlıştır. Abdullah Öcalan, örneğin Filistinlilere şöyle diyor mu? “Ne diye ayrı devlet peşinde koşuyorsunuz, Musevilerle kardeş kardeş yaşayın.” Veya Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne, Kıbrıs Türklerine şöyle diyor mu? “Devlet gericiliktir. Ne diye ayrı bir devlet olarak tanınmak istiyorsunuz, Rumlarla bir arada yaşayın…” Böyle demiyor. Bunu sadece Kürtlere söylüyor.

“Devlet gericiliktir, sakın yanaşmayın” diyor. Ancak devletin fiili olarak yaşanan baskılarına hiç sözü yok.

Abdullah Öcalan, 24 Ekim 2008 tarihli avukat görüşmesinde, milliyetçiliğe karşı olduğunu da vurguluyor. “Ben her türlü milliyetçiliğe karşıyım. Türk, Kürt, Arap, Fars,Alman milliyetçiliği fark etmez. Hepsine karşıyım, her türlü milliyetçiliği lanetliyorum” diyor.

Kürtlerin, Türk, Arap, Fars, Alman milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliğini aynı kefeye koymaları bana çok şaşırtıcı gelmektedir. Kürtler için Türk milliyetçiliği, elbette olumsuzdur. Çünkü, diliyle, kültürüyle Kürtleri tarihten silmek istiyor, Kürtlerin kökünü kazımak istiyor. Kütler için Arap Milliyetçiliği elbette kötüdür. Çünkü, soykırıma varan operasyonlarla Kürtleri yok etmek istiyor. Kürtlerin bu saldırgan milliyetçiliklere, ırkçılıklara karşı kendini koruması, diline, kültürüne sahip çıkması neden kötü olsun? Hatta, bu saldırgan milliyetçiliklere, ırkçılıklara karşı direnme, kendi köküne yönelme gerekli değil midir? Kürt milliyetçiliği bundan başka nedir? Kürt milliyetçiliği ile, Kürt yurtseverliği kanımca aynı şeydir. “Bir Kürt dünyaya bedeldir” diyen, Kürtleri, Arapları, Farsları Kürtleştirmeye çalışan, Kürtleşmeyenleri idari ve cezai yaptırmalarla yıldırmaya çalışan, cezaevlerine dolduran, imha operasyonları uygulayan Kürt otoriteleri mi var? Olmadığı biliniyor. O halde, Kürt milliyetçiliğini, Türk, Arap, Fars milliyetçilikleri ele aynı kefeye koymak yanlış değil midir? Kürtleri ve Kürdistan’ı müştereken baskı altında tutan devletlerin engellemek istedikleri esas süreç de Kürtlerdeki bu milliyetçi gelişmelerdir. Kürt diline, Kürt kültürüne neden sıkı yasaklar getiriliyor? Bu durum karşısında, Kürtlerin biraz milli duyguya sahip olmaları, milliyetçi olmaları gerekmez mi?

Ben Kürt milliyetçisi değilim demek bir zaaftır

Kürtlerin önemli bir kısmı, özellikle de okur-yazar olanlar, “ben milliyetçi değilim, devrimciyim, enternasyonalistim” demektedir. Bir satır Kürtçe konuşamayan, ülkesinin adını bile söyleyemeyen bu insanların, “ben milliyetçi değilim, devrimciyim, enternasyonalistim” demeleri insani bir zaaf olmalı…Kendisi olmayan, kendinden kaçan, egemen ulusun dilini ve kültürünü yaşayanların devrimciliğinin, enternasyonalizminin kime hayrı dokunur? Kendisine hayrı olmayanların, devrimciliğe, enternasyonalizme nasıl bir hayrı, yararı dokunabilir? Ama, bu sözlerin, bu tutumun, Kürtleri müştereken baskı altında tutan devletlere yararı çok büyüktür.

Çatışmalarda, asker kaybı olduğu zaman, batı ve Orta Anadolu’da, şehirlerde, beldelerde Kürtler linç edilmeye kalkışılmaktadır. Çarşıda, pazarda, kahvehanelerde Kürtler baskı görmektedir. Çarşıda, pazarda, inşaatlarda Kütçe konuşan kişiler Türkleri tahrik etmiş olmakta, galeyana getirmektedir. Mevsimlik fındık işçileri Karadeniz yörelerinde çok ağır hakaretlerle aşağılamalarla karşılaşmaktadır. Yaşanan olaylar bu kadar açıkken, Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği nasıl aynı kefeye konabilir? Batı ve Orta Anadolu şehirlerinde, Kürtlere karşı böylesine linç saldırıları yaşanırken, Kürt şehirlerinde, yaşayan sivil bir Türk’e, bir Türk aileye Kürtlerin saldırdığı duyulmuş, görülmüş bir şey midir?

1960’ları, 1970’leri düşünelim. Resmi ideoloji Kürtleri ve Kürtçe’yi inkar ediyordu. Kürtlerden, Kürtçe’den söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalıyordu. Bu konularda çok yoğun baskılar vardı. Bu durum karşısında bir Kürt’ün, “Kürdüm” dediğini, makul bir şekilde, Kürtlerden ve Kürtçe’den söz ettiğini düşünelim. İnsanın özgürleşmesi, aydınlanması böyle başlar. Özgür birey bu karşı duruş sürecinde belirir. Bir de bir araştırmacı, bir yazar düşünelim. Devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşılaşmamak için bu konulara hiç değinmiyor. Durmadan, “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” diyerek, Markslı, Engelsli, Leninli onlarca dipnotuyla yazılar yazıyor. Bu tutumdan, bu süreçten özgürleşme, aydınlanma falan çıkmaz. Bu tutum insanı özgürleştirmez. Özgürleşme, aydınlanma, somut baskıya karşı, düşün yasaklarına karşı durmakla gelişir.

PKK, büyük bir harekettir

PKK büyük bir harekettir. PKK’nin çok büyük bir hareket olduğu da söylenebilir. Ama istemleri çok küçüktür. Çok çok küçüktür. PKK bireysel haklara değil, kollektif haklara vurgu yapabilmelidir. Eleştiri, özgür eleştiri çok önemli kurumlardır. Bu, sadece düşün hayatında değil, siyasal hayatta da vazgeçilmez bir kurum olmalıdır. Abdullah Öcalan, konuşmalarında, yazılarında, avukat görüşmelerinde, savunmalarında demokrasiden çok söz eden demokrasiyi isteyen bir liderdir. Eleştiri olmadan, özgür eleştiri olmadan demokrasi olur mu? Özgür eleştiri sadece bilimin değil, demokrasinin de temel koşuludur. PKK Abdullah Öcalan’ı eleştirebilmelidir. PKK’liler, sempatizanlar, Kürt halkı bu bilince ulaşabilmelidir. “Yanlışlarının da militanıyız” anlayışıyla bir yere varılamaz. Ciddi bir kazanım elde edilemez. Önemli olan, doğru olanı doğal olanı savunmaktır. Doğal olana ise, yani Kürt toplumu olma özelliklerine ise, çok ağır baskılar yapılmaktadır. Bu baskılara elbette karşı durulmalıdır.”


Tarih: 11 Kasım 2008 Salı

Kaynak: http://www.kurdistan-post.com/


http://ortaklikicin.blogspot.com/2008/11/calan-niye-devlet-istemiyor.html

Z.Dersim
(şimdiye kadar 148 posta)
05.02.2009 00:59 (UTC)[alıntı yap]
30 Kasım 2008 Pazar

Beşikçi Eleştirilerine Cevap



İsmail Beşikçi

Özgür eleştiri bilimin ilerlemesinin, bilimsel düşüncenin gelişmesinin, demokrasinin kurulmasının çok önemli bir şartıdır. Özgür eleştiri olmadan, düşün özgürlüğü olmadan bilim yönteminin gelişmesi mümkün değildir. Hatta, düşün özgürlüğü olmadan, düşün özgürlüğü kurumlaşmadan sosyal bilimlerin mümkün olmadığını söylemek de gerekli olmaktadır.

Herhangi bir düşüncenin, görüşün bilimsel olabilmesi için, o düşüncenin kamuoyuna açıklanması gerekir. Kamuoyuna açıklanmayan görüşler, düşünceler bilimsel değildir. Çünkü, kamuoyuna açıklanmadığı için eleştiri süzgecinden geçmemiştir. Bir düşüncenin, görüşün kamuoyuna açıklanması, isteyen kişilerin, onu eleştirebilmesi anlamına gelmektedir.

Eleştiri ne zaman yararlı olur?. Örneğin, siz, yazıyla, kitapla veya bir konuşmayla düşüncelerinizi açıklıyorsunuz. Sizi eleştiren kişi düşüncelerinizi kavramışsa, yazılarınızdan, kitaplarınızdan, konuşmalarınızdan alıntılar yaparak bu görüşleri, düşünceleri eleştirmeye çalışıyorsa, bu çok yararlı bir eleştiridir, eleştiri budur. Bunun hem eleştirilen kişiye, hem de düşün hayatına yararı büyüktür. Ama, sizin yazılarınız, görüşleriniz, düşünceleriniz yeteri kadar kavranmamışsa, düşünceleriniz, yazılarınız, onlardan alıntılar yapılarak eleştirilmiyorsa, sadece, yazının genelinin yarattığı bir izlenimden kalkarak tepkisel bir durum ifade ediliyorsa, bu tutumun bir yararı yoktur. Bunun eleştirilen kişiye de düşün hayatına da bir yararı olmaz. Bu tür yazılar da zaten eleştiri değildir. Bu yazılara, bu sitemlere cevap vermek anlamlı da değildir. Bu süreçten bir şey çıkmaz.

1990’larda, Kürtlerin asimilasyonunu dile getiren yazılar yazılırdı. Bu yazılardan dolayı soruşturmalar, davalar açılırdı. Cumhuriyet Savcılığı, “asimilasyon diye bir politikamız yok, sanık Kürtlerden, Kürtçe’den söz ederek suç işliyor” şeklinde iddianameler yazardı. Biz, savunmalarımızda, asimilasyonu gösteren birçok belgeyi gösterir birçok olayı anlatmaya çalışırdık… Duruşmalar sonunda bir mahkumiyet kararı çıkardı. Bu mahkumiyet kararında, sizin olgulara ve belgelere dayalı savunmalarınız hiç dikkate alınmaz, “devletin asimilasyon politikası falan yok, Kürtlerden, Kürtçe’den söz eden sanığın suç işlediği kanaatine varılmıştır” denirdi. Bu tutum neyi gösteriyor? Belgelere ve olgulara dayalı savunmaların değil, önyargıya dayalı iddiaların belirleyici olduğunu gösteriyor. Bu mahkumiyet kararı temyiz edilirdi.Temyiz başvurusunda, asimilasyon uygulamaları, daha etraflı bir şekilde belirtilirdi. Buna rağmen temyiz mahkemesi de, belgelere ve olgulara dayalı savunmaları dikkate almaz, hüküm mahkemesinin ön yargılı kararını onaylardı.

Beşikçi’ye yapılan eleştirilerin bir kısmı böyle. Beşikçi’nin yazdıklarına değinilmiyor. Abdullah Öcalan’ın tutumuna ve düşüncelerine eleştiri yapılmasına tepki duyuluyor. “Şu kadar milyon insan Öcalan’ın arkasında… Böyle bir öndere neden eleştiri yapılıyor? vs.

Salih Agiri Quseri’nin bazı soruları var. Bunları irdelemek gerekir. Diyaspora’daki Kürtler ne yapabilir? deniyor. Burada, diyaspora kavramının doğru kullanıldığı kanısında değilim. Diyasporadan söz edebilmek için, yurt dışındaki bütün Kürtleri kucaklayan bir örgütün varlığı gerekir. Kürtlerde böyle bir örgüt yok. Her örgüt kendi yandaşlarıyla ilgileniyor. Diyaspora, yurt dışındaki bütün örgütlerin dışında, bütün Kürtleri kucaklayan bir örgütün varlığın gerekli kılar.

Yurt dışındaki Kürtler, bulundukları ülkelerde, basınla, üniversiteyle, sivil toplum kurumlarıyla, insan hakları kurumlarıyla iş çevreleriyle ilişkiler içinde olmak, bu ilişkileri güçlendirici bir süreç yaşamak durumundadır. Kürt sorununu bu çevrelere anlatabilmek, önemlidir. Kürt sorununu o ülkenin diliyle anlatmak tercih edilir. Tercüme söz konusuysa, Kürtçe’den o ülkenin diline tercüme yapılmalıdır. Bir Kürt’ün, Kürt sorununu yaşadığı ülkedeki herhangi bir yöneticiye veya herhangi bir kişiye, kurum yetkilisine Türk diliyle anlatması sağlıklı bir yol değildir. “Kendi ülkenizde baskı var diye konuşmuyorsunuz, konuşamıyorsunuz, burada da mı Türk polisi var?” şeklinde bir tepkiyle karşılaşabilirsiniz.

Bu durumda sizi dinleseler bile ciddiye alınmazsınız kanısındayım.

Bu konuyla ilgili bir olayı anlatmayı gerekli görüyorum. 1985-1988 yıllarına, Bulgaristan’da, devletin, orada yaşayan Türklerin isimlerini Bulgar isimleriyle değiştirmek gibi bir politikası vardı. Bulgar isimleri almayanlar baskıyla karşılaşırlardı. Belene Kampı’ndan söz ediliyordu. İsim değişikliğini kabul etmeyenler, Bulgar ismi almak istemeyenler, Belen Kampı’na gönderiliyorlarmış. Orada baskı, zulüm var, O yıllarda, Bulgar ismi almak istemeyenler çok büyük kitleler halinde Türkiye’ye göçüyorlardı. 500 binin üzerinde Türk insanı Türkiye’ye göçmen geldi. Gelenler, basına, Bulgar ismi almak istemeyenlere nasıl zulüm yapıldığını anlatıyorlardı. Bir akşam TV de, Bulgaristan’da gazetecilik yapan bir kişi Bulgar ismi almak istemeyenlerin nasıl zulüm gördüğünü anlatıyordu. İşkenceler, baskılar hakkında açıklamalar yapıyordu. Ama Bulgarca konuşuyordu. Koğuşta 30 kişi kadar vardık. TV’de haber izlerken böyle kalabalık oluyorduk. Her koğuşta TV yoktu. O zaman, Gaziantep Özel Tip Cezaevi’ndeydim. Arkadaşlar Bulgarca konuşan bu Türk’e ciddiye almadılar. Açıklamalarına da ilgi göstermediler. Ertesi akşam, aynı baskılardan dolayı Türkiye’ye gelen başka bir Türk’le röportaj yapılıyordu. Bu kişi Türkçe konuşuyordu, fakat, Türkçeyi çok zor konuşuyordu. Kırık-dökük bir Türkçe’si vardı. Ama ısrarla Türkçe konuşuyordu. Bu tutum arkadaşların çok hoşuna gitti. Arkadaşlar bu Bulgaristan göçmenini dikkatle dinlediler, söylediklerini de dikkate aldılar. Yurt dışındaki Kürtler, Diyarbakır’da veya İstanbul’da yaşıyormuş gibi, kendi arkadaşları, kendi gettoları içinde değil biraz da bulundukları ülkenin insanları içinde, o insanlarla sık sık görüşerek yaşamalıdır.

“Yurt dışındaki Kürtler ne yapmalıdır?” sorusunun yanında, “DTP ne yapmalıdır?” şeklinde bir soru da var. Demokratik Toplum Partisi’nin iki milyona yakın, iki milyonun üzerinde oyu var. Bunu bir irade beyanı olarak değerlendirmek mümkündür. DTP bu iradeyi kendi temsil etmelidir. Bir siyasal partinin bu iradeyi, cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan bir kişiye, PKK lideri Abdullah Öcalan’a teslim etmesi yanlış bir tutumdur.

Sosyal sorun nedir? Sosyal yaşamda gelişmeler, doğallıktan saptığı zaman, olması gereken, olağan olan gerçekleşmediği zaman sosyal sorun ortaya çıkar. Kürt sorunu denildiği zaman ise, kanımca şu anlaşılır: Öbür halklar açısından, örneğin, Araplar, Farslar, Türkler, Ruslar, Almanlar, İngilizler, İspanyollar vs. doğal olan, olağan olan, olması gereken bir yaşam tarzına Kürtler sahip değildir. Bu haklar Kürtlere yasaklanmıştır. Kürtlerin bu doğal hakları gasp edilmiştir. Bu bir sorundur. Bu, sosyal ve siyasal, içerikleri olan bir sorundur. Sorunu inkar etmek, gizlemek için, devlet yalana dayalı çeşitli politikalar da üretmektedir. Bu politikalar, uygulamalar, yalanın başka bir yalanla gizlenmeye çalışılması, yalanın bir yönetme yöntemi olarak kullanılması, sorunu gittikçe ağırlaştırmıştır. Sosyal sorun budur. Sorun şüphesiz, Kürtlerin kendisi değildir. Devlet, Kürtlerdeki doğal gelişmenin, olağan gelişmenin, olması gerekenin önünü tıkadığı için, olağandan, doğal olandan bir sapma olduğu için, sorun ortaya çıkmaktadır. Rohat Miran’ı bu şekilde cevaplamak mümkündür.

Ziya Gökalp Üzerine…

Abdullah Öcalan’ın Ziya Gökalp ile ilgili düşüncelerine de değinmek gerekir. PKK lideri Öcalan, “Beşikçi Kürtlerin Ziya Gökalp’idir” diyor. Başlıca üç ana konu üzerinden bu karşılaştırmayı irdelemekte yarar vardır.

1. Ziya Gökalp 1908’de, Jön Türk hareketinden hemen sonra, Diyarbakır’da, İttihat ve Terakki Fırkası’nın görüşlerini dile getiren yayın organları kurdu. Peyman bunlardan biridir ve Kürtçe-Türkçe yayımlanmaktadır. Ziya Gökalp 1910 yılında, İttihat ve Terakki’nin Selanik’de düzenlenen kongresine katıldı ve fırkanın merkez-i umumisine seçildi. 1910-1911 yıllarında Genç Kalemler Dergisi’nin yazarları arasında yer daldı. Ali Canip Yöntem ve Ömer Seyfettin’le birlikte, Türkçe’nin sadeleştirilmesi konusunda yazılar yazdı. Fuat Köprülü, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi yazarlarla birlikte, milli edebiyat akımının geliştirilmesinde rol aldı. Türkocağı tarafından yayımlanan Türk Yurdu dergisi’nde ve Sırat-ı Mustakim’de, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Batılılaşmak yolundaki düşüncelerini açıkladı. “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” diyordu.

Ziya Gökalp, (1876-1924) İttihat ve Terakki Fırkası’nın çok önemli kişilerinden, elemanlarından biriydi. Dr. Nazım’la ve Dr. Bahattin Şakir’le birlikte, merkez-i umumi’nin önemli üyelerindendi. İttihat ve Terakki, gerek muhalefette olduğu yıllarda (1908-1913) gerek iktidar olduğu yıllarda (1913-1918 ) devletin kendisiydi. Ziya Gökalp sadece görünür devletin değil, görünmeyen devletin, illegal devletin de önemli bir elemanıydı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın, kuruluşu, faaliyetleri Ziya Gökalp’in duygu ve düşünceleriyle yakından ilgiliydi.

İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı Devleti’nin Türk etnisine dayalı olarak yeniden organize edilmesi gibi bir düşüncesi vardı. Sermayeyi millileştirmek istiyordu. Bu, Ziya Gökalp’in temel düşüncelerinden biriydi. Rum-Pontus sürgünleri, Ermeni soykırımı, Asuri-Süryani soykırımı bu çerçevede benimsenen politikalar ve uygulamalar oldu. Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, yüzbinlerce Rumun, Pontusun Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edildiği biliniyor. 1915 de Ermeni soykırımı gerçekleşti. Mübadele ise 1922 sonlarında itibaren gelişen bir süreçtir. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Kızılbaşların Müslümanlığa asimilasyonu yine bu çerçevede gündeme geldi. İttihat ve Terakki döneminde, Alevi-Bektaşiler konusunda incelemeler yapan Baha Sait’in, Ziya Gökalp tarafından görevlendirilen bir kişi olduğu bilinmektedir. Baha Sait Dağıstanlı bir ordu mensubudur. Ordudan ayrılıp İttihat ve Terakki’nin görüşleri doğrultusunda araştırmalar yapmış, Alevilik konusunda çalışmış bir kişidir.

Ziya Gökalp sadece İttihat ve Terakki döneminde değil, Cumhuriyet döneminde de iktidara çok yakın olmuştur. Ziya Gökalp ölünceye kadar, Mustafa Kemal’e çok yakın bir kişi olmuştur.

Ziya Gökalp 1908’den önce, Halil Xayali ile birlikte, Kürt dili için alfabe çalışması da yapmıştır. Nihat Sami Banarlı, (1907-1974) Resimli Türk Edebiyatı Tarihi (Cilt II s. 1111, Milli Eğitim Bakanlığı Yay. 1987) bu durumdan esefle söz eder. Türk Edebiyatı uzmanı Nihat Sami, Ziya Gökalp’in bu tutumunu ruhsal bir dengesizlikle açıklıyor: “Bir şifahi rivayet de Gökalp’in, dört-beş ceddi bilinen, eski bir Türk aileye mensup olmasına rağmen, bir aralık, Kürt dili için alfabe hazırlayacak kadar yanlış bir hareket yapmasının ondaki bu ruh buhranını körüklediğini söylüyordu”

Ziya Gökalp İttihat ve Terakki’ye katıldıktan sonra Kürtlerle, Kürt diliyle ilgili incelemeleri durdurmuştur. Hatta, Halil Xayali, müştereken yaptıkları Kürt alfabesinin bir örneğini istediğinde, “kayboldu” diyerek kendisin vermemiştir.

Bu koşullar altında, yani, iktidara çok yakın olan bir kişiyle, Beşikçi arasında benzerlik kurulması ne kadar anlamlıdır? Düşünelim ki, 1960’ların başında, yani Beşikçi bu konulara ilgi duymaya başladığı yıllarda, Kürtlerin varlığı yokluğu tartışılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğu, Kürtçe diye bir dil olmadığı temel bir devlet görüşüydü. Kürtlerden, Kürtçeden söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşırdı.

2. Ziya Gökalp’in, kendi Kürt kimliğiyle ilgili bazı sorunları var. Ziya Gökalp, Kürt diye bir halk yoktur, herkes Türk’tür, Kürtçe diye bir dil yoktur vs. demiyor ama Kürtlerin Türkleşmesine arzu ediyor. Türkleşmelerinin Kürtlerin hayrına olacağını söylüyor.

Ziya Gökalp’in, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik tetkikler isimli bir çalışması var. Bu çalışma kendisine ısmarlanan bir çalışmadır. Bu ısmarlamayı Dr. Rıza Nur yapıyor. Dr. Rıza Nur o zaman Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilidir. (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı 21 Aralık 1921 de bakanlığı atanan Dr. Rıza Nur, Ziya Gökalp’den Kürtler hakkında bir araştırma yapmasını istiyor. Dr. Rıza Nur araştırma isteğinin gerekçesini şöyle anlatıyor:

“Sıhhiye vekili iken, iskanın da o vakit bu vekaletle ait olmasından istifade ederek Ziya Gökalp’e, Kürtler’i tetkik ettirdim. Maksadım bu gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra, Kürtlere Türk olduklarını anlatmak için teşkilat yapıp faaliyete geçecektim. Bugün Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu çoktan bilirim. Yalnız onlara bunu bildirmek, öğretmek lazımdı. Türk zavallıdır. Hadi Mısır’da, Cezayir’de, yüzbinlerce Türk’ü kaybetmişiz, Araplaşmışlar. Fakat Kürdistan henüz elimizden de çıkmamıştır ve anayurttu Türkleri Kürtleşmeye bırakmışız.” (Doğu Mecmuası, Sayı 12, Ekim 1943, s. 14-15)

Dr. Rıza Nur, konuyla ilgili olarak, Hayat ve Hatıratım kitabında da şunları söylüyor:

“Kürtler meselesi beni üzüyor. Bir şey yok ama bir gün milli davaya kalkacaklar, Bunları temsil etmek (asimile etmek) lazım. Tetkikata başladım. Diyarbekir’de olan Ziya Gökalp’e de para yollayıp Kürtlerin coğrafi, lisani, kavmi, içtimai ahvalini tetkik ettirdim. Bir rapor gönderdi. Maksadım oranın, bir Makedonya olmadan, kökünden meselenin halli idi.” ( Hayat ve Hatıratım, Cilt 3, Altındağ Yayınevi, İstanbul 1968, s.906)

Görüldüğü gibi, ısmarlama çalışmanın esas amacı, Kürtlerin asimilasyonu için sağlam bir zemin oluşturmaktır. Ziya Gökalp’in hazırladığı bu rapor dört nüsha çoğaltılmıştır. Bir nüsha Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e verilmiştir. İkinci nüsha Dr. Rıza Nur’da kalmıştır. Üçüncü nüsha Alevi-Bektaşi incelemeleri yapan Baha Sait’e verilmiştir. Dördüncü nüsha ise Ziya Gökalp’de kalmıştır.

Ziya Gökalp’in Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler kitabı ilk olarak 1975 yılında Komal yayınevi tarafından basılmıştır. Bu kitap 1992 yılında, Sosyal Yayınlar tarafından yeniden basılmıştır. Kitabı Sosyal Yayınlar için yayına hazırlayan Şevket Beysanoğlu, “Eser hakkında Birkaç Söz” başlıklı giriş yazısında, (s.5-8 ) Komal Yayınevi tarafından basılan kitabın raporun tamamı olmadığını, Sosyal Yayınlar’ın raporun tamamını yayımlamaya çalıştığını vurgulamaktadır.

Bu raporun 1922 yazında ve sonbaharında hazırlanmış olması muhtemeldir. 1922 sonbaharında, Ziya Gökalp Diyarbakır’da, çarşı-pazar dolaşarak, kahvehanelere girerek Kürtlere Türklüğü telkin ediyor. Şerafettin Güneli, (Şerafettin Menda)’nin, Dr.Cemşid Bender’e gönderdiği mektuplarda, Ziya Gökalp’in bu çabaları açık bir şekilde dile getiriliyor. 1928 doğumlu Şerafettin Menda bu konularla ilgili olarak, ailesinden duyduklarını, anılarını anlatmaya çalışıyor. Şerafettin Menda, Kasım 1992 başlarında ve 6 Aralık 1992 tarihinde, Dr. Cemşid Bender’e iki mektup göndermiştir. Cemşid Hoca bu mektupların birer kopyasını bana da verdi. Bu mektuplarda, Ziya Gökalp, Kürtlere Türklüğü telkin ediyor.

Örneğin, Karakeçili Aşireti mensuplarıyla Ziya Gökalp’in tartışmaları dikkate değer tartışmalardır. Ziya Gökalp Karakeçililer için, “Siz Türksünüz, Kürtleştiniz” diyor. Onlar da “anamız, babamız, atalarımız tek kelime Türkçe bilmezler, biz Kürdüz” diyorlar. Ziya Gökalp onlara ısrarla Türklüğü anlatıyor.

Görüldüğü gibi Ziya Gökalp’in kendi kimliğiyle sorunları var. Beşikçi’nin kendi kimliğiyle bir sorunu yok ki…Türk egemenlik sistemi, Türk olmayan halkları asimile edebilmek için yoğun bir çaba içindedir. Devletin “ötekiler”e, öteki kimliklere uyguladığı baskı politikaları, elbette, Türk kimliğiyle ilgili bazı sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Bunlar devlet politikasından, uygulamalardan kaynaklanan sorunlardır.

3. Ziya Gökalp’in damadı, Ali Nüzhet Göksel, Ziya Gökalp’le ilgili bir yazısında şunları yazıyor:

“Şark vilayetlerindeki aşiretlerin iskanı meselesini, Rıza Nur benimsedi. Ve ilmi bir şekilde resmen işe başlamak üzere Ziya Gökalp’den bir tetkik eseri istedi. Gökalp de Diyarbakır ve havalisinden başlayarak, aşiretler arasında bulunan ve Türklüklerini muhafaza edenlerle, iktisadi sebepler yüzünden Kürtleşen Türklerin dillerini, tarihlerini, ırk ve adetlerini göz önüne alarak bunları Türkleştirmek hususunda bazı etnografik tetkiklerle işe başlaması metotlarını yüz sayfalık bir deftere yazıp Rıza Nur’a gönderdi.

Bu tetkik Vekiller Heyeti’nce çok beğenildi. Atatürk takdir etti. Gökalp’e 300 (üç yüz) lira gönderdiler ve ayrıca bütün vilayetlerden bir tetkik seyahatına çıkması için arzularını sordular. Gökalp o zaman hastaydı. Elinde çalışacak seçkin gençler yoktu. Bu seyahatı sulh zamanına bıraktılar. Gökalp öldü.” (Doğu Dergisi, Sayı 12, Ekim 1943, s. 14, sözeden Şevket Beysanoğlu, y.a.g.e. s.8 )

1922 sonları. Ortalama bir memurun maaşı herhalde, üç-dört liradır.

Öcalan, Eleştirileri Hazmetmek Durumundadır

Öcalan çok konuşan bir liderdir. Kanımca bu kadar çok konuşması gerekli değildir. Bunu, “Öcalan susturulsun” şeklinde yorumlamak yanlıştır. PKK lideri bunu kendiliğinden idrak etmelidir. Çünkü Abdullah Öcalan, herhangi bir cezaevindeki 300 kişiden biri değildir. Veya herhangi bir koğuştaki 30 kişiden, 40 kişiden biri değildir. Tek başına bir cezaevinde tutulmaktadır ve devletin çok yoğun, çok sıkı denetimi altındadır. Böylesine ağır bir denetim altında ne konuşabilirsiniz? Ancak devletin istediği gibi, devletin istediği şekilde konuşabilirsiniz. Başka bir olasılık var mı?

Öte yandan Öcalan, kendi tutumuna ve düşüncesine yapılan eleştirileri hazmetmek durumundadır. Örneğin, Öcalan şunu söyleyebilmelidir: Beşikçi’nin düşüncelerine katılmıyorum. Ama Beşikçi özgürce konuşabilmelidir, yazabilmelidir…Bu kadarı elbette yeterli değildir. Böyle dedikten sonra, karşı olduğunu söylediği düşünceleri, o düşüncelerden, yazılardan alıntılar yaparak eleştirebilmelidir. Eleştiriler üzerine sadece tepki göstermek anlamlı, doğru bir tutum değildir

Öcalan, konuşmalarında, demokrasi kavramını çok kullanmaktadır. Özgür eleştiri kurumlaşmadan demokrasi kurulamaz. Öcalan, PKK’lilerin kendisini eleştirememesinden de kuşku duymalıdır. PKK’liler, Öcalan’ı eleştiremiyor ama, şu veya bu şekilde PKK’den ayrılan bazı kişiler, çok sert kavramlarla Öcalan’ı eleştirmeye, suçlamaya başlıyorlar. Bu da sağlıklı bir tutum değildir. O halde, PKK içinde eleştiri kurumunu yaşama geçirmek kaçınılmaz olmalıdır.

Öcalan’ın, “bana hücre cezası verdiler”, “bana yine hücre cezası verdiler” şeklindeki açıklamalarının bende yarattığı bir izlenim var. Buna da değinmek gereğini duyuyorum. Benim bildiğim, yaşadığım hücre cezalarının çok yoğun yasaklarla geldiğidir. Ziyaretçi yasağı, avukat görüş yasağı, mektup yasağı, havalandırma yasağı, günlük gazete yasağı…

Bir dolu yasak. Hücre cezası aldığınız, hücreye konulduğunuz zaman bu yasaklarla birlikte yaşardınız. 1982-1984 yıllarında Çanakkale E Tipi Cezaevi’ndeydim. Bir ara D-9 koğuşunda kaldım. Kalabalık bir koğuştu. Havalandırma duvarları 8-9 metre yüksekti Sadece gökyüzü görülüyordu, bir de havalandırma üzerinden geçen martılar…Ağaç vs. görünmüyordu. Ağaçların üç dalları bile görünmüyordu. Kanımca cezaevi köylük bir alana yakındı. Zaman zaman eşek anırmaları, inek böğürmeleri sesleri duyardık. Bu sesler, içerdekileri dışarıyla ilişkilendiriyordu.

Tek tip elbiseden dolayı direniş başlayacaktı. O günlerde bir gün, savcı bizleri havalandırmada toplayarak, cezaevinde nasıl yaşamamız gerektiğine dair emirler, direktifler verdi. Bu direktiflere, emirlere göre yaşamadığımız zaman karşılaşacağımız yasakları saydı. Konuşmasını şöyle bitirmişti. “…Eğer bu direktiflere uymazsanız, sizi, inek böğürmelerine, eşek anırmalarına hasret bırakırım.” Hücre hapsiyle tehdit ediyordu. Hücreye konulduğunuz zaman her yerle irtibatınız kesiliyordu. Cezaevi yönetiminin rahatsız olalım diye çıkardığı metelik gürültülerden başka ses de duyamıyordunuz. Gökyüzü de görünmüyordu, çünkü havalandırmanın üzeri kapalıydı.

Öcalan, hücre cezası verildiğinden şikayet ediyor ama, avukatlarıyla da görüşebiliyor. Bu, cezaevlerinde infaz ilişkilerinde epeyce “demokratikleşme” yaşandığını göstermektedir. Bu da iyiye doğru bir gelişme…

29 Kasım 2008 Cumartesi


http://ortaklikicin.blogspot.com/2008/11/beiki-eletirilerine-cevap.html



Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 301
Bütün postalar: 672
Bütün kullanıcılar: 736
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
 
  Bütün hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.  
 
Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono. Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden