Navigation : Yönetim |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
=> Daha kayıt olmadın mı?
******** SIMA XÊR AMÊ KURŞİYE WERENAYİŞİ ********
***** DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ *****
PLATFORUM (şifreli) - Kürt Edebiyatı Üzerine…İsmail Beşikçi Z.Dersim (şimdiye kadar 148 posta) | |
Kürt Edebiyatı Üzerine…
İsmail Beşikçi
31 Temmuz 2009 Cuma
Kürt edebiyatı, Kürt diliyle yazılan eserlerden meydana gelen bir edebiyattır. Kürt diliyle şiir, hikaye, roman, tiyatro, deneme, eleştiri, anı, mektup vs. yazıldığı zaman bunları Kürt edebiyatı altında değerlendirmek mümkündür. Arap diliyle Kürt edebiyatı olmaz, Fars diliyle Kürt edebiyatı olmaz, Rus diliyle Kürt edebiyatı olmaz, Türk diliyle de Kürt edebiyatı olmaz.
Yazın türleri arasında romanın özel bir önemi vardır. Eğer herhangi bir dilde bir roman yazılabiliyorsa, o dil gelişkin bir dil, yaşayan bir dil demektir, yazı dili demektir. Mehmet Uzun’un romanlarını Kürtçe yazması bunun için dikkate değer bir gelişmedir.
Hasan Bildirici bir Kürt yazarıdır, Kürt romancıdır. Kürtleri, Kürdistan’ı, son 30 yılın en önemli gelişmesi olan gerilla mücadelesini, gerillayı anlatan bir yazardır. Ama, yazılarını, romanlarını, hikayelerini Türkçe yazmaktadır. Bu ürünleri Kürt edebiyatından saymak mümkün müdür? Kişi olarak buna evet diyemiyorum. Şöyle düşünüyorum: Hasan öykülerini, romanlarını Kürtçe yazsaydı, bunlar Kürtçe olarak yayımlansaydı…Diyelim 50 adet bile satmasaydı… Bunlar bile Kürt edebiyatının büyük bir atılım yaptığını gösterirdi. Ama Türkçe ürünler için bunları söylemek kolay değil.
Hasan Bildirici muhalif bir yazardır. Türk siyasal sistemine, Türk siyasal rejimine çok yoğun, çok haklı bir muhalefet sergilemektedir. Bu tutumuyla Kürtleri, Kürdistan’ı, gerilla mücadelesini, gerillayı anlatmaktadır. Bütün bunları Türkçe yazan, Türkçe’yi de çok iyi kullanan Hasan Bildirici’yi Türk edebiyatında bir yere koymak mümkün müdür? Bu soruya da evet diyemiyorum. İşte bu noktada, Hasan Bildirici kendini nasıl değerlendirmektedir, nereye koymaktadır? İkinci olarak kurdistan-post yazarları Hasan Bildirici’yi nasıl değerlendirmektedir, nereye koymaktadır? Üçüncü olarak, edebiyat çevrelerinin Hasan Bildirici’yi nasıl değerlendirdikleri, nereye koydukları önemli olmalıdır.
Güney Amerika’da, Brezilya’da, Portekizce konuşulmaktadır. Resmi dil Portekizcedir. Venezüella, Kolombiya, Peru, Ekvator, Bolivya, Uruguay, Paraguay, Şili, Arjantin gibi ülkelerde, Brezilya dışındaki bütün Latin Amerika’da İspanyolca konuşulmaktadır. Resmi dil İspanyolca’dır. Guatemala, El Salvador, Honduras, Nikaragua, Kostarika, Panama gibi ülkelerde, Meksika’da, Küba’da, İspanyolca konuşulmaktadır, resmi dil İspanyolca’dır. Buna rağmen, Arjantin, Şili, Kolombiya, Venezuela, Meksika gibi ülkelerde İspanyol edebiyatından değil, örneğin Meksika edebiyatından, Kolombiya edebiyatından, Venezüella edebiyatından söz edilmektedir. Portekiz edebiyatından değil, Brezilya edebiyatından söz edilmektedir. Örneğin, 1982 Nobel edebiyat ödülünün sahibi, Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Maquez İspanyolca yazmaktadır.
1945 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, Şilili yazar Gabriela Mistral (1889-1957) İspanyolca yazmaktadır. 1967 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Guatemalalı yazar, Miguel Angel Asturias (1999-1974) İspanyolca yazmaktadır. 1971 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Pablo Neruda (1904-1973) İspanyolca yazmaktadır. 1990 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Meksikalı yazar Octavio la Paz ( 1914-1998 ) İspanyolca yazmaktadır.
İspanyolca veya Portekizce konuşmalarına, yazmalarına rağmen, resmi dil bunlar olmasına rağmen yerli edebiyatların; yani Brezilya, Şili, Arjantin, Meksika, Kolombiya vs. edebiyatlarının nasıl oluştuğu dikkate değer bir inceleme olmalıdır. Amerika keşfedildikten sonra çok büyük İspanyol ve Portekiz nüfus Latin Amerika’ya gitti. Portekizliler, İspanyollar bölgede gittikçe çoğaldılar. Bunlar, şu veya bu nedenlerle yerli nüfusu da öldürüyorlardı. Yerlilerin kültürünü ve medeniyetini yıkıyorlardı.
Yerli nüfus azalırken İspanyollar ve Portekizliler gittikçe daha büyük bir nüfus kitlesi oluşturdular. Yönetimleri ele geçirdiler. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano (d. 1940),
Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabında bu süreci ayrıntılarla anlatmaktadır. Bu yönetimler şüphesiz İspanyol ve Portekiz Krallıklarına bağlıydı. Daha sonra, Latin Amerika’da biriken İspanyollar ve Portekizliler, İspanya’ya ve Portekiz’e başkaldırarak bağımsızlık elde ettiler. Simon Bolivar, (1783-1830) bu mücadelenin önde gelen bir lideriydi
Venezüella 1810’da bağımsızlık kazandı. 1821’de, Büyük Kolombiya kuruldu. 1827’de, Panama, Peru, Bolivya, Kolombiya bağımsızlık kazandı. Giderek bütün Latin Amerika bağımsız oldu.
Bugün Güney Amerika’da, Orta Amerika’da yaşayan halkların atalarının İspanyollar ve Portekizler olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu nüfus Latin Amerika’ya İspanyol dilini ve kültürünü de getirmiş. Bir taraftan da yerlilerin dilini ve kültürünü imha etmeye çalışmış…Bu büyük kırımlara rağmen, bugün Güney Amerika’da yerli nüfus az da olsa var. Bolivya’da olduğu gibi yönetime gelen yerliler de var.
Orta Amerika’da ve Güney Amerika’da yerli dillerin İspanyolca ve Portekizce karşısındaki durumu nedir, yerli dillerle yazan var mı, ne kadar var, bilemiyorum. Kürtlerin ve Kürtçe’nin durumu çok farklı. Kürtler, tarihin başlangıcından beri kendi ülkelerinde, Kürdistan’da yaşıyorlar, Kürtçe’yi kullanıyorlar. Türklerin Anadolu’ya geldikleri tarih ise, 11. yüzyıl… Öte yandan, Kürtçe’nin, Arapça, Farsça ve Türkçe dilleri karşısında gelişkin bir dil olduğu, yazı dili olduğu açıktır. Şunca asimilasyon uygulamalarına, yasaklarına rağmen, Kürtçe’nin hâlâ ayakta olması, güçlü yapısından ileri gelmektedir. Türk yazarları, üniversite ve basın mensupları, zaman zaman Kürtçe konuşan bazı aşiretlerden söz etmektedirler. Bu aşiretlerin aslında Türkmen oldukları, zamanla Kürtleştikleri vurgulanmaktadır. Böylece, istemeden veya farkına varmadan Kürt dilinin gücünü ortaya koymuş olmaktadırlar.
Afrika’da İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, sadece, iki bağımsız devlet vardı. Habeşistan ve Liberya. Bugün Afrika’da 53 bağımsız devlet vardır. Bu devletlerin resmi dilleri İngilizce, Fransızca, İspanyolca veya Portekizce. 1986 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Vole Soyinka Nijeryalı bir yazar. İngilizce yazıyor. Bugün, Nijerya edebiyatı, Senegal edebiyatı, Gana edebiyatı, Mozambik edebiyatı vs. var mı bilmiyorum. Afrika’daki yerli dillerin, İngilizce, Fransızca, Portekizce ve İspanyolca karşısındaki durumları hakkında sağlıklı bilgilere sahip değilim. Leopold Sedar Senghor (1906-2001) Senegal kurtuluş hareketinin lideriydi. 1960’da, Senegal’in bağımsızlığa kavuşmasında önemli rol almıştı. 1960-1980 yılları arasında, Cumhurbaşkanıydı.
Bugün, Senegal’in resmi dili Fransızca. Leopold Sedar Senghor için, “ çok güçlü bir şairdir, Fransızcayı çok iyi kullanan biridir. Bir Fransız yazarı gibi Fransızca’nın inceliklerini bilirdi, hatta bir Fransız’dan daha iyi bilirdi” denmektedir. Ama sömürgeci baskılar karşısında kendi dili, anadili gelişememişti, kendi dilini iyi bilmiyordu. Bu bakımdan bu ibareyi övgü olarak mı, yergi olarak mı kabul etmek gerekir, emin değilim. Kwame Nukrumah (1909-1972) Gana Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin lideriydi. 1957’de, Gana’nın İngiltere’den bağımsızlık elde etmesinde önemli rol aldı. İngilizce’yi çok iyi yazdığı konuştuğu söyleniyor. Bugün Gana’da yerel diller de var. Ama resmi dil İngilizce. Benzer değerlendirmeler, Kenya lideri Jomo Kenyatta ( 1894-1978 ) için de yapılabilir. Jomo Kenyatta Kenya’nın bağımsızlığa kavuşmasında çok büyük rol oynamıştı. Kenya, İngiltere’den, 1963’de bağımsızlık kazanmıştı. 1963’de bağımsızlıkla birlikte cezaevinden çıkarılarak başbakanlığa getirilmiş, (1963-1964) daha sonra da Cumhurbaşkanı olarak yaşamını sürdürmüştü. ( 1964-1978 ). Bir Gana edebiyatı, Senegal edebiyatı, Kenya edebiyatı var mı, nasıl doğdu, nasıl gelişti, incelenmesi gereken bir durumdur. Kürtlerin, Kürtçe’nin durumunun bunlardan çok çok farklı olduğunu bilmek gerekir.
Sömürgecilik döneminde, Güney Amerika’da yaşanan süreç Afrika’da yaşanmadı. Sadece Güney Afrika’da benzer bir süreç yaşandı. İngiltere’ye bağlı beyaz yönetim, 1960’da, anayasal görüşmeler sonunda, bağımsızlık kazandı. Ama Afrika’da başka bir süreç yaşandı. Afrika’dan Amerika’ya köleler taşındı. İnsanlar, Afrika’nın bağrından zorla sökülüyor, Amerika’da köle pazarlarında satılıyordu. Ama, Afrika’da, İngiltere’ye veya Fransa’ya, İspanya’ya veya Portekiz’e bağlı beyaz yönetimler kurulmadı. Belirleyici olan, çoğunluğu oluşturan nüfus kitlesi yine yerlilerdi.
Hasan Bildirici çok değerli bir romancıdır. Hikayeleri de değerlidir. Kürtçe yazabilseydi çok daha değerli olacaktı. Ama Türkçe yazması bu değerini azaltmıyor. Son romanı Geçmişin Gölgeleri de çok iyi işlenmiş bir roman. Romanda iki tip dikkati çekiyor. Ahmet Zana, Bayan Maria... Ahmet Zana, gerilla terbiyesi almış, gerilla ahlakını içselleştirmiş, İsviçre’de mülteci olarak yaşayan, geçimini çalışarak temin etmeye çalışan bir Kürt. Küçük bir belediyede mezarlıkta çalışıyor. Cezaevi yaşamış, işkence görmüş, “faili meçhul” cinayetleri yakından bilen bir Kürt. Mezarlık bu anıların durmadan canlanmasına neden olduğu için, başka bir işte çalışmak istediğini sık sık dile getiriyor. Bayan Maria, sevdiği insanı çok genç yaşta kaybetmiş, onun anılarını yaşatarak kendini var etmeye çalışan bir kişi. Geçmişin Gölgeleri romanını okurken Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanını da hatırladım. Romandaki Kemal, Bayan Maria’ya benziyor. Kemal de sevdiği kadını kendinde, kendi yaşamında var etmeye çalışıyor. Bunun için de her zaman onunla birlikte olmak istiyor. Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal kendisi için yaşayan bir kişi. Bayan Maria da öyle, yalnız, Bayan Maria Musevileri, Kürtleri, onların mücadelelerini anlayabilen bir kişi… Hasan Bildirici’nin romanlarında böyle karakterler çiziliyor. Kürt toplumuna, Kürt insanına yönelik karakterler…
Hasan Bildirici’nin romanlarında çok sağlam bir kurgu vardır. Dili çok iyi kullanmaktadır. İnsanların ruhsal durumlarını dile getirirken, doğadan benzetmeler yapması, doğayla özdeşlikler kurması çok çarpıcıdır. Hırpalanan, harap düşen, ezilen bir ruhsal durumu belirtmek için, harap bahçelerden, yıkık köylerden, güneşin altında kavrulan, çatlayan topraklardan söz etmesi dikkate değer bir anlatımdır. Hasan Bildirici’nin kıvrak bir kalemi olduğu hemen dikkati çekmektedir.
Dünya edebiyatında, Hamlet, Macbeth (Shakespeare), Mösyö Jourdain (Moliere), Don Kişot (Cervantes), Madam Bovary (Gustave Flaubert), Julien (Stendhal), Goriot Baba (Balzac) Raskolnikov (Dostoyevski), Anna Karenina (Tolstoy), Oblomov (Gonçarov), İnce Memet (Yaşar Kemal) gibi ölmez karakterler var. Hasan Bildirici de romanlarında ölmez bir Kürt karakteri yaratabilir. Romanda önemli olan, insan ilişkilerinin, insanın ruhsal yapısının derinliklerini dile getirebilmektir, insanın doğa karşısındaki durumunu, cesaretini, çaresizliğini, yılgınlığını, azmini ortaya koyabilmektir. O toplumun gelişkin olup olmaması belirleyici değildir.
Bugüne kadar Hasan Bildirici’nin öykülerinin, romanlarının Kürtçe’ye çevrilmemiş olması büyük bir eksikliktir. Yasak Ülkenin Günlüğü, Ülkeye Dönüş, Şervan, Van Gölü’nde Yılanlı Bir Günün Esrarı, Son Mektup, Dönüşü Olmayan Yol, Pusu, Geçmişin Gölgeleri’nin kısa zamanda Kürtçe’ye kazandırılmasında yarar vardır. Bekaa, Yaratılan Toprak, Kürt Halkının Dostları Kimlerdir? Beşikçi Eleştirilerinin Anlamı kitaplarının da…
Şu konu şüphesiz çok önemlidir. Devletin temel politikası asimilasyondur. Asimilasyon sürecinde Kürtlerin, Kürtçe’nin ne kadar aşağılandığı biliniyor. O zaman Kürt yazarlarının, devletin bu uygulamalarının üstesinden gelmeleri gerekiyor. “Devlet, beni/bizi asimile etmiş, dilimi öğrenmemi engellemiş” demek geçerli olmamalıdır. Öte yandan Kürt yazarlarının, takma adlarla değil, kendi açık kimlikleriyle yazmalarında yarar vardır. Yazarları, kamuoyunun, öteki yazarların tanıması, bilmesi açısından bu gereklidir.
İsmail Beşikçi
http://www.kurdistan-post.com/Niviskar-op-viewarticle-artid-1863.html
_______________________________________________________________________
| | | | Z.Dersim (şimdiye kadar 148 posta) | |
Kürt Dili ve Kürt Edebiyatı
İsmail Beşikçi
Tarih: 9 Eylül 2009 Çarşamba
Edebiyatı besleyen dildir. Dili zenginleştiren edebiyattır. Dil ve edebiyat arasında çok yoğun bir ilişki vardır.Bu ilişki Kürt dili ve Kürt edebiyatı söz konusu olduğu zaman da böyledir.
Boya olmadan resim düşünülemez. Ses olmadan müzik yapılamaz. Bu, resmin temel malzemesinin boya, müziğin temel malzemesinin ses olduğunu gösterir. Heykelin temel malzemesinin de taş olduğu söylenebilir. Edebiyatın temel malzemesi de dildir. Boya olmadan resim, ses olmadan müzik, taş olmamdan heykel yapılamazsa, düşünülemezse, dil olmadan da edebiyat yapılamaz, düşünülemez. Bugün, Türk dilini zenginleştirenler, Türk Dil kurumu’ndan çok, Nazım Hikmet, Orhan Kemal,Yaşar Kemal, Çetin Altan, Vedat Türkali gibi yazarlardır. Kürtçe yazan Kürt yazarlarının Kürt diline katkısı bu bakımdan çok büyüktür. Mehmet Emin Bozarslan’ın, Mehmet Uzun’un, Firat Ceweri’nin, Malmisanij’in, Roşan Lezgin’in … yazıları bu bakımdan önemlidir.
1992 yılında Nûdem Dergisi yayına başladı. Nûdem, İsveç’de basılıyordu, ama Kürtlerin yaşadıkları her alana gönderiliyordu. On yıl boyuncu düzenli olarak yayımlandı. Fırat Ceweri’nin yönettiği Nûdem, Kürt dili bilincinin, Kürt edebiyatı bilicinin, Kürt alfabesi bilincinin gelişmesine çok büyük katkılar sağladı. Nûdem’in çeviri faaliyeti de oldu. Dünya edebiyatının önemli eserlerinin, önemli edebi yazıların Kürtçe’ye çevrilmesi amaçlanıyordu. Bu çabanın, çeviri çabalarının sürmesinde de büyük yarar var. Dünya edebiyatının temel eserlerinin Kürtçe’ye kazandırılması Kürtçe’nin gelişmesinde ciddi rol oynayacaktır. Doz Yayınevi’nin Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı, Cervantes’in Don Kişot eserlerini Kürtçe’ye kazandırması olumlu bir gelişmedir. Diyarbakır’daki Lis Yayınevi’nin “Dünya Edebiyatından Yüz Temel Eser” dizisi, çeviri çabaları bu bakımdan dikkate değer.
Homeros, İbn Haldun, Shakespeare, Cervantes, Moliere, Montaigne, Honere de Balzac, Victor Hugo, Goethe, Henrich Heine, Dostoyevsky, Tolstoy, Turgenyev, Gogol, Gançarov, Gustave Flaubert, Stendhal, Charles Dickens, Knut Hamsun, Henrik İbsen, Marcel Proust, Oscar Wilde, Jack London, Ednest Hemingway, Tagore, Willaam Faulkner, John Steinbeck, Şolohov, Gabriel Garcia Marquez gibi yazarların, düşünürlerin Kürtçe’ye çevrilmesi Kürt dilini zenginleştirecektir.
Türkçe yazan Kürt yazarları
Türkçe yazan Kürt yazarları epeyce vardır .Bunların Kürtçe’ye çevrilmesi de büyük önem arzetmektedir. Yaşar Kemal, Ahmet Arif, Orhan Kotan, Yılmaz Güney, Hasan Bildirici, Metin Aktaş gibi yazarların, roman ve şiirlerinin Kürtçe’ye kazandırılması gerekir. Ahmet Arif’in, Orhan Kotan’ın bazı şiirlerinin Kürtçe’ye çevrildiği biliniyor. Fakat bunların Kürtçe okunduğuna kişi olarak rastlamadım. Nedim Baran, cezaevinde düzenlenen gecelerde, Orhan Kotan’ın “Gururla Bakıyorum Dünyaya” kitabındaki, “Halkların Kardeşliği Adına” başlıklı destansı şiiri sık sık okurdu. Ama Kürtçe okuyana rastlamadım. Ahmet Arif’in kitabının yeni bir çevirisi yapıldı. Mükemmel bir çeviri olduğu söylenebilir. Orhan Kotan’ın yeni çevirileri de yapılmalıdır.
Ahmet Arif (1927-1991), üçlü gruplar içinde, dörtlü gruplar içinde, Kürtlere ilişkin duygularını ve düşüncelerini efkarlı bir şekilde dile getirirdi. Ama kamuya açık toplantılarda, basında, bunları dile getirmekten uzak dururdu. Ahmet Ağabey’le 1974-1975 yıllarında, Ankara’da, Zafer Pasajı’nda, Ümit Fırat’ın Barış Kitabevi’nde tanışmıştım. Daha sonra, çeşitli mekanlarda, farklı zamanlarda bir arada olduk. Şiirlerini içtenlikle okurdu. Türkçe olarak okurdu. Bazen ezik, bazen dirençli bir Kürt’tü. Hasretinden Prangalar Eskittim kitabını, Cem Yayınevi, “Türk Şairleri Dizisi’nde yayımlıyordu. Ahmet Ağabey, bu tutuma, “ben Kürt şairiyim” diye tepki göstermezdi. Bu konularla ilgili konuşmalarımız olmazdı.
Orhan Kotan ( 1944-1998 ) da Türkçe yazan bir Kürt şairiydi, bir Kürt düşünürüydü. Orhan Kotan düşünceleriyle, duygularıyla bir Kürt’tü. Basında, kamuya açık toplantılarda duygularını düşüncelerini sık sık dile getirirdi. Orhan Kotan’ın yaşamında, Komal-Rızgari, Kürdistan Presss dönemi belirleyici bir öneme haizdir. Yaşamının son yıllarında, Realite Pres diye 4-5 sayılık bir dönem de vardır. Bu ilk döneme göre bir sapmadır. Ama Orhan Kotan’ın yaşamını belirleyen ilk dönemdir. Orhan Kotan’dan geriye kalanlar ilk dönemden geriye kalanlardır. Bu ikinci dönem de elbette yok sayılamaz, kesip atılamaz. Ama, duygular, düşünceler, yaşam biçimi, duruş, direniş, ilk döneme daha uyarlı özellikler taşımaktadır. Türk edebiyatı incelemeleri yayımlayan hiçbir dergide, Orhan Kotan’ın “Türk şairi” olarak algılandığını görmedim. Hiçbir Türk şiiri antolojisinde Orhan Kotan’a yer verildiğini görmedim.
Hasan Bildirici, Ahlat’taki ailesiyle, yaşam öyküsüyle ilgili bilgiler vermektedir. Bir Türk aileye, Kürtlerden bir gelin geldiği zaman, sürecin nasıl geliştiği, incelenmeye değer bir konudur. Bu konuda, gelinin sınıfsal konumuna bakmak gerekir. Yoksul bir Kürt aileden, bir kız, bir Türk aileye gelin geliyorsa, bu, gelinin asimilasyon sürecini hızlandırıcı bir etki yaratır.
İleri gelen bir Kürt aileye, diyelim çevresinde etkili olan bir Kürt aşiretine, bölgede ileri gelen bir Türk aileden veya Türkmen aileden bir gelin geliyorsa, bu da Kürtlerin asimilasyonuna yol veren bir etki yaratıyor. Aile Türk veya Türkmen gelinleriyle iletişim, ilişki kurabilmek, dolayısıyla onun dilini öğrenebilmek için çok yoğun bir çaba harcıyor. Çevresinde etkili bir Türk aileden, bir Türkmen aşiretinden, yoksul bir Kürt aileye gelin gelmesi olayına ender rastlanıyor. Bu durumun çeşitli nedenleri olabilir. Bu durumda asimilasyon ters yönde gelişebiliyor.
Hasan Bildirici’nin anası, genç yaşında, Hasan bebekken ölmeseydi, Hasan, anasından, anasının ailesinden, dayılarından, teyzelerinden bir şeyler kapabilirdi. Hasan, ana tarafından çok baba tarafından, amcalarından, halalarından söz ediyor.
Anadil, Kadir Cangızbay Hoca’nın vurguladığı gibi, Mithat Sancar Hoca’nın da belirttiği gibi, öğrenmenin bilincine varılmayan, bunun için bilinçli bir çaba sarf edilmeyen, öğrenme sürecinin farkını varılmayan bir dil oluyor. Yemek yemek gibi, su içmek gibi, Bunun de iki önemli kaynağı var. Aile ortamı, ana-çocuk ilişkileri, sokak, çocuğun sokaktaki arkadaşlarıyla ilişkileri… Ahlat’ta nüfus dağılımının, mahallelere göre incelenmesi önemli olmalı. (Mithat Sancar, Lisan Bizi Nasıl Böler, Taraf, 3 Eylül 2009, s. 13)
Türkçe yazan Kürt yazarları, Kürt kültürünün, Kürdolojinin gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Bu yazarların Kürtçe’ye çevrilmesi, Kürt edebiyatında da önemli bir gelişme sağlayacağı açıktır. Uluslaşma sürecinde tercümenin çok büyük rolü vardır. Dünya edebiyatının, dünya düşün hayatının önemli eserlerinin Kürtçe’ye tercümesi, Kürtçe’nin, Kürt düşün hayatının zenginleşmesine katkı yapacaktır. Türkçe yazan Kürt şairlerini, Kürt yazarlarının tercümesinin ise, Kürtçe’ye çok daha büyük katkılar yapacağı kanısındayım.
Değinmeler
“Kürt Edebiyatı Üzerine” başlıklı yazıyla ilgili olarak Roşan Lezgin’den ve Recep Maraşlı’dan iletiler aldım. Yazının sonunda, “Kürtler açık kimlikleriyle yazmalıdır” şeklinde bir bölüm vardı. Roşan Lezgin bu görüşe karşı şöyle diyor: “Roşan Lezgin benim Kürtlük adım. Devletin bana verdiği isimi kabul etmiyorum. Kürtlük adımı kullanıyorum. “ Firat Ceweri, Roşan Lezgin, Berzan Boti, Malmisanij, Asa Zağrosi, Salih Agir Qoseri, Menice Brusk gibi isimler kanımca bilinen isimler. Bunlar Roşan Lezgin’in dediği gibi takma isimler değil, esas isimler, Kürtlük isimleri…
Kürt sorunu çok büyük bir sorun. Çözümü çok gecikmiş, geciktiği için de güçleşmiş bir sorun. 1920’lerde çözüm daha kolaydı. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan gibi, bir de Kürdistan mandası (sömürgesi) kurulsaydı, günümüze kadar böyle bir sorun gelmezdi. 85 yılı aşkın bir zamandır, sorun çapraşıklaşmış, çetrefilleşmiştir. Soruna müdahil olanların sayısı artmıştır. Bütün bunlar sorunun çözümünü zorlaştırıcı etkenler oluyor. O zaman 1920’lerden beri yaşanan bu süreci, yani Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla incelemek gerekir.
“Kürtler açık kimlikleriyle yazmalıdır” derken teknik bir konuyu dile getirmeye çalışıyordum. Bilgisayar, internet, şüphesiz çok yararlı bir alet. İletişim olanaklarının hızla gelişmesi Kürt yazarlarını da çoğalttı. Bu da güzel. Ama şöyle bir sakınca da gelişiyor. Bu da dikkatlerden uzak tutulmamalı. Yazarların bir kısmı takma isimler kullanarak, bazı yazarlara hakaret ediyor, onları aşağılıyor. Açık kimlikleriyle yazsalar bunları yapacaklarını hiç sanmıyorum. İnsanlar, bunları, ancak, kendini takma adlarla gizlediği zaman yapabilir. Eleştiri, özeleştiri elbette çok önemli yöntemler, vazgeçilmez yöntemler… Ama hakaret, aşağılama, bunların bilinçli olarak yapılması kabul edilemez.
Günümüze kadar çocuklara Kürtçe isimler koyamamaktan, Q,W,X, Ê harflerinin özgürce kullanılamamasından konuşuyorduk. Şimdi artık şöyle bir soru da gündeme geliyor. Türk, Heptürk, Tümtürk, Türkoğlu, Öztürk, Cantürk, Türkyılmaz, Türkgücü, Türker, Türkeri gibi soyadları daha çok Kürtlere veriliyor. Bunun yanında, Kaya, Deniz, Yıldız, Toprak, Demir, Bulut, Işık, Güneş gibi isimler ve soyadları da veriliyor. Çocuğuna Kürtçe isimler koymaya çalışan ana-babanın, devletin kendilerine verdiği isimlerle, soyadlarıyla ciddi bir sorunu olmaması dikkate değer bir konu oluyor.
Selim Çürükkaya, Aysel Çürükkaya, 1990’larda, PKK saflarında mücadele yürüten militanlardı. Çok fedakar ve vefakar bir mücadele yürüttüler. Ama, devletin kendilerine verdiği isimlerle bir sorunları olmamış. PKK’de böyle sorunlar yok... “Kürtlük adımı alayım. Mücadeleyi Kürtlük adımla sürdüreyim…” şeklinde bir anlayış yok. Aysel Çürükkaya ve Selim Çürükkaya kızlarının adına Soma Ma Diya koymuşlar. İşte esas Kürtlüğe dönüş, öze dönüş, kendi değerlerine dönüş burada başlıyor. Kürt sorunun çok büyük bir sorun., İnsan Kürtler hakkında daha çok şey bildikçe, öğrendikçe, sorunlar insanın bilincine daha çok çarptıkça, Kürtler hakkındaki bilgisinin ne kadar az olduğunu da fark ediyor.
Recep Maraşlı, bana gönderdiği yazıda, Osmanlı döneminde, daha sonra da Cumhuriyet döneminde, Türkçe’nin, İngilizce, Fransızca, İspanyolca gibi emperyal bir dil olarak algılanabileceğini, Türkçe yazan Kürtlerin bu ilişkiler çerçevesinde geliştiğini, onları da Kürt edebiyatı çerçevesinde değerlendirmek gerektiğini anlatıyor. Bu düşünceye karşı şöyle bir itiraz geliştirilebilir. Örneğin, Büyük Britanya. hiçbir sömürgesinde yerli dilleri inkar etmedi, onları imhaya yönelmedi. Bilakis onları geliştirmek için enstitüler kurdu. Örneğin, 1858 yılında, Hindistan’da, Sanskrit Entitüsü, Büyük Britanya tarafından kuruldu. Türkiye’nin, Kürtlere, Kürtçe’ye karşı temel politikası ise inkara, imhaya dayalı bir politikadır. Türkçe yazdığınız zaman devletin bu politikalarını olumlamış oluyorsunuz.
İsmail Beşikçi
http://www.kurdistan-post.com/Niviskar-op-viewarticle-artid-1917.html
| | | | Z.Dersim (şimdiye kadar 148 posta) | |
Hasan Bildirici-Beşikçi söyleşisi
İsmail Beşikçi
Tarih: 22 Ağustos 2009 Cumartesi
Beşikçi ile sohbet-Hasan Bildirici
1 Kasım 2008 Cumartesi
Epeyi zamandır değerli Hocam İsmail Beşikçi ile Kürt sorunu, tıkanıklıkları ve çözümü üzerine mektuplaşıyorduk. Daha doğrusu kendisine Kurdistan-Post okurları için bazı sorular yönelttik. Bu soruları yöneltip cevapları alırken bu durumun hüzünlü bir yanını keşfettim. Türk ırk devleti, Kürt halkına sadece stratejik düşmanlık yapmakla kalmıyor, Kürt özgürlüklerinin savunucusu dost ve arkadaşları birbirinin yüzüne hasret kılıyordu.
İsmail Beşikçi, Kürtlük üzerine değil; Türklük üzerine yazıyor olsaydı şu anda Türk ırk sisteminin bir numaralı kültür insanı ilan edilecekti. Kürtler üzerine yazdığı için en değerli onlarca yılı kendisinden gasp edildi. Dostları ve arkadaşlarıyla arasına engeller kondu.
Kürt halkının hak ve özgürlüklerinin savuncuları darmadağın edildi. Öldürüldü, zindanlara atıldı, sürgünlerde vatansız bırakıldı. Atalarımızın gömülü olduğu topraklar, bağımız, bahçemiz alçaklığın hüküm sürdüğü ölüm tarlaları haline getirildi. Son kez beşikte görüp ayrıldığımız kardeşlerimiz evlenerek saçlarını ağarttılar.
Türk devleti hakimiyeti altındaki yaşam, gerçekle düşün bir birine karıştığı kalıcı bir kabusa dönüştü.
Türk ırk sistemi aynı zamanda kendi kabuslarını da yarattı. Kürdistan’ı çevreleyen sömürgeci tel örgülerde tamiri olanaksız gedikler açan İsmail Beşikçi Kürtler konusunda Türk ırk devletinin kabusu halini aldı. Bir insan için ırkçılığın kabusu olmak en yüce insanlık payesi olsa gerek.
Yıllar önce bir film izlemiştim. İkinci Dünya Savaşı sonrasını anlatıyordu. Yaşlı, sevecen bir Yahudi, milyonlarca soydaşını ölüme götüren kaçak Nazi savaş suçlularının peşindeydi. Bu adam, Latin Amerika’nın gözden uzak köşelerine kaçıp sığınmış Nazi cinayet elemanlarının izini sürüp yakalatıyordu. Katiller estetik ameliyat dahil, her türlü tedbiri almışlardı. Kaçırdıkları paralarla mafya türü karanlık ve lüks bir hayat sürüyorlardı. Ama o yaşlı adamın varlığı, emirlerinde onlarca paralı koruma bulunduran katilleri ürpertiyordu. Oysa o yaşlı adamın kendini savunacak bir sopası dahi yoktu.
Katiller kaçıyor, o kovalıyordu.
Katiller sonunda tek tek korku ve panik içinde bu yaşlı adamın ayaklarının dibine düşüyordu.
Türk ırk devleti ve yöneticilerinin durumu Nazi savaş suçlularını anlatmaktadır.
Tepeden tırnağa suçludurlar ve Kürt kanına bulaşmışlardır.
Siyaset ne der bilinmez, ama Türk, Kürt veya başka ırk ve kültürden insanların bir arada yaşamasını bu kadar zorlaştıran ve onları birbirine düşman haline getiren devşirme Türk ırk sisteminin kabusları olacaktır.
Onların rütbe ve makam hırsızı katil ruhlarının bu dünyada huzur yüzü görmesine müsaade etmeyenler her zaman çıkacaktır. Onlar, sürekli tehdit edilen yaşamlarını bir gün, bu ırkçı güruhun ayakları altına atmaları gerektiğinde bundan çekinmeyeceklerdir. Ve onlar her defasında şu sözü onlarca koruma arasında gezen Kürt halkının düşmanlarının suratına her yerde haykıracaklardır:
“Hazine desteksiz, sürgün ve ölüm tehdidi altındaki korumasız halleriyle onlar sizden korkmamaktadırlar. Asıl siz bir sopası dahi olmayan o fikir cesuru insanlardan korkmaktasınız. ”
Bu sohbet aslında Kürt sorununu oyalayarak çürütmek isteyenlere de bir cevaptır.
Birkaç gün aralıklarla beş-altı bölüm halinde İsmail Beşikçi köşesinde yayınlanacak bu sohbette Beşikçi’nin her konuda görüş ve önerileriyle karşılaşacaksınız.
Bu uzun sohbet için bize zaman ayıran İsmail Beşikçi’ye ayrıca teşekkür etmek istiyorum.
******
(1)
Kardeşlik söylemi mücadeleye engel
Hasan Bildirici: Kürt sorunu her zamankinden daha yakıcı bir halde gündemde olmasına rağmen, Kürt taleplerinde bir gerileme var. Gerileyen Kürt talepleri midir yoksa Kürt sorunu mu?
Kürtler, Türk düşüncesiyle hareket ediyor
İsmail Beşikçi:Kürtlerin mücadelesi her zaman büyük bir mücadele olmuştur. Kürt mücadelesi günümüzde de büyük bir mücadeledir. Fakat Kürtlerin talepleri her zaman çok küçük kalmıştır. Günümüzde Kürt taleplerinde ciddi bir kısalma vardır. Bunun başlıca nedeni, kanımca, Kürtlerin, kendi akıllarıyla değil, Türk düşüncesinin, Türk solunun, Türk sağının, Türk dinsel akımlarının akıllarıyla hareket etmeleridir. Halbuki, Kürtler, Kürtleri, Kürdistan’ı, Kürtçe’yi kendi akıllarıyla değerlendirmek durumundadır.
1960’larda Kürtler Türk solu içinde örgütleniyorlardı. O zamanlar, Türk solunda, Türkiye İşçi Partisi ve Milli Demokratik Devrim anlayışı iki güçlü akımdı. Kürtler daha çok Türkiye İşçi Partisi’nde örgütleniyorlardı. Kürtler,1960’ların sonlarında, 68’ler Hareketi’nin cereyan ettiği günlerde, Türk solundan ayrılıp kendi örgütlerini kurma çabasına girdiler. Devrimci Doğu Kültür Ocakları bu örgütlerin başında gelir. Kürtlerin Türk solundan ayrılıp kendi örgütlerini kurma çabasına girmeleri şüphesiz Kürtlük bilincinin yükselmesiyle ilgili bir olaydır. Fakat, şöyle bir süreç de yaşanmaktadır. Kürtler, Türk solundan ayrılıp kendi örgütlerini kurma, örneğin, Devrimci Doğu Kültür Ocakları içinde örgütlenme gereğini duyuyorlar ama, Türk solunun kullandığı sloganları aynen kullanmaya devam ediyorlar. O sloganlardan kopuş yok. O dönemde, “Bağımsız Türkiye”, “emperyalizme karşı mücadele” kullanılan çok temel sloganlardı. Bu sloganlardan kopamama, Kürtlerin kendi akıllarıyla değil, Türk solunun, Türk düşüncesinin aklıyla hareket ettiğini gösterir.:
Birinci Dünya Savaşı sonlarına, 1920’lere, Kuvayı Milliye hareketi günlerine, Milletler Cemiyeti dönemine bakalım. O dönemde, en kalıcı, en kapsamlı emperyalist müdahale Kürtlere, Kürdistan’a yapılmıştır. Kürtler ve Kürdistan, ulusların kendi geleceklerini belirleme ilkesinin en coşkulu bir şekilde savunulduğu, yaşama geçirilmeye çalışıldığı bir dönemde bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. O dönemde, dünyaya nizam vermeye çalışan emperyalist güç Büyük Britanya idi. Fransa ikinci derecede geliyordu. Ama, büyük Britanya ile Fransa arasında çok büyük bir mesafe vardı. Fransa ikinci derecede geliyordu ama, Büyük Britanya’ya nazaran, dünyaya nizam verme etkisi, potansiyeli çok küçüktü. O dönemde çok dikkate değer bir süreç de Sovyetler Birliği yöneticilerinin anti-Kürt bir tutum içinde olmalarıdır. Kürdistan’ın ve Kürtlerin bölünmesinde, parçalanmasında ve paylaşılmasında Büyük Britanya ve Fransa rol sahibi iki büyük güçtür. Fakat bu süreçte, Moskova’nın da, Londra gibi, Paris gibi anti-Kürt bir tutum içinde olduğunu görmek gerekmektedir. Bir de şu var:
“Emperyalizme karşı mücadele” kavramını dilinden düşürmeyen Türk düşüncesi, Türk solu, Türk sağı, Türk dinsel akımları, Kürtlere ve Kürdistan’a dayatılan kimliksizleştirme sürecini görmemekte büyük bir ısrar içindedir. Kürtlerin, bu dönemi sağlıklı bir şekilde algıladıkları kanısında değilim. Bu dönem, Türk düşüncesinin, Türk solunun, Türk sağının, Türk dinsel akımlarının kavramlarıyla, terminolojisiyle kavranılamaz. Bu dönemi Kürtler kendi akıllarıyla kavramak, değerlendirmek durumundadır.
O dönemde, “düşmanın elinde esir olan Padişahı kurtarma”, İslamı kurtarma”, “İslamın, İslam ülkelerinin, düşmanın ayakları altında çiğnenmesine karşı olma”, gerek Mustafa Kemal tarafından, gerek Kuvayı Milliye tarafından, Kemalist hareket tarafından sık sık dile getirilen bir düşünceydi. Fakat, İslamın kurtarılmasına böylesine vurgu yapanlar, sıra, Kürtlerin haklarına, hukukuna gelince, Büyük Britanya ve Fransa gibi emperyal devletlerle bir olup Kürtlerin başına lanetli bir çorabın geçirilmesini sağladılar Bu da saptanması, izlenmesi gereken bir süreçtir. Bu süreci Kürtler, ancak, kendi akıllarını kullanarak kavrayabilirler. Türk düşüncesini, Türk solunun, Türk sağını, Türk dinsel akımlarının aklıyla, terminolojisiyle bu temel süreç kavranılamaz.
“Kardeşlik” anlayışı, mücadelenin yükselmesine engel
Türk düşüncesinin, Türk solunun, Türk sağının, Türk dinsel akımlarının aklıyla hareket edince “kardeşlik” gibi bir slogan belirleyici ve yönlendirici bir hale geliyor. Bu da Kürt taleplerinin kısılmasına neden oluyor. Bu “kardeşlik” anlayışı aynı zamanda mücadelenin yükselmesine de engel oluyor. Günümüzde “Türkiye Partisiyiz” anlayışı, “Çatı partisi kuruyoruz” çabaları bu sağlıksız kavrayışın ve değerlendirmenin devam ettiği anlamına gelmektedir. Türkiye’deki bütün partiler Türk partisiyken, Kürtlerin bir Kürt partisi kurmaktan kaçınmaları, “Türkiye partisiyiz” anlayışına sarılmaları hem mücadelenin yükselmesini engellemekte, hem de Kürt taleplerinin seviyesinin düşmesine neden
Devam edecek....
1 Kasım 2008 Cumartesi
*******
(2)
Kürtler güçlü bir şekilde özgürlük istemiyor
Hasan Bildirici: “Türk düşüncesinin, Türk solunun, Türk sağının, Türk dinsel akımlarının aklıyla hareket edince “kardeşlik” gibi bir slogan belirleyici ve yönlendirici bir hale geliyor.” Diyorsunuz. Fakat şöyle bir durum da var: Bütün bu etkilere rağmen bir an geliyor Kürtler bir isyan, bir direniş hareketi geliştiriyor. İsyan veya ayağa kalkış günlerinde talepler yüksek. Yüksek talepler etrafına Kürt toplumundan büyük bir kitlesel akım yöneliyor. İnsanlar neredeyse böyle dönemlerde canını kaldırımlara çarpıyor. Fakat mücadele uzadıkça, işaretlenmiş hedeflere ulaşılmadıkça mücadele bir kırılma, taleplerde bir gerileme, daha sonra da bastırılmış bütün isyanların ardından söylendiği gibi, “bir arada kardeşçe yaşama” siyaseti ağırlık kazanıyor... Bu tarz siyaset Kürtlerde genetik hal mi almış? Siyasetçileri mi beceriksiz? Yoksa zaman içinde Türk iktidar gücü yenilmezliğini Kürtlere kabul ettirmiş mi oluyor? Niye bu tekrar?
İsmail Beşikçi:Temel sorunun, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması olduğunu düşünüyorum. Bu, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın çok önemli sonuçlarından biridir. Kürtlerin, bu yıkıcı, çürütücü sürecin bilincine dört başı mamur bir şekilde ulaştıkları kanısında değilim.
Kürtleri yönetmek zor
Kürdistan’ın ve Kürtlerin bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını tasarlayanlar, yaşama geçirenler, örneğin, İngiltere, Fransa bu süreçten neler beklemiş olabilirler? Herhalde, şöyle düşünmüşlerdir: Kürleri yönetmek zordur. Bölünüp parçalandığı ve paylaşıldığı zaman, onları yönetmek kolaylaşır. Bölünüp parçalandığı, paylaşıldığı zaman, örneğin yeni kurulan Irak mandası (sömürgesi) ile Kürtler arasında durmadan gerginlik oluşur, çatışma çıkar. Çünkü Kürtler her fırsatta milli haklarını istemeye, elde etmeye kalkışacaklardır. Manda yönetimi bu hakları onlara vermediği zaman ise, gerginlik olacaktır Gerginlik zaman zaman silahlı çatışmalara da varabilir. İşte bu durumda, ayaklanmanın bastırılması için merkezi yönetim her zaman bize ihtiyaç duyacak, bizim yardımımızı isteyecektir. Bu da bizim Ortadoğu’daki varlığımızı sürekli ve gerekli kılacaktır. Öte yandan, böyle bir ayaklanma karşısında diğer parçalardaki Kürtleri yöneten devletler de bu ayaklanmanın bastırılması konusunda Irak yönetimine yardımcı olacaklardır. Böylece Kürtler, bu devletlerin müşterek operasyonlarıyla bastırılmaya çalışılacaktır. Bu devletler, Kürtlere karşı yürütülen müşterek operasyonların, ne anlama geldiğinin bilincine muhakkak ulaşacaklar ve Kürtlere göz açtırmamanın yolunu yordamını muhakkak bulacaklardır. Bütün bunlar Kürtleri yönetmeyi kolaylaştıracaktır.
Kürt isyanlarının bastırılmasında İngiltere’nin rolü büyük
Fiili duruma baktığımız zaman şunu görüyoruz. Örneğin, Irak’ta, 1920’lerde, 1930’larda, 1940’larda, Bağdat’taki hükümetle Kürtler arasında gelişen gerginlik çoğu zaman silahlı çatışmalara varmıştır. Bu çatışmalar, Kürt ayaklanmaları hep İngiltere’nin yardımıyla bastırılmıştır. Bu bastırmalarda İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin rolü çok büyüktür. Ortadoğu’da İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri en çok, Kürdistan’da kullanılmıştır.
Örneğin, zehirli gazlar, ilk olarak Kürtlerin bastırılması sürecinde, İngiltere tarafından kullanılmıştır. 1925 Kürt ayaklanmasındaysa, Kürtleri bastırmak için, Batı Anadolu’dan Diyarbakır’a sevk edilen ordu birliklerinin demiryolu aracılığıyla, Fransa mandası (sömürgesi) Suriye’den geçerek Diyarbakır’a ulaştığı bilinmektedir. Ağrı ayaklanmasının bastırılması sırasında İran ve Türkiye’nin nasıl işbirliği yaptıkları yine bilinmektedir. Kürtlerin, Ortadoğu’daki bu konumlarının bilincine ulaşmalarında büyük yarar vardır. “Kardeşlik” böyle bir konumu açıklayıcı bir kavram olamaz.
Kürtler güçlü bir şekilde özgürlük istemiyor
Kürtlerin güçlü bir şekilde özgürlük istedikleri, özgürlüklere vurgu yaptıkları kanısında değilim. Özgürlük, hak, hukuk parti programlarına, tüzüklere vs. elbette yazılmalıdır. Ama bu hiç yeterli değildir. İstekleri belirleyen, egemen ulusun basınına, kamuoyuna yapılan açıklamalardır. Burada da “kardeşlik” anlayışı her zaman ön planda oluyor. Siz, parti programına, tüzüklere yazdığınız maddelerle özgürlük isteyebilirsiniz. Programlar, tüzükler bunlara vurgu yapabilir. Fakat programlar hiçbir zaman yaşama geçmeyen, kolayca terk edilebilen hatta tersi yapılan ilkelerle, maddelerle doludur. Bu bakımdan egemen ulusun, devletin basınına, kamuoyuna yapılan açıklamalar daha belirleyicidir. Bu açıklamalarda hep “kardeşlik” ten söz edilmektedir.
Bu arada şu konuyu belirtmem gerekiyor. Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması dile getirilmeye çalışıldığı zaman, “Beşikçi 1920’lerde kalmış, bir türlü ileri gidemiyor” deniyor. Beşikçi ile ilgili eleştiriler arasında bir de bu var.. Bunun haklı bir eleştiri olduğu kanısında değilim. Şöyle bir açıklama yapılabilir: Birinci Dünya Savaşı sürecinde, İngiliz istihbaratıyla Arap lideri Şerif Hüseyin arasında, gizli görüşmeler yapılıyordu. Büyük Britanya Şerif Hüseyin’e büyük bir Arap imparatorluğu vaad ediyordu. Şerif Hüseyin bunun gerçekleşmesi için canla başla çalışıyordu. Osmanlı Devleti’ne karşı Arap ayaklanması bu süreç içinde gerçekleşti. Fakat savaş sonunda, Şerif Hüseyin’e, İngiltere tarafından, daha doğrusu İngiliz Gizli Servisi tarafında vaad edilen büyük Arap imparatorluğu gerçekleşmedi. Bunun yerine, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan gibi manda (sömürge) Arap devletleri kuruldu. Şerif Hüseyin’e vaad edilen büyük Arap İmparatorluğunun bir yerinde ileride kurulacak Yahudi devleti için yurt tahsis edildi. Mısır, Sudan, Libya, Tunus, Cezayir, Fas gibi ülkelerde Arap egemenliği değil, Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın egemenliği söz konusuydu. Beşikçi durmadan, Şerif Hüseyin’e vaad edilen büyük Arap imparatorluğu neden gerçekleşmedi diye İngiltere’yi eleştirse, sık sık bu konuları gündeme getirse, “Beşikçi 1920’lerde kalmış” denebilir. Böyle bir analiz yok. Çünkü Arapların durumu 1920’lere nazaran çok çok ileridir. Politik, ekonomik, toplumsal, kültürel ve askeri bakımlardan Araplar 1920’lere göre çok ileri bir durumdadır. Basra Körfezinden Fas’a kadar 22 bağımsız Arap devleti vardır. Kısa bir zaman içinde Filistin Arap devletiyle bu 23’e çıkabilir.
Kürtlerin durumu çok geride
Kürtlerin durumuysa, 1920’lere göre çok geridir. Kürtler ve Kürdistan bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Kürtler ve Kürdistan küçücük bir siyasal statüye sahip değildir. Sömürge bile değildir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde şu veya bu şekilde özerk yaşayan Kürtler Cumhuriyet’le birlikte inkar ve imha politikalarının hedefi olmuşlardır. 1910’larda, İstanbul’da, Kürtçe dergi, Kürtçe gazete çıktığını bilen-gören İttihatçılar, Kemalistler, Cumhuriyet döneminde, “Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürt diye bir halk yoktur”, “Türkiye’de sadece Türkler etnik haklar isteyebilir, Türk olmayanların tek hakkı vardır, o da Türklere hizmetçi olma hakkıdır” demeye başladılar. 1920’lerin, Milletler Cemiyeti döneminin Kürt sorunu açısından analiz edilmesi bu bakımdan önemlidir. Bu kaçınılmaz bir görev olmalıdır.
O zaman temel sorulardan biri şu olmalıdır. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Irak mandası (sömürgesi) Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan mandaları kurulurken, neden bir Kürdistan mandası kurulmamıştır? Neden Kürdistan mandası kurulmamış ama, Kürtler ve Kürdistan, yeni kurulan Irak ve Suriye mandaları, Türkiye ve İran arasında paylaşılmıştır? Kürtler ve Kürdistan konusunda bu yaşamsal bir soru olmalıdır.
Mandalar, Birinci Dünya Savaşı sonunda, yenilgiye uğrayan Alman İmparatorluğu’nun ve Osmanlı İmparatorluğu’nun (İttifak devletleri) sömürgelerinin, yenen devletlerce (İtilaf devletleri) yani, İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından paylaşılmasıyla oluşan yönetimlerdir. Osmanlı Devleti denetimi altındaki topraklarda oluşturulan mandalara A tipi mandalar denirdi. Batı ve Doğu Afrika’daki Alman sömürgelerinin paylaşılmasıyla B tipi mandalar oluşturuldu. Alman Güneybatı Afrika’sı ve Pasifik adalarının oluşturduğu mandalara ise C tipi mandalar deniyordu.
3 Kasım 2008 Pazartesi
******
(3)
Barzani'nin bağımsızlık talebi yerinde
Hasan Bildirici: Kürdistan'ı bölüp parçalayan ve sorunu çözümsüz kılan bir sürü Uluslararası müdahale var. Bunları yukarıda sıraladınız. Bu müdahalelerden sonra, Kürtler üzerinde bir dörtlü tutsaklık zinciri oluştu. Amerika'nın Irak'a müdahalesiyle Saddam rejimi yıkıldı. Fakat buradan da bağımsız ve özgür bir Kürdistan çıkmadı. Belki Kürtler istedi, ama ABD öncülüğündeki uluslararası güçler Türkiye'nin ve Arap ülkelerin isteğini göz önüne alarak Irak'ı yine kilitledi, üç benzemezi veya az benzeyeni; Şii, Sunni ve Kürtleri aynı devlet potası içinde eritme yolunu seçti. Amerika beş yıldır tüm gücünü Irak'ın birliğini ayakta tutmak için harcıyor, ama o da ekonomik kriz eşiğine geldi. Öyle görünüyor ki, Kürdistan'ın dört parçadaki sorunun çözülmesi için, ABD öncülüğündeki Batı güçleri Türkiye, Irak, Suriye ve İran'ı Balkanlara çevirmeden bu işin içinden çıkamayacaklar. Sanki dört parçadaki Kürt sorunu Ortadoğu'daki dünya savaşının zemini haline gelecek. Kürt sorununda hiç kimse henüz asıl kozlarını oynamadı gibi geliyor bana... Siz geleceğin Ortadoğusun'da Kürtlere nasıl bir rol biçiyorsunuz? Amerika'nın Kürt sorununda nihai hedefi ne olabilir?
PKK ve diğer Kürt örgütlerinin Kürdistan için istikrarlı bir talebi olmamıştır
İsmail Beşikçi:Kürtler yakın gelecekleriyle ilgili olarak siyasal taleplerde bulunmak durumundadır. Kültürel talepler, kardeşlik söylemi, Kürtlerin bir şey istediği anlamına gelmiyor. Türkiye, Kürtlerin siyasal isteklerine karşı çıkabilir, isteklerin içini boşaltmaya gayret edebilir, isteklerde bulunanlara baskı uygulayabilir. Bunların belirleyici olduğu kanaatinde değilim. ABD’nin ikircikli davranması, AB’nin Türkiye yanlısı, Kürt karşıtı politikaları da belirleyici değildir. Belirleyici olan Kürtlerin siyasal isteklerini kararlı bir şekilde ileri sürmeleridir. Kürtler derken, birinci planda Kuzey Kürtlerinden söz ettiğim herhalde anlaşılıyordur, ama, Güney Kürtlerini de analize katmak gereği ortaya çıkabiliyor, bu da açık. Kuzey Kürdistan’da, Kürtlerin böyle kararlı, istikrarlı bir siyasal istemi olmamıştır. Ne PKK’nin, ne de PKK dışındaki örgütlerin böyle bir istemi olmamıştır. Kürtler kendileri için bir hak, siyasal bir hak istemiyorlar, daha çok hasımlarını rahatlatacak açıklamalar yapıyorlar. “Kürt devletine gerek yoktur, Kürt devleti en çok Kürtlere zarar verir” gibi… Kürtler barış istediklerini vurguluyorlar, halbuki eşitlik istemeleri, bu istemlere vurgu yapmaları gerekir.
“Kardeşlik” anlayışı, bu istemlerin önüne geçen, bu istemleri boğan bir anlayıştır. Kaldı ki, devlet her zaman, “kardeşlik” ileri süren Kürtlere şunu ima etmeye çalışıyor. “Durmadan kardeşlik deyip duruyorsunuz, o zaman neden büyük ağabeyinizi dinlemiyorsunuz?”
En büyük engel Türkiye
Kişi olarak Kürtlerin geleceği konusunda iyimserim. Güney Kürdistan’da Kürt Federe Devleti’nin zamanla ete-kemiğe bürüneceği kanısındayım. Irak, elbette sun’i bir devlettir. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, emperyal Büyük Britanya’nın, girişimleriyle üç benzemez siyasal kategori devletin zorlayıcı baskı araçlarıyla bir arada tutulmaya çalışılmıştır. Bunun sürekli olması, 1920’lerde kurulan bu anti-Kürt statükonun hiç değişmemesi istenmektedir. Arap yaşam biçimiyle Kürt yaşam biçimi, yaşam değerleri birbirinden çok farklıdır. Şii Arapların ve Sünni Arapların yaşam biçimleri, değerleri ve ülküleri birbirine benzeyebilir, ama Kürt yaşam biçimiyle bunların arasındaki fark çok büyüktür. Bugün bu üç benzemezi, bir merkezi otorite bünyesinde tutmaya çalışan yegane güç Türkiye’dir. Kanımca, Irak’ın kendisi bile, örneğin Şii Araplar ayrı bir Kürt devletini makul karşılayabilmektedir. Türkiye, her niyetini, her projesini yaşama geçirmek için yeterli maddi ve politik güce sahip değildir, ama başkalarının niyetlerinin ve projelerinin yaşama geçmesini her zaman engelleyebilir, bu ABD’nin niyetleri ve projeleri de olsa…Ama, Kürtlerin siyasal istemlerini kararlı bir şekilde dile getirmeleri, Kürtlerin doğal haklarına durmadan vurgu yapılması, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarının kararlı bir şekilde savunulması Türkiye’nin inkarcı ve imhacı politikalarını aşacak güçtedir.
Barzanin’nin bağımsızlık talebi yerinde
Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin, “Kürt Devleti kurmak Kürtlerin doğal hakkıdır”, “Bağımsız Kürdistan doğal hakkımızdır” söyleminin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Mesut Barzani’nin bu görüşü zaman zaman dile getirmesi dikkate değer bir durumdur. Bu, gelişigüzel bir düşünce açıklaması, herhangi bir düşünce açıklaması değildir, hukuk tarihinde, siyasal düşünceler tarihinde ve devlet nazariyeleri tarihinde sağlam düşünsel temelleri, sağlam düşünsel dayanakları olan bir görüştür. Doğal olan aynı zamanda doğru olandır. Doğal olana karşı olma, insani olana karşı olma anlamına gelir. Doğal hakkın, doğal hukukun zıddı olan reel hukuktur, yani pozitif hukuktur. Pozitif hukuk, reel hukuk ise, inkarı, imhayı, katliamları soykırımları meşrulaştırmaya çalışan bir hukuktur. Bu iki anlayış arasında derin bir çelişki olduğu açıktır. Kürtlerin kararlı, istikralı tutumları, istemleri bu çelişkileri aşacak, reel hukuk anlayışını deşifre edecek, hükümsüz kılacak güçtedir.
Doğal hukuk, kişinin doğumla birlikte kazandığı, sahip olduğu haklardır. Bu haklar tartışılamaz, dokunulamaz, baskı altına alınamaz, devredilemez, engellenemez haklardır. Kişinin doğal hakları, sadece bireysel hakları kapsamaz, kişilerin bir arada yaşamalarından dolayı ortaya çıkan hakları yani kolektif hakları da kapsar. Buna da halkların, milletlerin hakları denebilir. Hukuk tarihinde, siyasal düşünceler tarihinde Locke, Rousseau ve Kant’ın düşünceleri bu bakımdan önemlidir.
Hukuk tarihinde doğal hukukun, tabii hukukun büyük bir yeri vardır. 1689 İngiliz Yurttaşlık Hakları Bildirisi, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, 1789 Fransız İnsan Hakları Bildirisi, 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi, doğal hak, doğal hukuk anlayışının yaşama geçmiş pratikleridir. Bu anlayış şüphesiz Kürtleri de özgürleştirecektir. Mesut Barzani’nin bu yoldaki açıklamaları dikkate değerdir.
Devletin, özgürlükleri kısıtlayıcı bir siyasal yapı olduğu söylenebilir. Fakat çok ağır mağduriyetler, yoksunluklar yaşayan , darmadağın edilmiş, kendilerini değil hep başkalarını yaşamış Kürtler için, kendileri için değil, hep başkaları için yaşamış Kürtler için, devletin gerekli olduğu şüphesizdir. Derlenip toparlanabilmek için bu kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Kürtlerin malları yağma edilecek
“Bir arada yaşamak”tan, “et-tırnak gibi birlikte olmak”tan, “kardeşlik”ten söz ederken, 30 Eylül 2008 tarihinde, Balıkesir’in Altınova beldesinde cereyan eden olayları da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bu olaylar sırasında, Kürtler, Kürtlerin işyerleri ve evleri saldırıya uğramış, onlarca ev, işyeri yakılmış yıkılmıştır. Market sahibi bir Kürt, bir tır dolusu malının yağmalandığını, tahrip edildiğini anlatıyordu. 30 Eylül’ün Ramazan Bayramı’nın ilk günü olduğunu da hatırlamak gerekir. Ertesi gün yani 1 Ekim 2008 de, Altınova’da, Kürtlerin aleyhine yürüyüş ve mitingler gerçekleşti. Yürüyüşlere ve mitinglere katılanlar, “Altınova bizimdir, bizim kalacaktır” sloganını içeren pankartlar taşıyorlardı ve bu sloganı sık sık bağırıyorlardı. Bu, ne anlama geliyor? Altınova’da yaşayan Kürtlerin, uzun zamandır orada yaşadıkları dile getiriliyor. 30 yıla yaklaşık bir zamandır orada yaşayan aileler var. Demek ki Kürtler iş kurmuşlar, ev-işyeri sahibi olmuşlar, toprak satın almışlar. Buysa, orada yaşayan Türk kökenli, Balkan kökenli ailelerin gözüne geliyor. Demek ki, Kürtleri rahatsız edip, huzursuz edip oradan kaçırtmanın, orayı terk ettirmenin yolları aranıyor. Kürtler oradan kaçırtıldığı zaman, şu veya bu şekilde oradan uzaklaştırıldığı zaman topraklarına, mallarına-mülklerine el konulacak. Kütlerin malları-mülkleri yağma edilecek…
İnternette, google’da, 2 Ekim 1908 tarihli haberler çok dikkat çekiciydi. Google’un Altınova maddesinde. “doğu kökenliler” den, “doğu kökenlilere yapılan saldırılar”dan söz ediliyordu. “Doğu kökenliler” kavramı haberlerde, haber yorumlarda sık sık kullanılıyordu. Bir okuyucu “Doğu kökenliler” kavramının kullanılmasına şu şekilde itiraz ediyor. “Doğu kökenliler, doğu kökenleler deyip duruyorsunuz. Altınova halkını bize karşı kışkırtıyorsunuz. Ben de doğu kökenliyim, Erzurumluyum ama Türküm. Doğu kökenliler derken bizi hedef gösteriyorsunuz. Doğu kökenliler yerine Kürt sözünü kullanın, böylece hedef kitleyi daha iyi belirlemiş olursunuz.” Balıkesir Valisi Kürtlere saldırıları doğal karşılamış, Demokratik Toplum Partisi milletvekillerinin şehre girmesine engel olmuştu. Gazetecilerin konuşmaya çalıştığı bazı Kürtler de, “abartmayın bu geçici bir olaydır” diyorlardı. Bu Kürtler, “kardeşlik” söylemine fazla inanmış olacaklar. Hem dayak yemişler, hem de “abartmayın” diyorlar.
Kürdistan’daki köklerden kopmak yanlıştır, tapular bir anlam ifade etmeyebilir
Bu, Kürtlerin, dört bir taraftan, çok ağır saldırılarla, kışkırtmalarla karı karşıya olan bir zeminde yaşadıklarını göstermektedir. Bu tür saldırıların Hadırlı’da, (Adana, Seyhan ilçesi), Ödemiş’te, Denizli’de, Datça’da, Manisa ‘da vs. de de gerçekleştiği biliniyor. Burada, Kürtlerin bir yanlışına da değinmek gerekir. Kürdistan’daki bütün malını-mülkünü, taşınmazlarını satıp batı illerine yerleşmek, Kürdistan’daki kökünü tamamen koparmak yanlıştır. Batı’da güvenli bir yaşam yoktur. Türk iş sahipleri artık Kürtlere kolay kolay iş vermemektedir. Aileler evlerini Kürtlere kiraya vermemeye çalışmaktadır. Batı’da edinilmiş mal-mülk için de güvenli bir gelecek yoktur. Yağma ve talan zihniyeti karşısında tapular hiçbir şey ifade etmeyebilir. Yukarıda dile getirmeye çalıştığım market sahibinin PKK ile falan bir ilişkisi yok. Kürtlükle bile ilişkisi kalmamış. Hatta bunlara karşı…Fakat devletin konudaki tavrı şudur: “Sen Kürt olduğunu unutmuş olabilirsin, ama ben unutmam. Şimdi benim için bir tehdit unsuru olmayabilirsin, ama ileride …? Son yıllarda, gerillaya yeni katılımlardan söz ediliyor. Bu katılımların Kürdistan’dan çok Batı illerinden ve Avrupa’dan gerçekleştirilmesi büyük bir olasılıktır
Ege ve Marmara bölgelerine şu veya bu nedenlerle yerleşmiş Kürtlerle bu yörelerde yüz yıla yakın bir zamandır oturan Türklerin siyasal kültürü ve beklentileri arasında çok büyük farklar vardır. Kürtler devletin demokratikleşmesini, insan haklarına riayet etmesini, insan hakları anlayışının güçlenmesini istemektedirler. Bu yörelerde oturan Türklerin ise insan hakları diye bir sorunu yoktur. Bunların önemli bir kısmı devletin otoriter olmasını, totaliter olmasını istemektedir. Otoriter, totaliter devletin kendilerine daha iyi hizmet edeceği kanısındadır. Bu Türk kitlelerin büyük kısmı 1912’de Balkan yenilgisinden sonra, Balkanlardan Anadolu’ya göçenler olduğu biliniyor. Bunların bir kısmı 1915’deki Ermeni soykırımına da katılmış olabilir. Göçertilen Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmazların önemli bir kısmının da bu insanlara, bu ailelere verildiği yine bilinen bir durumdur. Kürtlerin geleceğe ilişkin beklentileriyle bu Türk kitlelerin geleceğe ilişkin beklentilerinin çok zıt olduğu açıktır. Bu nedenlerle, “bir arada yaşama” artık, Kürtler için gittikçe zorlaşmaktadır. Bu, nüfus yoğunluğu az olan mahallerde, beldelerde özellikle böyledir.
6 Kasım 2008 Perşembe
*****
(4)
Kürtler fiili olarak kazanacaktır
Hasan Bildirici: Türklerle Kürtlerin bir arada yaşaması zorlaşıyor diyorsunuz. Bu görüşü doğrulayan bir çok örnek var bir önceki cevap içinde. Bir zamanlar bu topraklarda Rumlar ve Ermeniler de vardı. Bugün Kürtlere yapılanların aynısı geçmişte onlara da yapılmıştı. Bu demektir ki, Türk ırkçılığına dayalı devlet sisteminin böyle bir özelliği var. Nüfusla birlikte şehirleri, kasabaları, köyleri ve mülkiyeti de Türkleştirmek... Bun da en çok da Türklük iddiasında olan göçmenleri kullanıyor. Göçmenlik arayıştır, alan edinmek için yerlilerden daha atılgan ve fanatik davranmaktır. Hele bu Türk göçmenler için daha çok böyledir. Türkiye’nin dört bir tarafındaki ırkçı saldırılara rağmen Kürt siyasetçileri ve aydınları çok iyimser. Belirttiğiniz gibi hala kardeşlikten söz ediyorlar... Bu durum bana biraz, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar bize saldırmaz diyen Rusların durumunu hatırlatıyor. Hitler birlikleri öyle ani bir saldırılar başlatmışlardı ki, binlerce kilometrelik alandaki Rus askerleri ve silahları bir santim bile kıpırdamadan yerle bir olmuştu. Bir gün sanırım Kürtler Türk ırkçılığı karşısındaki iyimserliğin bedelini ağır ödemek durumuyla karşı karşıya kalabilirler. Batı illerindeki servetlerini kaybettiklerinde, Kürdistan yoksulluğu onları ne kadar sarıp sarmalayabilir?.. Aslın da bunun da cevabını vermişsiniz. Kürtlerin Kürdistan’dan kopmaması ve batı illerindeki varlıklarına çok umut bağlamamaları gerekir diyorsunuz. O zaman şöyle bir soru çıkaralım buradan: Türk devletinin Kürt sorununu çözme niyet ve yeteneği yok. Hiçbir zaman da olmayacak. Yani Kürt sorununu uluslar arası koşullar mı çözecek artık? Türk sisteminin çözüm güç ve niyetinden Kürtler kesinlikle umut kesmelidir diyebilir miyiz?
Kürtlerin kazanımları fiili kazanımlar olacaktır
İsmail Beşikçi:Türk devletinin Kürt sorununu çözme niyeti yok. Niyet olmadığı için bu konuda yetenek geliştirmesi de söz konusu değil. Kürtlerin kazanımları fiili kazanımlar olacaktır. 20-25 yıl öncesini düşünelim. Kürtler ve Kürtçe inkar ediliyordu. Kürtler, Türk; Kürtçe, Türk dilinin ilkel bir şivesi sayılıyordu. Aksini iddia etmek, yazmak, konuşmak çok ağır idari ve cezai yaptırımlar getiriyordu. Ama gerilla mücadelesi sürecinde, devlet artık bu tür iddialarda bulunamıyor. Kürtler artık fiilen kabul ediliyor. Bu artık, fiili bir kazanımdır. Devlet artık, bu tür yazıları, konuşmaları, iddiaları görmezlikten, duymazlıktan gelmektedir. Yine bu mücadelenin bir aşamasında, Ekim 1991 de, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz” demişti. Süleyman Demirel bunu sadece bir defa söylemiş olsa da, bu sözün bu kabulün gereklerini hiç yerine getirmemiş olsa da, bunun, Kürt-Türk ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Mücadelenin boyutlanması ise fiili kazanımı daha da güçlendirmiştir.
Türk devleti Kürtlerle masaya oturmaz
Devletin Kürtlerle, Kürtlerin temsilcileriyle masaya oturması, soruna birlikte çözüm aranması mümkün görünmemektedir, kanısındayım. Çünkü, Kürtler, dünyada bir eşi daha bulunmayan inkarcı, imhacı ve ırkçı bir politika ile, sistematik bir uygulamayla karşı karşıyadır. Bir Kürt’ün kendisine “Kürdüm” demesini devlet, Türlüğe hakaret, devlete hakaret olarak algılamaktadır. Dünyanın başka bir yerinde, ulusal kurtuluş mücadelelerinde, toplumsal mücadelelerde, Kürt-Türk ilişkilerindeki bu inkarcı duruma rastlamak mümkün değildir. Bu ifadenin bir abartma olarak değerlendirilmemesi gerekir. Bu bakımdan, Kürtlerin kazanımları fiili kazanımlar olacaktır. Bu da başta Kürt diline sahip çıkmak, Kürtçe’yi işlevsel bir hale getirmekle mümkün olacaktır. En sağlıklı çözüm arayışı Kürtçe’ye sahip çıkmaktır. Daha ileri çözümlere yol açacak tek yol budur. Geçen yıl Diyarbakır’da, Sur Belediyesi çok dillilik çalışmalarından dolayı, idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya kaldı. Belediye Başkanı görevden alındı. Kürtlerin yönettiği bu tür belediyeler çoğaldığı zaman, çok dillilik benzeri çalışmalar çoğaldığı zaman bu hak da fiilen kazanılma yoluna girebilir. Bu tür çalışmalarından dolayı, başka belediyeler de idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalabilir. Ama, Diyarbakır’da, Mardin’de, Van’da, Hakkari’de, Muş’ta, Bitlis’te, Ağrı’da, Batman’da, Bingöl’de vs. bu girişimler çoğaldığı zaman, sivil itaatsizlik eylemleri geliştiği zaman, devletin bu süreçte davalarla baş etmesi zorlaşacaktır. Devletin bütün engellemelerine rağmen, fiilen kazanılmış bir hak, daha sağlam, daha kalıcı olmaktadır.
Mahalli idarelerde, örneğin belediyelerde, Kürtlerin ağır basmasının çok önemli olduğu kanısındayım Hasan. Bunun, Ankara’da, TBMM’de Kürtlerin temsil edilmesinden daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun için belediye seçimlerine önem vermek, iyi hazırlanmak gerekir .
Dış güçler çözüm sağlayamaz
Dış güçlerin, örneğin, uluslar arası kurumların Kürt sorununu çözmek için girişim başlatması kanımca olası görünmemektedir. Bu, doğru da değildir. Bu, uluslar arası kurumların anti-Kürt yapılarıyla yakından ilgilidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyeti’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler de anti-Kürt bir yapıya sahiptir. Milletler Cemiyeti döneminde kurulan statüko, Birleşmiş Milletler döneminde daha da olumsuz bir yapıya büründürülerek korunmaktadır. Birleşmiş Milletler, Milletler Cemiyeti döneminden gelen birçok olumsuz yapıyı düzeltmiş, değiştirmiştir. Ama, Ortadoğu’nun ortasında kurulun statüko, yani Kürdistan’a yönelik statüko değiştirilmemiştir, aynen korunmaktadır. Öte yandan, Kürtlerin bu yoldaki söylemleri de sağlıklı değildir. “Bir şey istemiyoruz, sınır çizmek, bayrak vs. düşünmüyoruz, kardeşçe bir arada yaşamak istiyoruz” söylemleri uluslar arası kurumları, uluslararası güçleri Kürtlerin lehine harekete geçirmez.
Türk devleti ırkçıdır
Dikkat edersen, Türk devleti için, inkarcı, imhacı sıfatları yananda, ırkçı sıfatını da kullandım değerli Hasan. “Irk devleti” diyerek sen de bu kavramı kullanıyorsun ve çok isabetli kullanıyorsun. Burada, bu kavramla ilgili küçük bir açıklama ve değerlendirme yapma gereğini duyuyorum. Türk düşüncesi, Türk aydını, devletin, ırkçı olmadığını ısrarla ileri sürerler. “Irkçı devlet asli tebaası, yani asli uyruğu saydığı insanlarla ‘ötekiler’ arasına, asli uyruğu ile daha ‘düşük’ dediği ‘ırklar’ arasına aşılmaz duvarlar koyar. Böylece ‘ötekiler’in, asli uyruğu ile karışmasını önler. Türkiye’deyse böyle bir durum yoktur. Bilakis halkların birbirine karışması teşvik edilir.” denir. Bu çok yaygın bir görüştür. Türk sağı, Türk solu, Türk liberali, Türk siyasal İslamı bu görüşü yoğun bir şekilde destekler. Üniversite, yargı gibi devletin temel kurumları, basın, sendikalar, siyasal partiler, genel olarak sivil toplum kurumları, yine bu görüşü destekleyen tavır ve davranışlar sergiler. Bu oturmuş, geçerli, toplumda çok büyük kabul görmüş düşünceyi irdelemekte yarar vardır.
1960’larda, 1970’lerde. 1980’lerde, Güney Afrika için, “dünyanın en ırkçı devleti denirdi. Burada beyaz yönetim yerlilere şöyle söylüyordu: “Sizin renginiz siyah. Siz bizim içimize, beyazların içine karışmayın. Sizin mahalleleriniz, okullarınız, hastaneleriniz, parklarınız, otelleriniz, plajlarınız, eğlence yerleriniz ayrı olsun.” Bunun için “Bantustan” denen, dikenli tellerle çevrili çok geniş alanlar kurmuşlardı. Yerliler buralarda yaşıyorlardı. Ama özerkliklerini koruyarak yaşıyorlardı. Dikenli tellerle çevrili bu geniş alanlarda fiziki altyapı çok yetersizdi. Su, elektrik sık sık kesilirdi. Kanalizasyon sistemi çok olumsuzdu. Yollar, okullar, hastaneler, konutlar pek çok olumsuzluk içeriyordu. Fakat buralarda yerliler özekliklerin koruyarak, kendileri olarak yaşıyorlardı. Beyazlarla yerliler arasında aşılmaz duvarlar vardı. Buna Apartheid sistemi deniyordu.
1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde, ABD’de de benzer bir sistem vardı. Zenciler, beyazların girip çıktığı kahvehanelere giremezlerdi. Zencilerin çocukları beyazların çocuklarının devam ettiği okullara alınmazlardı. Beyazlarla zenciler arasındaki duvarlar aşılmazdı.
1990’larda ne oldu? Güney Afrika’da, yerlilerin kararlı mücadelesi sonunda, Afrika Ulusal Kongresi Lideri Nelson Mandela, cezaevinden çıkarıldı. 1994 yapılan seçimler sonunda Cumhurbaşkanı oldu. Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan beyaz yönetimin lideri De Klerk cumhurbaşkanı yardımcılığına, Nelson Mandela’nın yardımcılığına getirildi. Dikenli tellerle çevrili, Bantustan denilen ve fiziki alt yapısı çok olumsuz alanlarda yaşayan, fakat kendileri olarak ve özerkliklerini koruyarak yaşayan yerliler başarıya ulaşmışlardı. Burada, “dünyanın en ırkçı devleti” denilen yerde, resmi görüşün nasıl esnek olduğuna da dikkat etmek gerekir. Afrika Ulasal Kongresi Lideri Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan yönetimin, 1994’den sonra, O’nun yardımcılığını kabul etmesini, başka türlü nasıl değerlendirmek gerekir? 1960’llarda, 1970, lerde, 1980’lerde, Afrika Ulusal Kongresi’nin terörist bir örgüt, Nelson Mandela’nın da bir terörist olarak kabul edildiği biliniyor.
Türkiye’de durum nasıl? Kürtlerin yaşantılarında, beklentilerinde bir değişiklik oldu mu? İnkarcı, imhacı ve ırkçı görüşler hala, Türk siyasal hayatının temel görüşleridir. Kürtlere söylenen şudur: “Türklüğün değerlerini kabul edersen, Kürtlükten tamamen koparsan, örneğin Türkçe öğrenir konuşursan, Kürtçe’yi kamu hayatının tamamen dışına atarsan, kapılar sana açıktır. Türklüğün değerlerini kabul ederek, bu değerleri yaşayarak kamu yönetiminin bütün alanlarında görev alabilirsin, kamu yönetiminde, devlet bürokrasisinde yükselebilirsin. Kendi özel işini kurup geliştirebilirsin. Ama, Kürt kalarak, Kürtlüğün değerlerini koruyarak, bunlar için mücadele ederek hiçbir kazanç elde edemezsin.” Bu bakımdan bu söylemi, aslında bir dayatma olarak kabul etmek gerekir. Türk düşüncesi, Türk aydını, devletin ırkçı olmadığını, birlikte yaşamanın söz konusu olduğunu, Kürtlerin, Türklerin birbirine karıştığını söylüyor ama, bunun temel koşulundan söz etmiyor. Daha açık bir ifadeyle Kürtlere dayatılan şudur: “Sen benimle birlikte yaşayacaksın, ama bana benzeyerek yaşayacaksın. O ilkel dili, o ilkel değerleri unutacaksın. Başka seçeneğin yoktur.” Türkiye’de hızla değişen bir toplum hiç değişmeyen bir resmi ideoloji ile yönetiliyor. Soruların temel kaynağı budur.
Türk ırkçılığı ağır bir ırkçılıktır
Kişi olarak, “sen benimle birlikte yaşayacaksın, ama bana benzeyerek yaşayacaksın, o ilkel dili, değerleri unutacaksın, başka seçeneğin yok” ırkçılığının, “sen benim dışımda yaşa, benim içime karışma” ırkçılığına göre çok daha ağır, çok daha çürütücü olduğunu düşünüyorum. Çünkü yerliler,”dünyanın en ırkçı devleti” denen yerde, “kendileri” olarak yaşamışlar, “kendileri” olarak mücadele etmişler, başarıya ulaşmışlardır. Kürtler ise “kendileri” olarak değil, hep devletin istediği biçimde, egemen devlet için yaşamışlar, “kendileri” olarak hiçbir şeyin, hiçbir değerin sahibi olamamışlardır. Kürt değerleri bu süreçte çürümeye yüz tutmuştur. Halbuki doğal olan, insani olan, doğru olan kişilerin, toplumların, “kendileri” olarak yaşamalarıdır. İnsani olan, doğal olan, doğru olan budur.
Kürtlerin Türklerin için karışması neden isteniyor? Elbette asimilasyon için. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, devletin, Cumhuriyet’in, temel politikalarından biridir. Devlet, Kürtlerin asimilasyonunu sağlayabilmek için ekonomik, politik, toplumsal, kültürel her önlemi almakta, uygulamaktadır. Bulgaristan’daki Türklerin, Batı Trakya’da ki, Kerkük’deki Türklerin, Kuzey Kıbrıs’taki, Kosova’daki Türklerin, Almanya’daki Türk işçilerinin asimilasyonuna kaşı çıkan devlet, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirmek için yoğun bir çaba içindedir.
“Kendileri” olarak yaşamanın nasıl değerli olduğunu, Türk düşüncesi, Türk aydını, 1985-1988 arasında, Bulgaristan’da, isim değiştirme sürecinde göstermiştir. Bu yıllarda, Bulgaristan yönetimi, orada yaşayan Türklere, Türk azınlığa, “eğer Türk ismini bırakıp Bulgar ismi alırsanız yaşamınız kolaylaşır. Bulgaristan Komünist Partisi’nde ve Bulgaristan devlet yönetiminde yer alır, bu yönetimlerde yükselme olanakları bulursunuz. Aksi halde, Bulgaristan’daki yaşamınız çok zorlaşır” diyorlardı. Bulgaristan yönetiminin Türk azınlığa bu dayatması, başta Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Başbakanlık, hükümet, kamu yönetimi olmak üzere, basın tarafından, üniversite ve yargı organları tarafından, siyasal partiler, işçi ve işveren sendikaları, sivil toplum kurumları tarafından, dinsel kurumlar ve spor kurumları tarafından… yoğun bir şekilde eleştirilmişti. Bulgaristan yönetimi ırkçılık ve sömürgecilik yapmakla, emperyalist olmakla, gericilikle ve çağdışı olmakla suçlanmıştı. Uluslar arası kurumlardan, bu yönde harekete geçip Bulgaristan yönetimini eleştirmeleri ve uygulamalarından geri adım atmasının sağlanması istenmişti. İkili ilişkiler çerçevesinde, Türkiye’deki her kurum, muadili kurumla ilişkiye giriyor, Bulgaristan yönetiminin eleştirilmesini ve bu çağdışı uygulamayı bırakması için baskı yapmasını istiyordu. Bu süreçte, “kendileri” olarak yaşamanın ne kadar değerli olduğu açıkça anlaşılıyor.
Türkler kendileri için istedikleri hiç biri şeyi Kürde layık görmüyorlar
Buradan hareketle Türk ırkçılığının başka bir özelliğini daha görüyoruz. Milli değerlere sahip olmak, örneğin anadili özgürce kullanmak Türkler için çok değerli. Türkler, bunu her yerde, her koşulda istiyorlar, savunuyorlar. Fakat Türkler, kendilerin layık gördükleri, kendileri için istedikleri bu değerleri başkaları için örneğin Kürtler için layık görmüyorlar, Kürtleri için istemiyorlar. Kendinize layık gördüğünüz, kendiniz için istediğiniz bazı şeyleri başkaları için istemiyorsanız, başkalarına layık görmüyorsanız, başkalarını o değerlere sahip olmak için, o değerlere kavuşmak için yaptıkları mücadeleyi bastırmaya çalışıyorsanız, bu düşüncede, bu eylemde ve bu niyetlerde ırkçılık var demektir. Türk devlet ve hükümet yöneticileri, TBMM, hükümet, kamu yönetimi, üniversite, yargı organları, Türk siyasal partileri, işçi sendikaları, sivil toplum örgütlerinin çok büyük bir kısmı, Türk din kurumları, Türk spor kuruluşları vs. örneğin Bulgaristan’daki Türkler için istedikleri hakları Kürtleri için layık görmüyor, Kürtler için istemiyor. Kürtlerin bu doğrultuda yaptıkları mücadeleye karşı duruyor. İşte ırkçılık budur. Kaldı ki, Bulgaristan’daki Türklerin konumlarıyla, Ortadoğu’daki örneğin Türkiye’deki Kürtlerin konumları çok farklıdır. Kürtler, binlerce yıldır kendi toprakları üzerinde yaşamaktadır. Bulgaristan’daki Türkler ise, Bulgaristan’ın Osmanlılar tarafından fethinden sonra, yani 1376-1387 yılları arasında, Anadolu’dan kaldırılarak, oraya yerleştirilen Türklerdir. Oğuz boylarının Ortasya’dan Anadolu’ya akınlarının ise, onbirinci yüzyılın ortaları olduğu bilinmektedir. Bu gelişmelerde şu sonucun vurgulanması da önemlidir. Bulgaristan yönetimi sözü edilen bu uygulamayı ta, 1988 yılında bırakmıştır. Bugün oradaki Türkler, Türk azınlığı, kendi siyasal partileriyle, Haklar ve Özgürlükler Partisi’yle Bulgaristan hükümetinde yer almaktadır. Türkiye’deyse, şunca fedakar ve vefakar mücadeleye rağmen, Kürt, Kürtçe gibi adlar bile kabul edilmemiştir. Örneğin, Kürtçe yerine, “Türkçe’den başka diller, mahalli diller”, “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” yerine, Kuzey Irak’taki oluşum” denilmektedir.
Bu ilişkilerin başka bir boyutu daha vardır. Türk düşüncesinde, “Türklerin başka halkları yönetmesi” gibi bir boyut da vardır. Türkler, kendilerini üstün görüyorlar, başka halkları yönetmek gibi bir beceriye sahip olduklarını söylüyorlar. Türkler bunu ilahi bir hak olarak algılıyorlar. Türk sağında, muhafazakar düşüncede bu çok yaygın, daha belirgin bir şekilde ifade ediliyor. Bu arada, Kürtlerin “düşük” bir ırktan geldikleri, bu bakımdan kendi kendilerini yönetemediklerini, Kürtleri hep başlarının, Arapların, Farsların, Türklerin vs. yönettiğini söylüyorlar. Bunlar elbette ırkçı niyetler, ırkçı düşüncelerdir. Irkçılık daha başka nasıl ifade edilebilir?
9 Kasım 2008 Pazar
*******
(5)
Öcalan niye devlet istemiyor!
Hasan Bildirici: Bugün çözüm isteyen Kürt sorununun vardığı boyutla, Kuzey Kürdistan’daki parti ve örgütlerin bunu karşılamadaki kapasitesini nasıl değerlendiriyorsunuz? PKK çizgisi bu süreci başka bir noktaya taşıyabilir mi? Kürt sorununda tartışmaların ve gücün odağında PKK olduğu için bu soruyu sordum. Tüm eleştiri ve talep düşüklüğüne rağmen Kürt halkı PKK’de ısrar ediyor. Peki PKK ısrarı karşılayabiliyor mu?
İsmail Beşikçi: Kürt sorununun geldiği aşamada, parti ve örgütlerin sorunu karşılamadaki durumları nedir? Bugün Kürt sorununda tartışmaların ve gücün odağında PKK vardır. PKK deyince Abdullah Öcalan’ın konumunun değerlendirilmesinde, düşüncelerine bakılmasında yarar vardır.
Öcalan devlete karşıyım diyor
Abdullah Öcalan, 17 Eylül 2008 tarihli avukat görüşmesinde, “Ben özgür bireyim, devlet kurumuna karşıyım, çünkü devlet bir baskı aracıdır” diyor. “Benim devlet kurmakla işim yok” diyor. Görüşme notlarında devlet karşıtlığı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Öcalan’ın bu görüşlerini sık sık dile getirdiği de biliniyor. İster köleci, ister feodal olsun, ister kapitalist, ister sosyalist/komünist olsun, devletler belirli bir baskıyı bünyelerinde taşırlar. Bu çok açık.
Teorik olarak devletin egemen sınıfın baskı aracı olmasıyla, devletin, her gün, her an somut olarak yaşanan baskısı arasında fark vardır. Bu konunun irdelenmesi gerekir.
Özgür birey nasıl oluşur? Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’ne bakalım. İran İslam Cumhuriyeti’ne, Saddam Hüseyin dönemi Irak Cumhuriyeti’ne, Suriye Cumhuriyeti’ne bakalım. Bu cumhuriyetlerde, Kürtlere, Kürt toplumu olma özelliklerine çok yoğun baskılar var. 1988 Mart’ında, Halepçe’de, Kürtlere soykırım yapıldığı açık bir gerçektir. Halepçe’den önce, hangi gazın daha öldürücü, hangi gazın daha çok kitlesel ölümlere sebep olduğu konusunda deneyler yapılmıştır. Burada laboratuar yine Kürt köyleriydi, cezaevlerinde Kürtlerdi, sırf bu deneyler için kaçırılan Kürtlerdi. Devletin somut olarak Kürtlere nasıl baskı yaptığı ortadadır. Teorik olarak, devlet baskı aracıdır diyerek devlet kurumuna karşı çıkmak başka şeydir, somut olarak, insanlara, kitlelere her an baskı yapan, baskıyı tırmandıran, insanları, kitleleri korkutmaya, yıldırmaya çalışan devlete, içinde yaşadığımız devlete, bu devletin baskılarına karşı olmak başkadır.
Türkiye’de de Kürtlere karşı çok yoğun baskılar vardır. Devlet terörü durmadan tırmandırılmaktadır. 18 bin civarında “faili meçhul” denen cinayet vardır. Binlerce köyün yakılıp yıkılması söz konusudur. Temel geçim kaynaklarının tahribi, milyonlarca insanın, onbinlerce ailenin yerini-yurdunu terke zorlanması, ormanların yakılması, devlet terörünün her zaman yaşanan göstergeleridir. Devlet denildiği zaman bu iki baskının ayrı ayrı kategoriler olduğu dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Biri teorik bir baskıdır, “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” denir. Öbürü, her gün her an yaşanan somut, fiili bir baskıdır. Özgür birey nasıl belirir? İnsan bu somut baskılara karşı durarak özgürleşir. Somut baskılara karşı duran bireyin, bu tür baskılardan uzak kalacağı, azade kalacağı kendi yönetimin kurmanın yolunu-yordamını aramaya çalışması da sürecin farklı bir boyutudur. . Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni düşünelim. Saddam Hüseyin döneminde, Kürtlere yapılan baskılarla, Bölgesel Kürt yönetimi’nin baskısı aynı şey midir? Bu örneğin bilince çıkarılmasında ve irdelenmesinde yarar vardır.
Öcalan’nın Kürtlere baskı yapan devlete karşı bir sözü yok
Abdullah Öcalan ise, devlet kurumuna karşı olduğunu sık sık dile getiriyor ama, somut devlete, Kürtlere her gün her an baskı yapan devlete karşı olduğuna dair bir sözü yok. 24 Ekim 2008 tarihli görüşme notlarında, Öcalan, “Ben savunmalarımda Cumhuriyet ve Türkiye aleyhinde bir şey söylemedim” diyor. Aslında yukarıda kısaca belirtilen sistematik baskılardan dolayı devleti eleştirmesi gerekmez mi? Öte andan Öcalan’ın Türk, Arap ve Fars devletleriyle bir sorunu yok. O sadece Kürtlerin bir devlete sahip olmasını istemiyor. Bu da zaten, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, İran, Irak, Suriye devletlerinin görüşüdür. Cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan PKK liderinin, örgütünü yönetmesi, Kürtlerin önünü kesmeye çalışması yanlıştır. Bu, ahlaki bakımdan da yanlıştır. Abdullah Öcalan, örneğin Filistinlilere şöyle diyor mu? “Ne diye ayrı devlet peşinde koşuyorsunuz, Musevilerle kardeş kardeş yaşayın.” Veya Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne, Kıbrıs Türklerine şöyle diyor mu? “Devlet gericiliktir. Ne diye ayrı bir devlet olarak tanınmak istiyorsunuz, Rumlarla bir arada yaşayın…” Böyle demiyor. Bunu sadece Kürtlere söylüyor.
“Devlet gericiliktir, sakın yanaşmayın” diyor. Ancak devletin fiili olarak yaşanan baskılarına hiç sözü yok.
Abdullah Öcalan, 24 Ekim 2008 tarihli avukat görüşmesinde, milliyetçiliğe karşı olduğunu da vurguluyor. “Ben her türlü milliyetçiliğe karşıyım. Türk, Kürt, Arap, Fars,Alman milliyetçiliği fark etmez. Hepsine karşıyım., her türlü milliyetçiliği lanetliyorum” diyor.
Kürtlerin, Türk, Arap, Fars, Alman milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliğini aynı kefeye koymaları bana çok şaşırtıcı gelmektedir. Kürtler için Türk milliyetçiliği, elbette olumsuzdur. Çünkü, diliyle, kültürüyle Kürtleri tarihten silmek istiyor, Kürtlerin kökünü kazımak istiyor. Kütler için Arap Milliyetçiliği elbette kötüdür. Çünkü, soykırıma varan operasyonlarla Kürtleri yok etmek istiyor. Kürtlerin bu saldırgan milliyetçiliklere, ırkçılıklara karşı kendini koruması, diline, kültürüne sahip çıkması neden kötü olsun? Hatta, bu saldırgan milliyetçiliklere, ırkçılıklara karşı direnme, kendi köküne yönelme gerekli değil midir? Kürt milliyetçiliği bundan başka nedir? Kürt milliyetçiliği ile, Kürt yurtseverliği kanımca aynı şeydir. “Bir Kürt dünyaya bedeldir” diyen, Kürtleri, Arapları, Farsları Kürtleştirmeye çalışan, Kürtleşmeyenleri idari ve cezai yaptırmalarla yıldırmaya çalışan, cezaevlerine dolduran, imha operasyonları uygulayan Kürt otoriteleri mi var? Olmadığı biliniyor. O halde, Kürt milliyetçiliğini, Türk, Arap, Fars milliyetçilikleri ele aynı kefeye koymak yanlış değil midir? Kürtleri ve Kürdistan’ı müştereken baskı altında tutan devletlerin engellemek istedikleri esas süreç de Kürtlerdeki bu milliyetçi gelişmelerdir. Kürt diline, Kürt kültürüne neden sıkı yasaklar getiriliyor? Bu durum karşısında, Kürtlerin biraz milli duyguya sahip olmaları, milliyetçi olmaları gerekmez mi?
Ben Kürt milliyetçisi değilim demek bir zaaftır
Kürtlerin önemli bir kısmı, özellikle de okur-yazar olanlar, “ben milliyetçi değilim, devrimciyim, enternasyonalistim” demektedir. Bir satır Kürtçe konuşamayan, ülkesinin adını bile söyleyemeyen bu insanların, “ben milliyetçi değilim, devrimciyim, enternasyonalistim” demeleri insani bir zaaf olmalı…Kendisi olmayan, kendinden kaçan, egemen ulusun dilini ve kültürünü yaşayanların devrimciliğinin, enternasyonalizminin kime hayrı dokunur? Kendisine hayrı olmayanların, devrimciliğe, enternasyonalizme nasıl bir hayrı, yararı dokunabilir? Ama, bu sözlerin, bu tutumun, Kürtleri müştereken baskı altında tutan devletlere yararı çok büyüktür.
Çatışmalarda, asker kaybı olduğu zaman, batı ve Orta Anadolu’da, şehirlerde, beldelerde Kürtler linç edilmeye kalkışılmaktadır. Çarşıda, pazarda, kahvehanelerde Kürtler baskı görmektedir. Çarşıda, pazarda, inşaatlarda Kütçe konuşan kişiler Türkleri tahrik etmiş olmakta, galeyana getirmektedir. Mevsimlik fındık işçileri Karadeniz yörelerinde çok ağır hakaretlerle aşağılamalarla karşılaşmaktadır. Yaşanan olaylar bu kadar açıkken, Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği nasıl aynı kefeye konabilir? Batı ve Orta Anadolu şehirlerinde, Kürtlere karşı böylesine linç saldırıları yaşanırken, Kürt şehirlerinde, yaşayan sivil bir Türk’e, bir Türk aileye Kürtlerin saldırdığı duyulmuş, görülmüş bir şey midir?
1960’ları, 1970’leri düşünelim. Resmi ideoloji Kürtleri ve Kürtçe’yi inkar ediyordu. Kürtlerden, Kürtçe’den söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalıyordu. Bu konularda çok yoğun baskılar vardı. Bu durum karşısında bir Kürt’ün, “Kürdüm” dediğini, makul bir şekilde, Kürtlerden ve Kürtçe’den söz ettiğini düşünelim. İnsanın özgürleşmesi, aydınlanması böyle başlar. Özgür birey bu karşı duruş sürecinde belirir. Bir de bir araştırmacı, bir yazar düşünelim. Devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşılaşmamak için bu konulara hiç değinmiyor. Durmadan, “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” diyerek, Markslı, Engelsli, Leninli onlarca dipnotuyla yazılar yazıyor. Bu tutumdan, bu süreçten özgürleşme, aydınlanma falan çıkmaz. Bu tutum insanı özgürleştirmez. Özgürleşme, aydınlanma, somut baskıya karşı, düşün yasaklarına karşı durmakla gelişir.
PKK, büyük bir harekettir
PKK büyük bir harekettir. PKK’nin çok büyük bir hareket olduğu da söylenebilir. Ama istemleri çok küçüktür. Çok çok küçüktür. PKK bireysel haklara değil, kollektif haklara vurgu yapabilmelidir. Eleştiri, özgür eleştiri çok önemli kurumlardır. Bu, sadece düşün hayatında değil, siyasal hayatta da vazgeçilmez bir kurum olmalıdır. Abdullah Öcalan, konuşmalarında, yazılarında, avukat görüşmelerinde, savunmalarında demokrasiden çok söz eden demokrasiyi isteyen bir liderdir. Eleştiri olmadan, özgür eleştiri olmadan demokrasi olur mu? Özgür eleştiri sadece bilimin değil, demokrasinin de temel koşuludur. PKK Abdullah Öcalan’ı eleştirebilmelidir. PKK’liler, sempatizanlar, Kürt halkı bu bilince ulaşabilmelidir. “Yanlışlarının da militanıyız” anlayışıyla bir yere varılamaz. Ciddi bir kazanım elde edilemez. Önemli olan, doğru olanı doğal olanı savunmaktır. Doğal olana ise, yani Kürt toplumu olma özelliklerine ise, çok ağır baskılar yapılmaktadır. Bu baskılara elbette karşı durulmalıdır.
İsmail Beşikçi
http://www.kurdistan-post.com/Niviskar-op-viewarticle-artid-1899.html
| | | | Z.Dersim (şimdiye kadar 148 posta) | |
[size=24]
Rejimin ana niteliği
İsmail Beşikçi
Tarih: 29 Temmuz 2009 Çarşamba
I. “FAİLİ MEÇHUL”LER KARŞISINDA ANAYASANIN, YASALARIN ANLAMI NEDİR?
1990’larda, Türkiye’de, çok ağır toplumsal ve siyasal bir ortam vardı. 1990’ların ortalarında bu ortam çok daha ağırlaştı. 1993, 1994, 1995, 1996 yılları. Tansu Çiller’in Başbakan olduğu yıllar… Tansu Çiller’in Başbakan, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı, Doğan Güneş’in Genelkurmay Başkanı, Mehmet Ağar’ın Emniyet Genel Müdürü, daha sonra Adalet Bakanı, daha sonra da İçişleri Bakanı, Ünal Erkan’ın, Olağanüstü Hal Valisi olduğu yıllar… Bu dönemde “faili meçhul cinayetler”, köy yakmalar, büyük kitleleri içeren sürgünler çok arttı. Kürt aydınları, işadamları ve din adamları ile ilgili olarak “Öldür-kaçır-göm” sık sık uygulanıyordu. Bu tür olaylara, Türk siyasal hayatında, İttihat ve Terakki’den beri rastlamak mümkün. Ama sözünü etmeye çalıştığım yıllarda, bu olaylar daha sistematik bir şekilde yaşama geçiriliyordu. Baskı yönetiminin bu uygulamaları tutukevlerine ve cezaevlerine de aynen yansıyordu. İdareyle tutuklular ve hükümlüler arasındaki gerginlikler, açlık grevleri, sürgünler… hiç eksik olmuyordu.
Türk siyasal rejimi, Türk siyasal sistemi, Anayasaya bakılarak, anayasanın hazırlanış sürecine bakılarak, anayasa değişiklikleri incelenerek anlaşılamaz. Bunlar siyasal rejimin temel nitelikleri, siyasal sistemin işleyişi hakkında, rejimin ana niteliği hakkında çok az bilgi verirler. Türk siyasal rejimi, rejimin ana niteliği siyasal partilere, siyasal partiler yasasına, genel seçimlere ve yerel yönetim seçimlerine, seçim yasalarına bakılarak da anlaşılamaz. Bunlar da rejimin temel niteliği ve siyasal sistemin işleyişi hakkında çok az, yüzeysel bilgi verirler. Türk siyasal sistemi, Türk siyasal rejimi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, TBMM’nin ve hükümetin çalışmalarına, birbirleriyle ilişkilerine bakılarak da anlaşılamaz. Türk siyasal rejimi, yargı organlarının kararlarına, örneğin Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın kararlarına bakılarak, bu kararlar incelenerek de anlaşılamaz. Bunlar da rejimin ve siyasal sistemin temel niteliği hakkında çok yetersiz, çok yüzeysel bilgi verirler. Rejimin ana niteliği, ceza yasalarına, basın yasalarına, infaz sistemine bakılarak da anlaşılamaz. Türk siyasal rejimini, siyasal sistemi, rejimin ana niteliğini kavramak için, bütün bu yasalara ruh veren, yasaların işlemesine ruh veren temel anlayışın anlaşılması, kavranılması gerekir.
17 bine yakın, 17 bini aşkın ‘faili meçhul cinayet’den söz edilmektedir. Öldürülenlerin tamamının Kürt olduğu da bilinmektedir. Tek tek Kürtleri veya Kürt grupları hedef alan bu cinayetlerin JİTEM (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele) tarafından gerçekleştirildiği yine önemli bir bilgidir. JİTEM’in Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı bir birim olduğu da biliniyor. JİTEM’ de PKK itirafçılarına çok büyük görevler verildiği, cinayetlerin büyük bir kısmının bu elemanlara işlettirildiği üzerinde dikkatle durulması gereken çok önemli bir bilgidir. JİTEM’in varlığı 2008 yılı ortalarındaki Ergenekon soruşturmalarına ve tutuklamalarına kadar inkar ediliyordu. Bu sorgulamalar sırasında fiilen kabul edilir oldu.
Abdülkadir Aygan’ın, Tuncay Güney’in anlatımları, Profesör Mahir Kaynak’ın, “geçmişe takılıp kalmayalım, Türkiye’nin geçmişinde, pis işler çoktur” demesi bu kabulde önemli bir rol oynamış olabilir. Abdülkadir Aygan’ın PKK’li olduğu, daha sonra itiraflarda bulunarak JİTEM elemanı olduğu, JİTEM’de faaliyet gösterdiği, daha sonra da JİTEM’deki faaliyetlerini itiraf ettiği biliniyor. Bu itirafların yakın tarihte çok önemli gelişmelere yol açtığı da önemli bir gerçek. TUNCAY Güney’in ise, Ergenekon soruşturmalarında sık sık adı geçiyor. Hatta, bazı yazarlar ve gazeteciler tarafından, anlatımlarıyla Ergenekon soruşturmalarını başlatan isim olarak anılıyor.
Mahir Kaynak’ın sözü için bak. Vatan, 1 Ocak 2009, Mine Şenocaklı ile yapılan röportaj, ayrıca bak. Uğur Balık, Timur Şahan, İtirafçı: Bir JİTEM’ci Anlatıyor, Aram Yayınları, 2006; nasname.com, BOTAŞ (JİTEM’in Ölüm Fabrikası  , 22 Şubat 2009, Kayıp Yakınları Yağmur Dinlemedi, 23 Şubat 2009; Bedir Acar, Tuncay Güney Anlatıyor, Ergenekon’un İlk Tanığı, Timaş Yayınevi, İstanbul 2008.
Yukarıda belirtilen yıllarda, Diyarbakır, Batman, Silvan, Nusaybin, Kızıltepe gibi Kürt şehirlerinde, yurtsever Kürtlere karşı yoğun cinayetler işleyen Hizbullah’ın da askeri kışlalarda eğitildiği ayrıntılarıyla bilinmektedir. Türk siyasal rejiminin ana niteliğiyle bu olgular ve olgusal ilişkiler arasında önemli bir bağ olduğu kanısındayım. Anayasada, yasalarda sınırlı da olsa, bazı haklardan, özgürlüklerden, kişi dokunulmazlığından söz edilmektedir. Kişilerin bazı dokunulmaz hakları olduğu vurgulanmaktadır. Ama, bu haklar, özgürlükler, Kürt diyarında çoğu zaman yaşama geçmemektedir. 17 bini aşkın ‘faili meçhul cinayet’, köylerin yakılması, yıkılması, Kürt ailelerin sürgüne zorlanması, bu değerlendirmelerin önemli bir kaynağıdır. Kürt diyarında böyle hukukuz bir süreç yaşanmaktadır. O zaman, anayasanın, yasaların, fiili durumu gizleyen bir örtü olmanın ötesinde bir değer taşımadığı söylenebilir.
Bu ilişkiler ağında bazı temel sorular gündeme gelmektedir. Devlet neden kendi halkına karşı gizli örgütler, yasa dışı örgütler kurma gereğini duymaktadır? Bu örgütler neden sık sık cinayet işlemektedir? Neden bu kadar çok ‘faili meçhul cinayet’ vardır? JİTEM elemanları neden Kürtleri öldürmeyi hak ve meşru görmektedir? Türk siyasal hayatında, neden Kürtleri Ermenileri, Süryanileri, Kızılbaşları (Alevileri), Êzîdîleri öldürmeyi hak ve meşru gören bir anlayış gelişebilmiştir? Osmanlıdan günümüze Türk toplumsal tarihinde kitle kıyımlarını izlemek çok kolaydır. İttihat ve Terakki döneminde daha planlı, programlı bir şekilde dile getirilen bu olaylar Cumhuriyetle birlikte sistematik bir şekilde uygulanır olmuştur.
Halka, aydınlara karşı bu kadar yoğun bir şekilde cinayet işlenmesine rağmen bunların hiçbirinin yargı organları önüne getirilememiş olması, rejimin ana niteliğinin önemli bir boyutudur. Bu cinayetlerin neden yargı organları önüne getirilemediği yine önemli bir sorun olmalıdır. Bu cinayetlerin bazı Türk yetkililer ve görevliler tarafından “pis işler”, “pislik” olarak adlandırıldığı da görülmektedir. Ama bu “pis işler”i yapanların “hukukçu” olduğu söylenen “hukukçu” olduğu vurgulanan 10. Cumhurbaşkanı tarafından “devlet övünç madalyası” ile ödüllendirildiği, madalyanın bu kişilere bizzat Cumhurbaşkanının taktığı da görülmektedir. Ama aynı Cumhurbaşkanı çatışmalarda yaşamlarını yitiren Kürt savaşçıların analarını, “barış anaları”nı ve onların beyaz tülbendini kabul etmediği de önemli bir bilgi olmalıdır.
Jenosid suçuyla ilgili 1948 tarihli Jenosid Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme çocukların ailelerinden zorla koparılıp başka bir gruba transfer edilmesini ve o grubun değerleri ile büyütülmesini (Madde 2 (e)) suç sayar. Ama Türk düşüncesi, Osmanlı dönemindeki devşirme sistemiyle övünmektedir. Devşirme sistemi, jenositle ilgili yukarıdaki sözleşmede belirtilen durumun ta kendisidir. Bu da Türk düşüncesi ile evrensel değerler arasında önemli bir çelişki olduğunu göstermektedir. Bugün de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Kürt çocuklarını Bölge Yatılı İlköğretim Okullarında eğiterek asimilasyonda önemli bir halka olmaktadır. Asker destekli, ordu teşvikli Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Kürt çocuklarının Türklüğe asimilasyonunu “çağdaşlık” kavramıyla savunmaktadır. Türk düşüncesi Kürt çocuklarının Türklüğe asimilasyonunu çağdaş bir olgu, çağdaş bir süreç olarak değerlendirmektedir. Ama Türk düşüncesi 1985-88 arasında Bulgaristan’da Türklerin isimlerini değiştirme, Türklere Bulgar isimleri verme sürecini ırkçılık, emperyalizm, sömürgecilik, gericilik, çağdışılık olarak suçlamaktaydı.
Osmanlı döneminde Müslüman olmayanlara, örneğin Kızılbaşlara (Alevilere), Êzîdîlere, Ermenilere, Süryanilere vs. baskı, zulüm yapılırdı. Cumhuriyet döneminde ise Türk ve Müslüman olmayan herkese karşı baskıyı ve zulmü Türk siyasal düşüncesi hak ve meşru görmektedir. Cumhuriyet dönemindeki baskının ve zulmün ana hedefinin Kürtler olduğu besbellidir. Müslüman olmaları Kürtleri bu baskıdan ve zulümden azade kılmamaktadır. Saddam Hüseyin döneminde Irak’ta Kürtlere sürekli bir soykırım uygulandığı da yine bilinen bir gerçekliktir.
Bunlar Türk siyasal kültürünün önemli boyutlarıdır aynı zamanda rejimin ana niteliğinin görüntüleridir. Bu ilişkiler ağında üniversitenin rolü nedir? Yargının rolü, konumu nedir? Basının rolü nedir? İlişkilerin bu yönünün de irdelenmesi gerekir. Kürt sorunu söz konusu olduğu zaman devletin bu temel kurumlarının çok farklı bir işleve sahip olduğu görülmektedir. Üniversite gerçeği araştırma değil, gerçeği gizleme, çarpıtma, yok sayma gibi bir işleve sahiptir. Basın bu olayları kamuoyuna duyurma değil gizleme, bu olayların kamuoyunun bilincine çarpmasını engelleme gibi bir işleve sahiptir. Yargı, hukukun üstünlüğü gibi bir anlayışın değil, üstünlerin hukukunun bir temsilcisi olmaktadır. Üstünlerin hukuku elbette JİTEM hukukudur. Bu hukuk anlayışı binlerce faili meçhul denen cinayetin hiçbirini yargı önüne getirememekte ama panzerlere taş atan çocukları 20 yılı aşkın ceza istemleriyle yargılamakta ve cezaevine koymaktadır. Türk siyasal sistemi, Türk siyasal rejimi devlete egemen olan bu ilişkiler ağında, bu ilişkiler çerçevesinde anlaşılabilir. Bu ilişkiler ağında askerin, ordunun belirleyici ve yönlendirici bir rolü olduğu açıktır.
JİTEM anlayışı, JİTEM hukuku nedir? PKK itirafçıları JİTEM elemanı yapılıp bir zamanlar yoldaşlık yaptıkları arkadaşlarını öldürmeye, kendi halkına zulmetmeye başlayınca onlara “kahraman” deniyordu. İtirafçı JİTEM elemanları Kürtleri birer ikişer katlettikçe kahramanlıklarının dozu artıyordu. Bölgede görevli generallerin bu “kahramanlar”la çekilmiş fotoğrafları var. Ama JİTEM’de çalışmış Abdülkadir Aygan JİTEM’in Kürtleri nasıl öldürdüğünü, yaktığını vs. itiraf edince bir zamanlar birlikte çalıştıkları generaller kendisine “alçak” dediler. Burada inandırıcı olan, toplumsal güvenilirliğe sahip olan generaller midir JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan mıdır? İşte Türk siyasal sistemi Türk siyasal rejimi ancak bu yasal olmayan ilişkiler analiz edildiğinde anlaşılabilir. Temel soru şudur? Neden bu kadar çok Kürt öldürülüyor? Neden bir Kürdü öldürmek için başka bir Kürt devreye sokuluyor? Neden, bütün bunlara rağmen “kardeşlik” diye bir söylem, Kürtlerin Türklerin kardeşliği gibi bir söylem hiç bitmiyor? JİTEM itirafçıları, Kürtleri nasıl öldürdüklerini etraflı bir şekilde anlatıyorlar. Bir Türk’ü öldürmüş olsalar katliamlarını bu kadar rahat bir şekilde anlatabilirler mi? Türk siyasal sistemi anayasaya bakılarak, seçim yasalarına bakılarak, siyasal partilere, Büyük Millet meclisine, Anayasa Mahkemesi kararlarına, Danıştay kararlarına vs. bakılarak anlaşılamaz. Ancak bu yasa dışı ilişkiler analiz edildiğinde anlaşılabilir. Yasa dışı örgütlenmelerin ve operasyonların gizli tutulabilmesi, yargıya konu olmaması rejimin ana niteliğinin önemli bir özelliğidir.
Kürtlere karşı geliştirilen faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, sürgünler, yani Kürt bölgelerinde geliştirilen JİTEM operasyonları söz konusu edilmeden Türk siyasal sistemi, Türk siyasal rejimi ve rejimin temel niteliği anlaşılamaz. Bu dönem, bu ilişkiler yargı konusu olmadan, sorumlular, görevliler hakkında dava yürütülmeden gerçek demokrasi de kurulamaz. Türk üniversitesi, Türk basını, Türk yargısı, Türk iş hayatı ancak bu ilişkiler çerçevesinde anlaşılabilir.
Adalet ve Kalkınma Partisi önümüzdeki 29 Mart 2009 seçimlerinde %47’nin
üzerinde oy almayı hedefliyor. Bu mümkündür. Militarist anlayışla yoğun bir işbirliği yapılarak, “pis işler”e hiçbir sorgulama, eleştiri getirilmeyerek, bunlar görmezlikten gelinerek %50’nin üzerine de çıkılabilir, ama AKP yine de iktidar olamaz. Askeri vesayet altında iktidar sahibi olmak mümkün değildir. Askeri vesayet altında gerçek demokrasi de kurulamaz.
II. DEVLET ÖDÜLLERİNİN İŞLEVİ
2008 Yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, 2 Şubat 2009 tarihinde, İstanbul’da, Aya İrini’de düzenlenen bir törenle yazar Çetin Altan’a verildi. Törene Başbakan Recep Tayip Erdoğan, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, milletvekilleri, yazarlar, basın mensupları katıldılar. Ödül Çetin Altan’a, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından verildi. Başbakan, ödül töreninde yaptığı konuşmada, düşün hayatıyla ilgili olarak önemli görüşler dile getirdi.
“Üzülerek söylemeliyim ki, yakın tarihimizde, düşüncenin serüveni meşakkatli bir yolculuk olmuştur. Farklılıkların kabulü kolay olmamış, kemikleşen ön yargılar, tahammülsüz anlayışlar, düşünceyi ağır bir şekilde cezalandırmış ve bedelini bütün Türkiye ödemek zorunda kalmıştır. Bu yolculukta direnç gösteren bedel ödemek pahasına, düşünce sevdasından vazgeçmeyen, otoriter anlayışlara boyun eğmek yerine gerçeği söyleyen aydınlarımızın öncülüğü önem taşıyor. Hiç kuşkusuz onlardan biri Çetin Altan’dır.”
“Eleştirel akıl olmadan eleştiriye tahammül olmadan yol alamayız. Söz olmadan, yazı ve fikir olmadan uygarlık iddiamızı gerçekleştiremeyiz. Farklı düşünmek, asla birbirimizi anlamaya, en azından anlama çabasına mani olmamalı. Demokrasinin temeli tahammül duygusudur.”
“Türkiye daha fazla özgürleşecek, daha fazla demokratikleşecek, kalkınacaktır.”
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da, törende yaptığı konuşmada, ödülü, “Demokrasi için güzel bir gelişme” diye değerlendiriyor. Ödül töreninden sonra, Ahmet Altan ve Mehmet Altan törene ilişkin izlenimlerini dile getiren yazılar yazdılar. Ahmet Altan, “Bazen ‘hiçbir şey değişmeyecek mi?’ diye umutsuzluğa kapıldığım da oluyor. Ama önceki gece, Aya İrini de yaşananları izlerken, ‘bir şeyler değişiyor galiba’ duygusuna kapıldım. Yazarları linç ettiren, hapislere attıran başbakanlardan, yazarlara saygı gösteren başbakanlara gelmek az iş değil.” diyor (Çetin Altan ve Başbakan, Taraf, 3 Şubat 2009).
Mehmet Altan, “tarihin derinliklerinden süzülerek gelen anıtsal bir mekandaki… Kültür Bakanı ile Başbakan’ın aristokratik bir incelikle geçmişin kötü mirasın silmeye çalıştıkları ödül töreni” nden söz ediyor. (Aya İrini’de Bir Akşam, Star, 3 Şubat 2009)
Bir gün sonra, 4 Şubat 2009 da, Hasan Bildirici, ödül törenine ilişkin bir yazı yayımladı. (Devlet Ödülleri, kurdistan-post.org) Bu yazıda Hasan Bildirici, 16 yıllık , sürgün hayatına son vermek niyetiyle İsviçre Başkonsolosluğu’na başvuru yaptığını anlatıyor. Pasaport istiyor. Kendisine herhangi bir kimlik kartı veya pasaport veremeyeceklerini, İstanbul havaalanına en yakın bir hapishaneye gidebilmesi için uçuş kağıdı verebileceklerini söylemişler.
Hasan Bildirici yazısında, aynı gün, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın, aralarında, Demokrasi Partisi (DEP) Genel Başkanı Yaşar Kaya, DEP milletvekilleri Ali Yiğit, Remzi Kartal, Zübeyr Aydar, Nizamettin Toguç’tan ayrı, Necdet Buldan, Serhat Bucak, Şerafettin Kaya, Haydar Işık, Ahmet Aktaş, Mesut Uysal, Abdurrahman Çadırcı, Yaşar Ertaş, Ali Matur, Celal Özkan, Özcan Keldoya gibi, Kürt, Süryani, Alevi, Ezidi şahsiyetlerinde bulunduğu 31 kişi hakkında 15 ile 22 yıl arası ceza istemiyle dava başlattığını vurguluyor. Kısa bir süre önce, Leyla Zana’ya on yıl hapis cezası verildiğini hatırlatıyor. On ylda 17 binden fazla Kürt insanının kaçırılarak, kablo atılarak, satırla doğranarak, ensesine kurşun sıkılarak katledildiğini vurguluyor.
Hasan Bildirici bu yazısında, emeklilik primlerin de kendi faydalanmasına sunulmadığını yazıyor. Bu konuda şunları yazıyor. “İsviçre’deki emeklilik kurumu, geçmiş çalışmalarımı buradaki çalışmalarıma eklemek için, Türkiye’ye bir yazı yazdı. Yazıya gelen cevap karşısında ben de mahcup oldum. Şöyle yazmışlar: Hasan Bildirici’nin, Rize Veliköy Çay Fabrikası, Gaziantep Çay Satış Reyonu, Diyarbakır Çaykur BölgeMüdürlüğü’nde üç yıl memurluk yaptığına dair bir kayda rastlanmamıştır.”
Hasan Bildirici bu olgulardan hareket ederek, Ahmet Altan’a, Mehmet Altan’a, Türk yazarlarına, Türk aydınlarına, şunları söylüyor: Siz Türkler için bir şeyler değişiyor olabilir,
Biz Kürtler için değişen bir şey yok.
Olgular bunlar. Birbirleriyle ilişkiler çerçevesinde bu olguları, olgusal ilişkileri değerlendirmek gerekir. Başbakan’ın konuşması, düşün özgürlüğüne ve eleştirel akla vurgu yapması, düşün hayatı bakımından olumludur. Ama böyle bir konuşma, böyle bir düşünce, tek başına bir şey ifade etmez. Bu düşüncelerin yaşama geçip geçmediğinin sınanması gerekir. Bu sınama ise, ancak Kürt sorunu gibi bir mihenk taşında yapılabilir. Kürt sorunu gibi bir mihenk taşına vurulduğu zaman, bu düşüncelerin hiç yaşama geçmediği görülmektedir. Bilakis, Kürt sorunu çerçevesinde, özgür eleştiriyi, düşüncenin özgürce ifade edilmesini boğan bir ortam vardır. Bu da Başbakan’ın ilke sahibi olmadığını, yerine ve zamanına göre farklı farklı tutumlar sergilediğini, nabza göre şerbet verdiğini gösterir. TRT Şeş elbette önemli bir gelişmedir, önemli bir adımdır. Üniversitelerde, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri’nin açılmasının düşünülmesi elbette olumludur. 24 Şubat 2009 da, TBMM’de, Demokratik Toplum Partisi Grup Toplantısı’nda, Genel Başkan Ahmet Türk’ün Kürtçe konuşması, devlet katlarında ve devletin yönlendirdiği sokakta, bu konuşmaya, bu tutuma yoğun tepkiler gelmemesi, yani devletin sokağı harekete geçirmemesi elbette not edilmesi gereken bir durumdur. Ama, ortada 17 bini aşkın “faili meçhul cinayet” vardır. Bu cinayetleri işleyenler besbellidir, fakat bunların hiçbiri yargıya intikal etmemiştir. Öyle bir konu görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan geliniyor. Demokratik Toplum Partisi’nin, “BOTAŞ kuyuları açılsın, cesetler ortaya çıkarılsın, mağdur aileler hiç olmazsa yakınları için bir mezar yapsın” talebi çok ciddi bir sorunu ortaya koymaktadır. Bu talepler duymazlıktan gelinemez. Bu Türk hukukunun, Türk siyasetinin önündeki en önemli sorundur. Böyle bir ortamda hala “kardeşlik”ten söz edilebilmesi ancak, sorunun ciddiyetini kavramamak olarak değerlendirilebilir. Bu konuda, devletin, hükümetin ciddi bir özeleştir yapması gerekmez mi?
Ahmet Türk’üm TBMM’de, DTP Grubu’nda, Kürtçe konuşmasının olumlu olduğunu belirtmiştim. Ama, Ahmet Türk’ün savunması yanlıştır. Ahmet Türk “Başbakan konuşursa ben de konuşurum” diyor. Bu savunma yanlıştır. Kürtçe’yi konuşmanın, yazmanın, Kürtçe eğitim almanın vs. her yerde, her zaman hak olduğu, Kürtçe’yi yasaklamanın çağdışı olduğu vurgulanmalıdır.
Başbakan’ın düşüncesinde ve tutumunda çarpıcı bir çifte standardın olduğu dikkatlerden uzak değildir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Şubat 2009 başlarında, Davos’ta, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e, “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye çıkışmıştı. Peki, 17 binden fazla Kürt’ü kim öldürdü acaba? “Faili meçhul cinayetler’i kim gerçekleştirdi? Filistinli çocuklar için yanıp tutuşan başbakan, Kürt çocuklara zulmeden, onları 20-25 yıl gibi ceza istemleriyle yargılayan, cezaevlerine yollayan bir sistemde Başbakan değil mi? Adam öldürmeyi kim kimden öğreniyor acaba, kim kime örnek oluyor?
Bir toplumda, insanlar, ortak amaçlarını belirlemek ve onları gerçekleştirmek için çeşitli örgütler oluştururlar. Bu örgütler hiyerarşik olarak da birbirlerine bağlanmışlardır. Siyasal sistem bu ortamda oluşuyor ve toplumdaki bütün örgütleri kapsayıcı, bütünsel bir yapı gösteriyor. Siyasal sistem, devlet içinde, iktidara, otoriteye önemli ölçüde etkide bulunan kuvvetler ve kuvvetlerin faaliyetidir. Kararları emredicidir ve bütün toplum için, bütün insanlar için bağlayıcıdır. Siyasal sistem sadece, devlet içinde, iktidarı, otoriteyi değil, iktidarı, meclisi, hükümeti önemli ölçüde etkileyen sosyal ve siyasal iktidar kurumlarını, gruplarını ve bunların faaliyetlerini de kapsar. Siyasal rejim ise, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkileri tanımlar. Daha doğusu, yönetilenlerin devlet karşısındaki haklarını ve özgürlüklerini anlatır.
Anayasa, birinci planda, toplumsal talepler doğrultusunda, devletin, iktidarın sınırlandırılmasıdır. Çağdaş anayasalarda, devlet-toplum-birey arasındaki ilişkileri, bireyler lehine belirleyen maddeler mevcuttur. Bu genel çerçeve içinde 17 bini aşkın ‘faili meçhul cinayet’ nasıl açıklanabilir, nasıl değerlendirilebilir? Bu, Türk siyasal hayatında, Kürt sorunu karşısında, devleti, iktidarı sınırlayan hiçbir gücün, kurumun olmadığını gösterir. Devlette, ‘iktidar karşısında, Kürtlerin hak ve özgürlükleri sıfırlanabilir’ anlayışı egemendir. Sorunun temelinde ne vardır? Kürt kimliğini tanımamak vardır, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını tanımamak vardır. Baskıyı devamlı kılmak bunun içindir.
Son yıllarda, Kürtler arasında toplumsal hareketler güç kazanmaktadır. Kürtler, toplumsal ve kültürel taleplerin toplantılarla, gösterilerle, yürüyüşlerle dile getirmektedir. Bu toplantılara, gösterilere, yürüyüşlere, gençler, yaşlılar, kadınlar, çocuklar… herkes katılmaktadır. Kadınların siyasete yoğun bir şekilde katılması, Kürt toplumunda izlenen çok önemli bir gelişmedir. Ama iktidarın, iktidarın yönlendirmesindeki medyanın, bunları görmezlikten bilmezlikten geldiği, bunlardan hiç etkilenmediği görülmektedir. Toplumsal hareketlerden, sadece, cezai yaptırım söz konusu olduğu zaman söz edilmektedir. Demokratik toplumlarda, kitle hareketlerinin, kitleler tarafından dile getirilen toplumsal taleplerin iktidarı etkilediği sık sık görülen ve izlenen bir durumdur. Tük siyasal hayatındaysa, ordunun, belirleyici ve yönlendirici bir rolü olduğu, ordunun bu ağırlığı karşısında, siyasal partilerin, hükümetin, TBMM’nin bir kıymet-i harbiyesi olmadığı biliniyor.
Bu ilişkiler çerçevesinde aydınların rolü ne olmalıdır? Temel görev, elbette, 17 bini aşkın “faili meçhul cinayet”in hiç birini yargı önüne getiremeyen toplum düzeninin, hukuk düzeninin, siyasal düzenin eleştirisi olmalıdır. Böyle bir düzenin saygın ve değerli yazarlara verdiği “Büyük Kültür ve Sanat Ödülleri”nin, bu ödüllerin kabul edilmesinin iki önemli işlevi vardır. Bir kere bu ödüllerin bu hukuksuz, keyfi düzenin Kürtlere karşı geliştirdiği operasyonları gizleyici bir işlevi vardır. İkinci olarak, ödülün kabul edilmesi böylesi bir düzenin eleştirisine de engel olabilir. Bu düzenin ödülünü kabul ediyorsanız, düzenin yapıp ettiği işler konusunda ciddi bir eleştiri yapamazsınız. Daha önemli olan konu şudur: Eğer Türkiye’deki bu değişimler Kürtler için de bir şey ifade etmiyorsa, Kürt aydınlarının, Kürt yazarlarının, Kürt siyaset adamlarının, Kürt analarının, Kürt öğrencilerin, Kürt çocuklarının, Kürt işçilerin, Kürt köylülerin, Kürt esnafının, Kürt iş adamlarının, kısaca kendini Kürt hisseden herkesin. yaşamlarında, faaliyetlerinde bir rahatlık yaratmıyorsa, Türk aydınlarının, Türk yazarların algıladığı değişim de kalıcı olmaz, göstermelik olarak kalır. Fizikteki birleşik kaplar teorisi, kendisini, toplumsal ilişkilerde de aynen gösterir. “Ülkenin bir yanında demokrasiyi geliştirelim, kökleştirelim, öbür yanında baskıyı tırmandıralım” olmaz. Böyle hukuksuz bir niyetin yaşama geçmesi mümkün değildir. Bu durumda, Kürtlere uygulanan baskının, bütün toplumu sarması kaçınılmazdır. Bu ilişkiler çerçevesinde, saygın ve değerli yazarlara verilen “Büyük Kültür ve Sanat Ödülleri”, bu yazarlar için, ağır bir yük olmanın ötesinde bir değer taşımaz.
III. “ONİKİNCİ DALGA”
13 Nisan 2009 günü Ergenekon soruşturmaları kapsamında gerçekleştirilen 12. Dalgada bazı gözaltılar oldu. Bu kapsamda bazı rektörler, eski rektörler, sivil toplum örgütlerinde çalışan bazı kişiler gözaltına alındı. Bazı profesörlerin evleri arandı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof. Dr.Türkan Saylan’ın evi arandı, evrakının bir kısmına el kondu. Milliyet Gazetesi’nde, “Baba beni okula gönder” kampanyasını yürüten Tijen Mergen gözaltına alındı. Doğan Holding İcra kurulu Üyesi Tijen Mergen birkaç gün sonra serbest bırakıldı. Çağdaş Eğitim Vakfı’nda aramalar yapıldı, bazı belgelere el kondu. Genel başkan Gülseven Yaşar arandı, bulunamadı.
13 Nisan 2009 günü Ergenekon soruşturmaları kapsamında gerçekleştirilen 12. Dalgada bazı gözaltılar oldu. Bu kapsamda bazı rektörler, eski rektörler, sivil toplum örgütlerinde çalışan bazı kişiler gözaltına alındı. Bazı profesörlerin evleri arandı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof. Dr.Türkan Saylan’ın evi arandı, evrakının bir kısmına el kondu. Milliyet Gazetesi’nde, “Baba beni okula gönder” kampanyasını yürüten Tijen Mergen gözaltına alındı. Doğan Holding İcra kurulu Üyesi Tijen Mergen birkaç gün sonra serbest bırakıldı. Çağdaş Eğitim Vakfı’nda aramalar yapıldı, bazı belgelere el kondu. Genel başkan Gülseven Yaşar arandı, bulunamadı.
12 Nisan tarihinden itibaren Türk basınının incelediğimiz zaman, Ergenekon soruşturmaları sürecinde gözaltına alınanlara karşı yoğun bir arka çıkma, destek olma yaşandığını görüyoruz. 14 Nisan 2009 tarihinden itibaren Demokratik Toplum Partisi yöneticilerine, üyelerine, sempatizanlarına karşı sistematik bir gözaltına alma süreci yaşandı. Çeşitli illerde yapılan operasyonlarda 300’ü aşkın DTP li gözaltına alındı, 150 den fazlası tutuklandı. Türk basını Ergenekon şüphesi ile gözaltına alınanlara büyük bir ilgi gösterirken, DTP’lilere hiç ilgi göstermedi. Ergenekon şüphesi ile gözaltına alınanlara, gözaltına alınırlarken baskı yapıldığı, hukuksuzluk yaşandığı vurgulandı, ama DTP’lilerin yaşadığı zulüm hiç söz konusu edilmedi, görmezlikken gelindi. Her iki sürece yaklaşımda ayrımcılık yapıldığı açık bir şekilde kendini gösteriyor.
Türk basınında, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı profesör Türkan Saylan, “Baba beni okulu gönder” kampanyasını yürüten Tijen Mergen ve Çağdaş Eğitim Vakfı Genel Başkanı Gülseven Yaşar için çok övücü yazılar yazıldı. Yoksul ailelerin çocuklarını okulu gönderdikleri, onlara burs verdikleri, yoksul ailelerle özellikle ilgilendikleri vurgulandı. Yoksullukla mücadele eden bu kişilere ve kurumlara karşı gözaltı ve ev araması operasyonlarının çok yanlış olduğu vurgulandı. “Türkan Hanım’a da bu yapılır mı?”, “Tijen Mergen’e de bu yapılır mı?” dendi. Profesör Saylan’ın hastalığı dile getirilerek operasyonlar daha bir eleştirilir oldu.
Bense bu yazıda, Türk basınını hiç değinmediği, gizlemeye özen gösterdiği bir konuyu değinmek istiyorum. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin, “Baba beni okula gönder”, “Haydi kızlar okula” kampanyalarının, Çok Amaçlı Toplum Merkezi (ÇATOM)’un, Çağdaş Eğitim Vakfı’nın (ÇEV) çalışmaları, düşünceleri, eylemleri ve niyetleri ancak, Kürt sorunu bağlamında ele alındıkları zaman anlaşılabilir. Türk basını, Türk düşüncesi, bu örgütleri, bu örgütlerde çalışanları, her zaman, “çağdaşlık”, “insanlık”, “insani” gibi kavramlarla dile getirmektedir. Halbuki yaptıkları iş, tam aksi yönde bir içeriğe sahiptir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin, “Baba beni okula gönder”, “Haydi kızlar okula” kampanyalarının, Çok Amaçlı Toplum Merkezi’nin, Çağdaş Eğitim Vakfı’nin temel amacı, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu sağlamaktır. ‘Anadil anadan öğrenilir. Bu bakımdan geleceğin anaları Kürt kız çocuklarını asimile etmek çok daha önemlidir anlayışı vardır.’ Bu bakımdan bu örgütler Kürt kız çocuklarına daha yoğun bir şekilde yaklaşmaktadır. Kürt bölgelerinde yapılan YIBO’ların (Yatılı İlköğretim Bölge Okulları  , kız öğrenciler için yapılan pansiyonların temel amacı budur.
Bu çabaların İnsan Hakları kurumlarıyla işbirliği yapılarak değil, militarist kurumlarla, Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) gibi kurumlarla işbirliği yapılarak yürütüldüğü de biliniyor. “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Kürtlere Ne Veriyor?” başlıklı yazıda bu konulara değinilmişti ( www.kurdistan-post.org 19 Mart 2008 ).
Son 25 yılda, Kürt coğrafyasında yaşanan önemli süreçlerden biri, evlerin yakılması, köylerin yıkılması, temel geçim kaynaklarının tahribidir. Yüzbinlerce insanın, ailelerin, yerlerini, yurtlarını terke zorlanmalarıdır, mağdur edilmeleridir. ‘Faili meçhul’ denen cinayetler, yine önemli olan, sık sık yaşanan bir süreçtir. JİTEM tarafından (Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele) Kürt gençleri, Kürt köylüleri, esnaf, iş adamları, din adamları, işçiler, vs. kaçırılarak öldürülmüş, işkencelerle katledilmiş, cesetler, toplu mezarlara, kuyulara doldurulmuş, asit kuyularında, kalorifer kazan dairelerinde yok edilmiştir. Bu şekilde gerçekleştirilen cinayetlerin 17 binden fazla olduğu vurgulanmaktadır.
Bu örgütlerden hiçbirinin, bu örgütlerde çalışanların hiç birinin, Kürtlere karşı geliştirilen böylesine zulümler karşısında, devlet güçlerine karşı küçücük bir eleştirileri yoktur. İnternet sitelerinde, basın organlarında bu haberlere de yer vermezler. Kürtlere karşı geliştirilen sistematik zulüm, görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan gelinir. Bu örgütlerin, mağdur Kürt ailelerine, Kürt bireylerine sağlıklı bir ilgisi de yoktur. İlgi sadece, mağdur edilmiş, muhtaç hale getirilmiş ailelerin çocuklarınadır. Bu ilgi asimilasyon politikasının, asimilasyon uygulamasının gereği olan bir ilgidir.
Son yıllarda, 7-8 yaşlarındaki Kürt çocukları, polise, panzerlere taş atıyorlar diye, gözaltına alınıyorlar, işkence görüyorlar, tutuklanıyorlar, cezaevlerine konuluyorlar. 25 yıla yakın ceza istemleriyle yargılanıyorlar. Çocuk mahkemesinde yargılanmıyorlar, Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan bir değişiklikle polise, panzerlere taş atan çocukların yetişkinler gibi bu yasa gereğince yargılanmaları sağlanmıştır. Yetişkinlerin kaldığı cezaevlerine konulmaları sağlanmıştır. Altı yaşlarındaki Kürt çocukları bile gözaltına alınıp işkence görmektedir. Diyarbakır, Van, Batman, Adana, Mersin gibi yörelerde yaşları 8-15 arasında, cezaevlerinde olan, yargılanan 300’e yakın çocuk vardır. Bütün bu süreç içinde, bu örgütlerden hiçbiri çocukların bu şeklide gözaltına alınmalarına, işkence görmelerine, cezaevlerine konulmalarına, yargılanmalarına karşı bir açıklama yapmamışlardır. Gerek bu örgütler, gerek bu örgütlerde çalışanlar, çocuklara karşı sürdürülen bu şiddet politikasını olumlu bulmaktadır.
Halbuki, çocukların yaşadığı ortam ele alınıp, bu eylemler ifade özgürlüğü olarak da değerlendirilebilir. Bu çocukların mensup olduğu ailelerin evleri yakılıp köyleri yıkılmıştır. Şehirlerin varoşlarında da sağlıklı bir yaşantıları yoktur. İş yok, aş yok, sağlık olanakları yok eğitim yok… Güvenlik güçleri çocukların analarına, babalarına karşı durmadan küfür etmekte, aşağılamaktadır. Sık sık evlerine baskın yapılmakta, ana, baba, ağabey, dede vs. taciz edilmektedir. Bu koşullar altında çocukların polise öfke duymaları, öfkelerini de taş atarak dile getirmeleri doğal karşılanmalıdır.
Türk siyasal rejiminin, Türk siyasal sisteminin en önemli sorunu ifade özgürlüğü sorunudur. İfade özgürlüğü, düşün yasaklarıyla sistematik bir şekilde baskı altında tutulmaktadır. Düşün yasaklarının, birinci planda, Kürt sorununun algılanmasını, anlaşılmasını ve anlatılmasını engellemek için getirildiği çok açık bir gerçektir. Yukarıda belirtilen örgütlerden hiç birinin, bu örgütlerde çalışan hiçbir kişinin sistematik düşün yasakları konusunda devlete küçücük bir eleştirisi yoktur. Düşün yasakları çerçevesinde, soruşturmaya uğrayan kişilere karşı bir ilgileri de yoktur. Onların işi, sistematik asimilasyon politikaları ve uygulamaları konusunda önemli bir halka olmaktır. Kendi kendilerine verdikleri görevleri heyecanla, isteyerek yaparlar. Halbuki, bilimin temel koşulu düşün özgürlüğüdür. Bilim ancak bilim ortamında üretilebilir. İfade özgürlüğü, özgür eleştiri, özgür tartışma yoksa bilim ortamı da oluşamaz. İfade özgürlüğü demokrasinin de temel koşuludur. İfade özgürlüğünün kurumlaşmadığı bir siyasal sisteme demokrasi demek mümkün değildir.
İnsanlaşma…
İnsan olma, insanlaşma, bütün kişiler için, bütün toplumlar için önemli bir amaçtır. İnsan, nasıl insan olur? İnsanlaşma nasıl sağlanır? İnsanlaşmanın temel göstergesi, temel kriteri insanın, kendisi gibi insanlara gösterdiği muameledir. 1985-1988 yıllarını, Bulgaristan’ı hatırlayalım. O yıllarda, Bulgaristan’da, Türklere isim değiştirme operasyonları yapılıyordu. Türklere, “Bulgar isimleri alırsanız Bulgaristan Komünist Partisi’nde ve Bulgaristan devlet bürokrasisinde yükselme olanakları bulursunuz, aksi halde, yaşamınızda çok ağır güçlüklerle karşılaşırsınız…” deniyordu. Bulgaristan’ın bu politikası, uygulamaları, Türkiye’de devlet ve hükümet tarafından, basın, üniversite ve yargı organları tarafından, sivil toplum kurumları tarafından çok ağır eleştirilerle, suçlamalarla karşılaştı. Bulgaristan yönetimi emperyalist olmakla, sömürgeci olmakla, çağdışı olmakla, asimilasyoncu, gerici ve faşist olmakla suçlandı. Bulgaristan’ın, oradaki Türkler için uyguladığı politika elbette Türklerin Bulgarlığa asimilasyonunu amaçlıyordu. Bu bakımdan Türkiye’de çok büyük tepkiler oluşuyordu. İşte insanlaşma tam da bu noktada kendini gösteriyor. Çağdaş Yaşamı Desteleme Derneği, Çağdaş Eğitim Vakfı gibi kurumlar, Çok Amaçlı Toplum Merkezi (ÇATOM) gibi organizasyonlar, “Baba beni okula gönder”, “Haydi kızlar okula” kampanyalarını yürütenler, örneğin, Bulgaristan’da Türklerin asimilasyonu sürecine şiddetle karşı çıkıyorlar, ama Türk Devleti’nin Kürtlere uyguladığı asimilasyon politikasının gönüllü uygulayıcısı oluyorlar. Bu bakımdan burada, insani olana, insanlaşmaya karşı bir süreç yaşanıyor. Bunun, çağdışı ve gerici, bir süreç olduğu besbellidir.
Türk basını, Türk düşün çevreleri, Ergenekon operasyonları sürecinde büyük bir baskı gerçekleştiğini, hukuksuzluk yaşandığını vurgulamaktadır. Ama, Kürtlere, Demokratik Toplum Partisi’ne karşı geliştirilen operasyonlara, baskılara hiç ses çıkarmamaktadır. 17 binden fazla olduğu bilinen “faili meçhul” cinayetlere karşı da bir tepki yoktur. Darbeci anlayışa karşı daha yoğun bir destek olduğu çok açıktır. 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980) gibi geçmiş darbelerde zulüm görenlerin de bu anlayış içinde olmaları dikkate değer bir durumdur. Oya Baydar, Taraf’daki yazılarında, bu tutumu eleştirmiştir. Darbe Kuşaklarına Açık Mektup (14 Mart 2009), Darba Zihniyeti ve Sivilleşmek (21 Mart 2009), Devletin Zirvesi Esas Duruşta (3 Nisan 2009) başlıklı yazılarda bu görüşler dile getirilmiştir.
Köylerin yakılması,yıkılması, temel geçim kaynaklarının tahribi, “faili meçhul” cinayetler, yüzbinlerce insanın yerini yurdunu terke zorlanması, Kürt kimliğinin inkarı, asimilasyon politikaları, uygulamaları, şüphesiz Kürt toplumunu, Kürt milli değerlerini çürütmek için yapılmaktadır. Bütün bunların, Kürtlere, Kürt ailelere, Kürt toplumuna sıkıntı verdiği, yaşamı zorlaştırdığı açıktır. Ama, bu uygulamaların Türk toplumunu, Türk toplumsal kurumlarını, toplumsal değerleri çürüttüğü de vurgulanmalıdır. Kütleri, Kürt toplumunu çürütmek için düşünülen, yaşama geçirilen öneriler, aslında Türk toplumsal kurumlarını çürütmektedir. Türk üniversitesi çürümektedir. Türk basını çürümektedir. Kürt gerçeğini gizlemek, çarpıtmak, üniversitenin temel amacı olmaktadır. Olayları, olguları gizlemek, basın esas işlevi olmuştur. Bunların çürüme getirdiği açıktır. 9 Kasım 2005 e, Şemdinli’de, bir kitapevine JİTEM tarafından bomba atılmıştı. Suçlular suçüstü yakalanmıştı. Dönemin Genelkurmay Başkanı, yakalanan suçluların “iyi çocuklar” olduğunu söylemişti. Bundan sonra olayların nasıl geliştiğini de biliyoruz.
İddianame yazan savcının mesleki görevine son verilmesi, Van Ağır Ceza mahkemesi’nin, JİTEM elemanları sanıkları, ayrı ayrı 39 yıla mahkum etmesi…Yargıtay’ın bu mahkumiyet kararlarının bozması, davanı askeri yargıya devredilmesi… Askeri Yargıtay’ın ilk duruşmada ilgili sanıkları tahliye etmesi…
Sivil yargı ile askeri yargı arasındaki bu kadar zıt yorum farkı neyi gösterir? Adalet kurumlarının, adalet mekanizmasının çürüdüğünü gösterir. Hrant Dink’in katledilmesinde büyük rolü olan Yasin Hayal’e, Trabzon’da, bir iş yerine bomba attığı için üç yıl ceza veriliyor. Diyarbakır’da polislere ve panzerlere taş atan çocuklar, 25 yıl istemleriyle ve tutuklu olarak yargılanıyor. Bunlar, adalet kurumlarındaki çürümenin ciddi bir göstergesidir. Filistin’de, İsrail askerlerine ve İsrail tanklarına taş atan çocuklara, Türk basını tarafından nasıl övgüler düzüldüğü bilinmektedir. Gerek o çocuklar, gerek o çocukların anaları-babaları övgülere boğulmaktadır. Kürt çocukları aynı işi Türk tanklarına yapınca, “bu masum çocukları kim kışkırtıyor?” olmaktadır. Düşüncedeki böylesine bir çifte standart olması düşün hayatının çürümesinden başka bir şey değildir.
Kürt Rönesansı
Türk Devleti, Kürtleri çürüteceğim, asimile edeceğim diye, üniversite gibi, yargı gibi, basın gibi eğitim gibi, devletin temel kurumlarının çürümesine de yol vermektedir.Halbuki, bu baskılar, zulümler Kürtleri çürütememiştir. Kürtler, 7’den 77’ye dimdik ayaktadır. Hatta Kürtler, bugünlerde bir rönesans yaşamaktadır.
Kürtlerin bir Rönesans yaşadığını söylüyoruz. Bu nasıl olmaktadır? Profesör Türkan Saylan’a bazı sağcı çevrelerden, Fethullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen çevrelerden bazı eleştiriler gelmiştir.Bu çevreler, profesör Saylan’ı misyonerlik yapmakla, PKK’lilere burs vermekle suçlamaktadır. Bu sağcı çevrelerin Kürt sorununa bakışı, bir bakıma, resmi ideolojinin bakışına benzemektedir. Özellikle, Fethullah Gülen’e bağlı çevreler, Kürt bölgelerinde, ‘dine ve manevi değerlere bağlılık’ görünümü altında Türkçülük yapmakta, Türkçülüğü yaygınlaştırmaya çalışmaktadır. Ailelerinden koparılıp YİBO’ lara alınan Kürt çocuklarına Kürtçe nasıl yasaklanıyorsa, Fethullah Gülen taraftarlarınca organize edilen Kur’an Kursları’nda da Kürtçe yasaklanmaktadır. Devlet politikası olarak, Kürt bölgelerinde Kur’an Kursları’nı yaygınlaştırılmaktadır. Kur’an Kursları eğitimi de, Kürt çocukları pansiyonlara yerleştirilerek yapılmaktadır. Türkiye’nin Batı yörelerinde Kur’an Kursları’yla, İslami akımlarla mücadele eden devlet, Kürt bölgelerinde, Kur’an Kursları’nı, İslami akımları teşvik etmektedir. “Kürtleri geriletmek, Kürt sorunun dinsel akımlar içinde eritmek için bunlar gerekli olmaktadır” şeklinde bir devlet algısı vardır. Bu bakımdan Kürt sorunu söz konusu olduğu zaman, ‘aydınlanmacılık’ görüntüsü altındaki Kemalizmin Türkçülüğü ile, ‘dine ve manevi değerlere bağlılık’ görüntüsü altında yapılan Türkçülük arasında birçok benzerlik vardır. Bunlara rağmen, Fettullah Gülen’e yakın olan çevrelerin, Kürt sorunu karşısında, Kemalist anlayışa nazaran daha insancıl, daha hümanist olduğu söylenebilir.
Bu arada, Rasim Ozan Kütahyalı’nın, Taraf’ta yayımlanan bir yazısına işaret etmek gereği vardır. Rasim Ozan Kütahyalı, 22 Nisan 2009 tarihli Taraf’ta, “Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan” başlıklı bir yazı yayımladı. Yazar, Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’ın, Türkiye’de belirli toplum kesimlerince desteklendiğini, devletin, toplumun, kamuoyunun buna alışması gerektiğini, söylemektedir. Burada eksik bir algılama vardır. Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’ın konumları aynı değildir. Fethullah Gülen’in temsil ettiği çizgi, Kürtlere karşı, Kürt sorununa karşı, devletin, derin devletin, hareket ettirebildiği bir çizgidir. Devlet, bugün, Kürtleri, Kürt hareketini, PKK’yi geriletebilmek için her olanağı, her kurumu, her kişiyi kullanabilmektedir. Sağcılar, solcular, liberaller, dinsel akımlar vs. Hizbullah’ın devlet tarafından kurulduğu PKK’ye karşı, daha doğrusu şehirlerdeki yurtsever Kürtlere karşı mücadeleye sürüldüğü bilinen bir gerçektir. Fethullah Gülen çevresinin, yani Nurcu akımların, Bediüzzaman, Said-i Kurdi’nin Kürtlere ilişkin yazılarının tahrif edilerek, kırpılarak piyasaya sürüldüğü yine bilinen bir gerçektir. Bu anlayışa karşı, Said_i Kurdi’nin yazılarını aslına uygun olarak yayımlayan, Fethullah Gülen ve çevresinin bu anti-Kürt tutumunu eleştiren Kürt çevreler de şüphesiz vardır.
Yukarıda, Kürtlerin mağduriyetini istismar eden, Fethullahçı çevrelerin, Kürt çocuklarının Kur’an Kursları’nda toplayıp Kürtçe’yi yasakladığını, Kürt çocuklarının Türk dili ve Türk kültürü ortamında yetişmeleri için gayret sarf edildiğini belirtmiştim. Bu dayatmalara karşı olan din adamları da Kürt dilini ve Kürt kültürünü savunmaktadır. Bütün baskılara rağmen, esnaf, gençler, öğrenciler, arasında, kadınlar arasında, işçilerde, köylülerde, din adamlarında, Kürt diline, Kürt kültürüne karşı yoğun bir ilgi gelişmektedir. Bunun bir Rönesans olarak değerlendirilmesi mümkündür. Artık, bu süreci durdurma olanağı da yoktur. Bu çerçevede vatan bilincinin gelişmesi için de çaba gösterileceği açıktır.
Toplumsal Potansiyelin Yönü?
29 Mart 2009 Yerel seçimlerinde Kürtler, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı başta olmak üzere, Batman, Van, Siirt, Tunceli, Iğdır, Hakkari, Şırnak belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Bunun gibi, nüfusu yüzbin civarında olan, yüzbini aşan, ilçelerin belediye başkanlıklarını da kazanmıştır. Bu, Kürtleri yerel yönetimlerde iktidar yapmaktadır. Bu da dikkate değer, önemli bir gelişmedir. Bismil, Ergani, Silvan (Diyarbakır), Nusaybin, Kızıltepe (Mardin), Doğubeyazıt, Patnos (Ağrı  , Yüksekova (Hakkari), Malazgirt (Muş  , Kurtalan (Siirt), Tatvan (Bitlis), Hilvan (Urfa), Akdeniz (Mersin) bu şehirler arasındadır.
Kürt şehirlerinde askerin, polisin ve özel timlerin ne kadar çok olduğu bilinmektedir. Bunun yanında Kürt bölgelerinde iş yapan Türk iş adamları varlığına da işaret etmek gerekir. Bu kesimlerin oylarını bloklar halinde Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) verdiği açık bir gerçektir.
Kürt toplumunda bugün yoğun bir dinamizm, yoğun bir potansiyel vardır. Gençlerde, kadınlarda, çocuklarda bu potansiyeli, enerjiyi izlemek mümkündür. Bu potansiyeli, bu pozitif enerjiyi, olumlu yönlere, Kürt değerlerinin kazanılmasına yönlendirmek de önemli olmalıdır. “Öcalan’ın doğum gününü kutluyoruz”, “Üveys Ana’yı ölüm yıldönümünde anıyoruz” diyerek kitleleri seferber etmek sağlıklı bir tutum değildir. Doğum günlerine, ölüm yıldönümlerine politik içerik vermek de doğru değildir.
Olanla-bitene makul açıklamalar getirmek bilim yönteminin, esas amacıdır. Bu da sadece akılsal yeteneklerin değil, imgesel ve duyusal bütün yeteneklerin kullanılmasını gerekli kılar. Bugün, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’yle, derneğin faaliyetleriyle ilgili anket yapılsa, ankete katılanlar, herhalde, % 99.99 derneğin faaliyetlerini olumlu bulduğunu söyler. Ama bu, anketle anlaşılabilecek bir konu değildir. Bu vicdani bir sorundur, bu bir insanlık sorunudur. Bu, düşüncenin çifte standartlı tutumlardan kurtarılması sorunudur. 17. yüzyılı düşünelim. Dünyanın güneş etrafında dönüp dönmediği anketle mi saptanacak? Böyle bir anket yapılsa ne gibi bir sonuç alınacağı besbellidir. % 99.99, “Dünya evrenin merkezidir, güneş dünyanın etrafında dönmektedir, dünyanın merkezi de Roma kilisesidir” gibi bir sonuç… Ama doğru olanı, bilimsel olanı bu anket veremez. Galileo gibi, üç-beş kişi de olsa, doğru olan, bilimsel olan onların söylediğidir
Herkesin, bu arada Kürtlerin de kendi kimliklerini, özgürce yaşama hakları vardır. İnsanların asimilasyon politikalarıyla ve uygulamalarıyla karşılaşmadan yaşamaları, özgürce yaşamaları evrensel bir haktır. Avustralya Aborjinleri için, Amerikan yerlileri için yanıp tutuşan, onların kökünü kurutanları eleştiren, suçlayan, toplumsal vicdandan söz eden profesör Türkan Saylan, Kürtlere uygulanan asimilasyonda, mekanizmanın önemli bir vidası, zincirin önemli halkası olduğunu, Kürtler tarafından böyle anılacağını bilmelidir. Aynı ifadeler Tijen Mergen için de kullanılabilir. Prof. Dr. Türkan Saylan, çifte standartlı düşüncenin, çifte standartlı tutumların bilim yöntemi anlayışına çok zıt bir anlayış olduğunu da bilmelidir. Düşün hayatını kurutan, çölleştiren, beyinleri kötürümleştiren önemli süreçlerden biri de çifte standartlı düşünceler ve tutumlardır. Düşün hayatı elbette bilim yönteminin ışığında gelişmelidir.
IV. “ASİMİLASYON POLİTİKASI YOKTUR!”
14 Nisan 2009 günü, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, İstanbul’da, Harp Akademileri’nde, Yıllık Değerlendirme konuşması yaptı. Bu konuşmada Genelkurmay Başkanı, Türkiye’nin toplumsal tarihinde, siyasal geçmişinde asimilasyon yoktur dedi. Bu bilgiyi temellendirmek için de, Prof .Dr. Metin Heper’in, Devlet ve Kürtler ( Doğan Kitap, Eylül 2008 ) kitabını kaynak gösterdi.
“Türkiye’de Kürtlere asimilasyon politikası uygulanmamıştır, asimilasyon yoktur” şeklindeki bilgi, insanı şaşırtmaktadır. Bu, ak olana kara, kara olana ak deme gibi bir şeydir. Bu kadar açık bir gerçek nasıl inkar edilebilmektedir, nasıl bu kadar, başka bir şey olarak gösterilebilmektedir, çarpıtılabilmektedir? “Kürtlere asimilasyon yapılmamıştır” şeklindeki bilgi bilimsel bir bilgi değildir. Bu gücünü devletten alan, resmi ideolojiden alan bir bilgidir.
Bilim, ancak, karmaşık olaylar arasındaki ilişkileri anlama, kavrama ve açıklama yöntemidir. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu ise, ayan beyan ortada duran çok açık bir süreçtir. Ayrıca, olguları, olgusal ilişkileri ille de bilimsel bir şekilde konuşmak da anlamlı değildir. Apaçık görünen olguların gerisindeki nedenleri, ilişkileri irdelemek elbette önemli olmalıdır.. Öte yandan bilimin veya bilimle uğraşan kişilerin kendini kabul ettirmek, ikna etmek gibi bir görevi, bir durumu da yoktur. Önemli olan, olguları anlamaya, kavramaya, açıklamaya çalışmaktır. Bütün bunlara rağmen, bilim yönteminin ilkeleriyle ilgili bazı konuları dile getirmek gerekir.
Bilim ancak bilim ortamında üretilebilir. Bu, düşün özgürlüğünün sınırsız olduğu bir ortamdır, özgür eleştirinin, özgür tartışmanın dinamik bir şekilde yaşandığı, kurumlaştığı bir ortamdır. Emir-komuta zincirinin egemen olduğu, belirleyici olduğu askeri ortamların, bilim ortamı yaratamayacağı besbellidir. Kürtler konusu, Türkiye’de düşün yasaklarının egemen olduğu, belirleyici ve yönlendirici olduğu bir alandır. Resmi görüşün eleştirilmesi idari ve cezai yaptırımlar getirebilir. Bu ilişkiler ağında Genelkurmay Başkanı’nın, “tek gerçek budur”, “nihai gerçek budur” diye basın önünde konuşmalar yapması, etik değildir. Bu tutum etik olmadığı gibi, konuşmanın içeriği bilimsel de değildir. Toplumsal olguları, yasalarla, yönetmeliklerle, askeri emirlerle tarif etmek, yönlendirmek, çarpıtmak, saptırmak, etik bir tutum da değildir, bilimsel bir tutum de değildir. Bilimde doğruların tek ölçütü olgulardır. Olgular tarafından sınanamayan, olgular tarafından doğrulamayan veya yanlışlanamayan önermeler bilimsel önermeler değildir.
Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtlerin Türklüğe nasıl asimile edilebileceği ile ilgili olarak pek çok rapor yazılmıştır. Kaldı ki, bu, İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçtir. Cumhuriyet bu süreci, daha sistematik olarak ele almıştır. Tek parti döneminde genel müfettişler tarafından yazılan, başbakanlar tarafından, içişleri bakanları tarafından, vali, genel müdür gibi üst düzey kamu yöneticileri tarafından hazırlanan onlarca rapor vardı... Emekli subaylar, emekli generaller, üniversite profesörleri tarafından hazırlanan, yazılan, pek çok rapor vardır. Bu raporların hepsinin de gizlilik derecesi vardır Bu raporlarda yazılanların hayata geçirilmesi için çaba sarf edildiği de bilinmektedir.
Türk Devleti’nin Kürtlere ilişkin temel politikası asimilasyondur. “Türklüğe asimile olmayanları, ille de Kürt kalacağım diyenleri fiziki olarak imha etmek gerekir” şeklinde bir devlet algısı da vardır. Kürtçe’nin yasaklanması, çarşıda pazarda Kürtçe konuşanlardan, konuştuğu kelime miktarınca para cezası alınması asimilasyon içindir. 7-8 yaşlarında okula başlayan Kürt çocuklarına Kürtçe’nin yasaklanması, eğitimde Türk dilinin ve kültürünün egemen kılınması asimilasyon içindir. Kürtçe’den “ilkel dil” diye bahsedilmesi, bu “ilkel dil”i konuşanların, aşağılanması, küçümsenmesi asimilasyon gereğidir. Bu, Kürtlerin kendi değerlerine kuşkuyla bakmalarını, giderek kendi değerlerinden kopmalarını sağlamaktadır. Kürt kültürünün, Kürt yaşam tarzının, örneğin Kürt kıyafetlerinin küçümsenmesi, aşağılanması, horlanması asimilasyon ortamı yaratmak içindir. Kürtçe yer isimlerinin, köy, mahalle, mıntıka isimlerinin değiştirilmesi, Kürtçe isimlerin yasaklanması, Türkleştirilmiş isimlerin, Türkçe isimlerin dayatılması asimilasyon gereği olan çabalardır. Kürtçe eğitimin her seviyede yasaklanması asimilasyon içindir. Her gün çocuklara söylettirilen, “Türküm, doğuyum, çalışkanım…Varlığım Türk varlığına armağan olsun” asimilasyon sürecinde yaşama geçirilen, vazgeçilmez, önemli bir uygulamadır
1960 da, 27 Mayıs darbesinden sonra, devrin Devlet Başkanı ve Milli Birlik Komitesi Başkanı Org. Cemal Gürsel, Diyarbakır’da, açık havada, Kürtlere yaptığı bir konuşmada, “size Kürt diyenin yüzüne tükürün” diyordu. Bu ifade ne anlama gelmektedir? Çünkü, Kürt, Kürtlük, aşağılama, hakaret içeren bir sözcük olarak kullanılıyordu. Devlet Başkanı ve Milli Birlik Komitesi Başkanı Org. Cemal Gürsel, “size Kürt diyenin yüzüne tükürün” diyerek Kürtleri bu hakaretten, aşağılanmaktan kurtarmak istiyordu. İşte, asimilasyon ortamı böyle oluşturuluyordu.
Çocuklara Kürtçe isimler verilmesinin yasaklanması, Türkçe isimler dayatılması asimilasyon içindir. Devletin, Kürt alfabesindeki, X,W,Q, Ê harfleri ile hala sorunu vardır ve bunları yasak kategorisinde tutabilmek için yoğun bir çaba sarf edilmektedir. Bu çaba doğrultusunda, yargı organları da dinamik bir şekilde kullanılmaktadır. Kürtçe’nin kullanımı konusunda getirilen yasaklara uymamanın çok ağır idari ve cezaî yaptırımlar getirdiği açıktır. Bunun anlamı şudur: Asimilasyon uygulamaları, idari ve cezaî yaptırımlarla korunmaktadır.
Bu olgular ve olgusal süreçler etkin bir şekilde yaşanırken, “Türkiye’de Kürtlere asimilasyon politikası olmadı, asimilasyon uygulanmadı” demek çok yanlıştır. Profesör unvanlı kişilerin bu görüşü doğrulayan kitaplar yazmaları, dile getirilen düşüncelerin bilimsel olduğunu göstermez, sadece, üniversitenin, profesörlerin, çok ağır bir şekilde resmi ideolojinin etkisi altında kaldıklarını gösterir. Bilimde doğruluğun temel ölçütü olgulardır. Yaşanan olgular da bu süreçleri açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Devletin Kürtlere karşı geliştirdiği asimilasyon politikaları ve uygulamaları konusunda şunları ifade etmek çok daha doğrudur: Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunun sağlamak için eğitim kurumları etkin bir şekilde kullanıldı. Devletin zorlayıcı baskı araçları, jandarma, polis, ordu, güvenlik birimleri etkin bir şekilde kullanıldı. Yargı organları, üniversiteler, profesörler etkin bir şekilde kullanıldı. Sivil toplum örgütlerini bu anlayış doğrultusunda seferber etmek, her zaman vazgeçilmez bir politikaydı. Bütün bunlara rağmen, işte bu kadar asimilasyon gerçekleştirilebildi…
27 Mayıs (1960) askeri müdahalesinden sonra uygulanmaya başlanan Bölge Yatılı İlkokulları, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirme sürecinde çok önemli bir uygulamaydı. Bölge Yatılı İlkokulları’nın yarattığı ortam, asimilasyonu gerçekleştirmede çok elverişli bir ortamdı. Bölge Yatılı İlkokulları asimilasyon için vazgeçilmez bir mekanizmaydı. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu bugün de, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Çok Amaçlı toplum Merkezi (ÇATOM) Çağdaş Eğitim Vakfı gibi kurumlarla, “Baba beni okulu gönder”, “Haydi kızlar okula” gibi kampanyalarla yürütülüyor. Geçmişte, 30-40 yıl öncelerine kadar asimilasyon devlet kurumlarıyla yürütülürdü. Artık sivil toplum kurumları da seferberliğe katılmış durumda. Bu, geçmişe göre önemli bir fark. Ama şu ilişkileri de hatırlatmak gerekir. İnsan Hakları kurumlarıyla değil, askeri kurumlarla, TÜSİAD gibi kurumlarla işbirliği yaparak asimilasyon mekanizmalarında yer alan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi dernekler ne kadar sivil derneklerdir?
Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu sağlamak, Kürt toplumunda, Türk dilini, Kürt kültürünü egemen kılmak, Kürtçe’nin unutulmasını sağlamak, Kürt kültürünün yaşamasına engel olmak için, çok büyük çaba harcanmıştır. Bu çabalar sistematik bir şekilde sürdürülmektedir. Devletin bu konuda başarısız olduğu da söylenemez. Okur-yazar Kürtler arasında, özellikle, “aydın” denebilecek Kürt kesimleri arasında ciddi bir asimile olma durumundan söz etmek mümkündür. Bütün bunlara rağmen, şu ilişkiyi, şu durumu da belirtmek gerekir: Devlet, bu toplum kesimlerinde Kürtçe’nin unutturulmasını sağlamış, Türk dilini ve kültürünü egemen kılmış olabilir ama. Kürtlük yine de unutturulamamıştır.
Köy Enstitüleri ve Kürtler
Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Kürtçe’nin unutturulması, çocuklara Türk dilinin ve kültürünün egemen kılınması çerçevesinde Köy Enstitüleri’nin de incelenmesi gerekir. Köy Enstitülerinin Türkler için ve Kürtler için anlamı çok farklı olmalıdır. Köy Enstitüleri, Türkler için, “aydınlanma” kavramı çerçevesinde değerlendirilebilir. Katılarak eğitim, iş başında eğitim, nazari bilgiler eğitimi yanında pratik yapılması, yeni, dinamik, olumlu bir eğitim olarak ele alınabilir. Ama bu süreç Kürtler için aynı şeyi ifade eder mi? Aile ortamından, mahalle-köy ortamından koparılıp eğitimin gerçekleştirildiği okullara, pansiyonlara yerleştirilen Kürt çocuklarını düşünelim. Eğitim süsesi boyunca Kürtçe yasak. Kürtçe, Kürt kültürü, Kürt yaşamı aşağılanıyor, horlanıyor. Günde en az bir defa, “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Varlığım Türk varlığına armağan olsun” şeklinde ant içiriliyor. Kürtçe’nin yasak edildiği, günlük hayatta, yaşamın her kesiminde, Türk dili ve Türk kültürü egemen kılınıyor. Ve bu çocuk, okuldan mezun olup, bir Kürt köyüne öğretmen olarak tayin edildiği zaman ilk işi Kürtçeyi yasaklamak oluyor. Burada, Kürtler için bir “aydınlanma”dan söz etmek mümkün mü? Aydınlanma, başta, düşün yasaklarını, egemen otoritenin, tek tip insan yetiştirmek için getirdiği yasakları eleştirmekle başlamaz mı? Örneğimizde ise, Kürtlerin kimliğinin inkarıyla ilgili yeni yeni yasaklar getiriliyor, yasaklar giderek kurumlaşıyor. Kanımca, Köy Enstitülerinin, Türkler ve Kürtler için anlamı farklı olmalıdır.
“Türk milleti” nasıl tarif ediliyor?
Genelkurmay başkanı sözü edilen konuşmasında Türk milleti’nin tarifini de yaptı.
Cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk millet denir” dedi. Bunun Atatürk’ün sözü olduğunu vurguladı. Kürt halkının, böyle bir tarifin içine nasıl sokulduğu elbette irdelenmesi, kavranılması gereken bir durumdur. Genelkurmay Başkanı, bir gazetecinin bu konudaki bir sorusuna da cevap vermedi. Toplumsal ve siyasal kategorileri emir-komuta zincirinin egemen olduğu ortamlarda tarif etmek, sağlıklı bir yol değildir. İnandırıcı da değildir. Türk artı, Kürt artı, Arap artı, Çerkes artı, Laz artı ve öbürlerinin nasıl Türk milletini oluşturduğu, bilimin kavramlarıyla çözümlenmesi gereken bir durumdur. Orgeneral Başbuğ, “bunu Atatürk’ün söylemesi, kendi el yazısıyla bunu dile getirmesi doğruluğunun önemli bir kanıtıdır. ” diyor. Bu keyfi bir tariftir. Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Çerkeslerin, Lazların, Ermenilerin, Rumların, Musevilerin, Süryanilerin vs. toplamının neden başka bir kategori değil de ille de Türk milleti oluşturduğu elbette incelemeye değer bir konudur.
Bilim Yönteminin Temel İlkeleri
Kaynağını otorite sayılan insanlardan, bu kişilerin düşüncelerinden alan görüşlerin yanlış olabileceğini düşünmek, bu düşünceleri sorgulamak, varılan sonuçları kamuoyuna açıklayacak kadar dürüst ve cesur olmak bilim yönteminin çok önemli bir özelliliğidir. Otorite kabul edilenlerin söyledikleri, tutumları, bilimde doğruluğun ölçütü olamaz. Bilimde doğruluğun tek ölçütü vardır, o da olgulardır. Beğeni ve eğilimlerimize uyan birtakım düşüncelere ve teorilere değil, olgulara ve nesnel verilere bağlı kalmak, düşünceyi olgulara tam uyacak şekilde değiştirmekten ne pahasına olursa olsun kaçınmamak bilim yönteminin diğer bir özelliğidir. Bu ilkelerden binicisi eleştirel yargılama gücünü, ikincisi nesnel verilere, olgulara, olgusal ilişkilere saygıyı dile getirir. Bu çerçevede Atatürk’ün de eleştirilebileceği açıktır. Kaldı ki bundan çok daha önemli bir ilişki daha vardır. 1919-1921 yıllarını hatırlayalım. Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi sırasında, Kürt şeyhlerine, Kürt aşiret reislerine, Kürt ağalarına yazdığı mektuplar, Amasya Protokolü’ndeki, “Zaferden sonra Kürtlere de milli hakları verilecektir söylemi, “Misak-ı Milli’den Türklerin ve Kürtlerin yaşadıkları toprakları anlıyoruz” sözleri, 1922’deki “Kürtlere özerklik” planları da dikkatlerden uzak tutulamaz. Mustafa Kemal’in, 1920’lerin başlarındaki, yani Milli mücadele dönemindeki açıklamalarıyla 1930’larda yaptığı , “Cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” beyanı arasında bir çelişki olduğu açıktır. Bu çelişkinin olgulara, nesnel verilere bağlı olarak çözümlenmesi Türk siyasal kültürü hakkındaki bilgilerimizi de arttıracaktır.
Alt kimlik-üst kimlik tartışmaları
Genelkurmay Başkanı’nın bu konuşmasıyla birlikte, Türkiye’de, alt kimlik-üst kimlik tartış
maları da alevlendi. Orgeneral Başbuğ, Türk üst kimliği altında, farklı kimliklerin de alt kimlik olarak varolabileceğini söyledi. Alt kimliklerin bireysel haklar talep edebileceğini fakat bunların, kollektif haklar talep etmelerine izin vermeyeceklerini vurguladı. Bu ilişkilerden “Türkiyelilik”diye bir kavram da üretilmektedir. Bu anlayışta olanlar, üst kimlik olarak “Türk” değil, “Türkiyelilik” kavramının kabul edilmesini söylemektedir. Kanımca somut olgular karşısında “Türkiyelilik” kavramı da bir avuntudan başka bir şey değildir. Üst kimlik olarak “Türk” ile “Türkiyelilik” arasında fazla bir anlam farkı yoktur. Çünkü, Türkiye, Türklerin yaşadığı yer, Türklerin vatanı anlamına gelmektedir. Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas gibi, etnisiteye vurgu yapmayan bir isim değildir. Türkiye, Arabistan, Hindistan, Türkistan, Sırbistan, Kürdistan, Macaristan gibi, etnisiteye vurgu yapan bir isimdir. Türkiye’de, alt kimlik-üst kimlik tartışmaları tek bir koşulda sağlıklı bir tartışma kabul edilebilir. Türk de örneğin Kürt gibi alt kimlik olarak kabul edilirse, bu tartışmadan sağlıklı sonuçlar üretilebilir. “Türkiyelilik” kavramıyla sağlıklı sonuçlara varmak mümkün değildir. Bunu ister Prof. Dr. Baskın Oran ve Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu söylesin, ister Genelkurmay söylesin veya söylemesin, ister PKK veya Demokratik Toplum Partisi söylesin durum değişmez.
Hükümet-Parlamento-Genelkurmay
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, 29 Nisan 2009 tarihinde de, Ankara’da Genelkurmay Karargahı’ında bir basın toplantısı yaptı. Basın toplantısında, İstanbul’da, Bedrettin Dalan Arazisinde yapılan kazılardan çıkan silahlardan söz edildi. “PKK’nin dağdan indirilmesi” de önemli bir konuydu. Org. Başbuğ, TCK 221 den, bu maddenin etkin pişmanlığı düzenleyen ikinci fıkrasından söz etti. TCK 171 den de söz etti. Bu maddelerin hassasiyetle uygulanmasını istedi. “Başka bir düzenleme düşünmüyoruz” dedi.
Rejimin ana niteliğini konuşuyoruz, anlamaya, kavramaya çalışıyoruz. “Başka bir düzenleme düşünmüyoruz” ifadesi, Türk siyasal Rejiminin, Türk siyasal sisteminin ana niteliğini de göstermektedir. Demokrasilerde, parlamenter sistemlerde, “af” gibi konuları düşünecek olanlar kimlerdir? Hangi kurumlardır? Hükümet veya parlamentodur. Siyasal partilerdir, mil | | | | Z.Dersim (şimdiye kadar 148 posta) | |
Rejimin ana niteliği
(yazının devamı
Türk Siyasal Kültüründe Sloganlar
“Kürtlere asimilasyon yoktur, asimilasyon uygulanmamıştır” önemli bir slogandır. Olgular tarafından çürütülmesine rağmen, bu slogan halen savunulmaktadır. Bu, Kürt sorunuyla ilgili olarak üretilmiş bir slogandır.
“Türkiye’de halkın % 99’u Müslümandır.” Bu, 15 milyondan fazla Alevi’nin varlığını inkar eden bir slogandır. Alevilerin bir kısmı, “ sonuçta biz de Müslümanız” deseler de, bu slogan yaşanan hayat tarafından çürütülmektedir
“Türk bir etnisitenin adı değildir, Türk, Arap, Kürt, Laz, Çerkes, herkes’i kapsar” şeklindeki slogan, siyasal kültürün önemli sloganlarından biridir. Sık sık karşımıza çıkmaktadır. Birinci olarak da Kürt sorunuyla ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Terör dış kaynakladır” şeklindeki saptama da bir slogandır. Bu, Türkiye’nin dünyada ne kadar çok kayırıldığını gizleyen bir slogandır. İsrail’in, dünyada en çok kayırılan bir devlet olduğu söylenir. ABD’nin, AB’nin, Birleşmiş Milletler’in, İsrail’i kayırdığı söylenir. Kanımca Türkiye İsrail’den daha çok kayırılmaktadır. Böyle olduğu için, Türkiye, 20 milyondan fazla olan Kürt halk varlığını inkar edebilmiştir. AB’ye, ABD’ye bu inkarın çok doğal olduğunu kabul ettirebilmiştir. Binlerle ifade edilen “faili meçhul” cinayetler konusunda Avrupa kurumlarının, uluslar arası kurumların küçücük bir eleştirileri bile yoktur. 21 Mart günlerini, Newroz’u, Diyarbakır’ı hatırlayalım. Yüzbinlerce Kürt’ün, kadınların, çocukların, gençlerin, yaşlıların, işçilerin, köylülerin, esnafın, serbest meslek sahiplerinin, orada, Newroz kutlamalarına katıldığını görüyoruz. Yüzbinlerce kişilik terör olur mu? Ama, AB ve ABD terörü Türkiye gibi tarif ediyor. Türkiye’nin terör dediğine bunlar da terör diyor, Kürtlerin her etkinliğini bu çerçevede değerlendiriyor. Kimse Kürtlere, PKK’ye yardım falan etmiyor, herkes devlete yardım ediyor. Bunun neden böyle olduğu irdelemesi gereken bir durumdur. Eğer PKK bugün, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, İtalya’da, İspanya’da, Hollanda’da, Danimarka’da, İsveç’te vs. gösteri miting, yürüyüş yapabiliyorsa, yayın yapabiliyorsa, neden, oralarda, bu tür etkinlikleri herkesin yapabilmesidir. Türkler, Araplar, Tamiller vs. oralarda bulunan herkes bu tür etkinlikleri yapabilir.
Dünyada, Türkiye’nin kayırılmasının önemli göstergelerinden biri, binleri aşan “faili meçhul” cinayetlerdir. Genelkurmay Başkanı 14 Nisan 2009 tarihinde ve 29 Nisan 2009 tarihinde iki saati aşkın süreyle basın önünde konuşmuştur. Bu cinayetlerle ilgili bir açıklama yapmaması, JİTEM’in faaliyetleri ilgili olarak hiçbir şey söylememesi, basın mensuplarının, köşe yazarlarının da bu konuyla ilgili bir soru sormaması dikkate değer bir durumdur.
Abdülkadir Aygan’dan sonra, Yıldırım Beğler de JİTEM’deki faaliyetlerini itiraf eden, açıklamalar yapmıştır. Ertuğrul Erbaş’ın, Yıldırım Beğler’le yağtığı röportaj, Sabah Gazetesi’nin. 12-17 Nisan 2009 tarihleri arasında yayımlanmıştır. Yıldırım Beğler, PKK itirafçısı değildir. Doğrudan doğruya JİTEM elemanı olarak çalışmaya başlayan bir kişidir. Kerküklü bir Türkmendir. JİTEM’de tercüman olarak çalışmaktadır. Güney Kürdistan’da ele geçirilen PKK’lilerin sorgularına katılmıştır.
6-7 gün boyunca Yıldırım Beğler, JİTEM’in faaliyetleryle ilgili çok olay anlatmıştır. Generallerin, subayların, özel timlerin, savcıların, yargıçların yapıp ettikleriyle ilgili zengin bilgiler vermektedir. Yıldırım Beğler PKK’lileri, PKK sempatizanlarının işkencelerle katlederek kuyulara dolduranları, toplu mezarlara atanları, “salaklık”la , iş bilmezlikle suçlamaktadır. “Biz bu işi daha profesyonelce yapıyorduk. Öldürülen kişilerin cesetlerini kalorifer kazan dairelerinde yakıyor, hiçbir iz bırakmıyorduk .Öldürülen kişilerin küllerinin nerede olduğunu ben biliyorum” diyor. Yıldırım Beğler, “JİTEM tarafından gözaltına alılanlar zaten sorgu sırasında yapılan işkencelerle ölüyorlardı.” diyor.
Yıldırım Beğler, “sorguladığımız PKK’lileri, PKK sempatizanlarını helikopterlere bindiriyor, savaşın, çatışmanın cereyan ettiği alanlarda, onları, helikopterlerden oralara atıyorduk. Böylece, çatışmalarda yaşamlarını yitirmişler izlenimi yaratmaya çalışıyorduk” diyor. Yıldırım Beğler, Ertuğrul Erbaş’ın, kendisiyle yaptığı röportajda, şunları da dile getirmektedir. “Faili Meçhul”lerin çoğu, sorguda gerçekleşen işkenceler sırasında ölmüştür. Sorgulananlar zaten perişan bir halde olurlardı. Onları bu şekilde savcıların huzuruna çıkarmak zaten mümkün olmazdı. Her şeyden önemlisi, sorguyu, savcılar da perde arkasından yönetirler, sorguyu izlerlerdi. Bazen savcılara, sorgulanan kişilerin söylediklerini, durumunu anlatmaya çalışırdım. Savcılar, ‘ben duymadım, görmedim’ derlerdi.”
Yıldırım Beğler, kendi kişisel kanısı olarak, “Ergenekon soruşturmaları çerçevesinde, bu cinayetlere ortak olduklarından dolayı savcılar da yargılanmalıdır” demektedir. Yıldırım Beğler, JİTEM elemanlarının, subayların, generallerin, özel timlerin, savaş serecinde ne kadar zenginleştiklerini, kısa zamanda büyük birikim sahibi olduklarını da söylemektedir. Kendisinin nasıl zenginleştiği de anlatmaktadır. “Devletin araçlarıyla, askeri araçlarla uyuşturucu kaçırıyorduk, petrol kaçakçılığı yapıyorduk, Irak’ta yasak olan uydu anteni gibi (Saddam Hüseyin dönemi) bazı malzemelerin kaçakçılığını yapıyorduk” demektedir. “Bütün bunları, yöneticiler, valiler, kaymakamlar, savcılar, yargıçlar, subaylar, generaller, polisler yakından bilmektedir.” demektedir.
Bütün bu olup bitenleri, şüphesiz batılı istihbarat örgütleri, batkılı basın, batılı yöneticiler de bilmektedir. Bütün bunlara rağmen, binleri aşan “faili meçhul” cinayetlerin konusunda ciddi bir algı olmaması, Türkiye’nin, uluslar arası planda kayırıldığını gösterir. Bu ilişkilerin bilincine varmak, Kürtler için çok önemli olmalıdır. Bu yasa dışı ilişkilerin bilincine varmak, bu süreçlerle mücadelenin yolunu da açacaktır. Anayasada veya yasalarda küçücük bir değişiklik yapıldığı zaman, batalı kurumlar, bunu, “Türkiye demokrasi dev adımlarla ilerliyor” şeklinde algılamaktadır. Ama, sınırsız devlet terörü, yasa dışı işler, hukuksuzluk bilmezlikten, duymazlıktan, görmezlikten gelinmektedir. Batı’nın Türkiye’yi kayıran bu tutumları, “faili meçhul” cinayetlere rağmen Türkiye’yi kayırmaları, hukuksuz ilişkileri, devlet terörünü, dikkatlerden, gözlerden ırak tutmaları elbette eleştirilmelidir.
“Türk”ün Türk’ten başka dostu yoktur” sloganını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Dostluk veya değil, nasıl olursa olsun, dünyada Türk Devleti’ne arka çıkıldığı, devlet terörüne göz yumulduğu açık bir gerçektir. Devlet, kendisine yapılan arka çıkmaları fazla öne çıkarmamak için, böyle sloganlar da üretiyor.
“1915 tarihçilerin işidir.” “Ermeni sorunu tarihçilerin işidir”, devletin, Ermeni sorunuyla ilgili olarak ürettiği bir slogandır. Bu sloganın ne kadar boş olduğu, işlevsiz olduğu ABD Başkanı Obama’nın, 1915 yılı ile ilgili olarak 15 Nisan 2009’ yaptığı açıklama sonrasında ortaya çıkmıştır. Başkan Obama’nın, 1915 hakkında, Ermenilerin, o zamanlar, tarif ettiği gibi, “Büyük Felaket”in Ermenicesi olan, Medz Yegern ifadesini kullanması Türkiye’yi rahatsız etmiştir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan, bu ifadenin kabul edilemez olduğunu, gerçeklerin çarpıtıldığını söylemiştir. Bunun anlamı şudur: Biz gerçeğin ne olduğunu biliyoruz, bunun dışında bir görüş kabul etmiyoruz. O zaman bu tarihçiler ne yapacaklar acaba?
İfade özgürlüğünün olmadığı, özgür eleştirinin kurumlaşmadığı bir yerde, “1915 tarihçilerin işidir” demek, anlamı değildir. Önemli olan, bu konularda, düşüncenin özgürce ifade edilebilmesidir.
Ermeni soykırımı, bir insanlık sorunudur, bir vicdan sorunudur. Bu sorun, Türkiye’nin Ermenistan’la veya ABD’yle, AB’yle vs. yapacağı pazarlıklarla çözülecek bir sorun değildir. Uluslararası kurumların, uluslar arası yargı kurumlarının çözmesi gereken bir sorundur. “Ermeni sorununu çözmek için, Türk tarihçilerinden ve Ermeni tarihçilerinden bir komisyon oluşturalım. Bu komisyonun vereceği karara razı olacağız.” Şeklindeki açıklamalar da içi boş sözlerdir. Bu tür önerilerin içinin neden boş olduğu yukarıda açıklanmıştı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, ABD Başkanı Obama’nın açıklamasından sonra, “Ermeniler çok Türk ve Müslüman öldürdü. Obama, Türklerin ve Müslümanların acılarını da dile getirmeliydi” dedi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türklerden ve Müslümanlardan söz ediyor. Türklerin de Müslüman olduğu açık bir gerçek. O zaman, Müslümanlar sözcüyle ne ifade edilmektedir? Cumhurbaşkanı Gül, Kürtler dememek için, Kürtleri de içine alan daha geniş bir kavramı, Müslümanlar kavramını kullanıyor. Türkler de bu kavram içinde yer aldığı halde, Türkler sözcüğüne birinci derecede vurgu yapmaktan kendini alamıyor.
Türk siyasal kültüründe, “tek dil, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” diye ifade edilen bir slogan daha var. Bu ifadelerle somut olguları dikkate almayan, farklı kültürleri yasalarla, yönetmeliklerle, emirlerle, idari ve cezai yaptırımlarla bir arada tutmaya çalışan, bir anlayışı görmek mümkündür.
“Şiddet miadını doldurmuştur. Şiddet ile hiçbir şey elde edilmez, hiçbir yere varılmaz” Bu da Türk siyasal kültürünün önemli bir sloganıdır. Bu, PKK şiddetini kınayan, suçlayan bir slogandır. Bu anlayışın, devlet şiddetine, devlet terörüne, örneğin “faili meçhul” cinayetlere, küçücük bir eleştirisi yoktur. Devlet terörüne bir eleştiri getirmeden, şiddet dursun demek, sağlıklı bir tutum değildir. Demokratik toplumlarda, örneğin Batı toplumlarında, şiddete elbette yer olmamalıdır. Çünkü bu toplumlarda ifade özgürlüğü kurumlaşmıştır. Halkların kimlik haklarıyla ilgili bir sorunları yoktur. Ama, devlet terörünün kurumlaştığı, “faili meçhul” cinayetlerin işlendiği bir yerde, insanların, devlet şiddetine karşı, devlet terörüne karşı kendilerini korumaları, kendi güvenliklerini sağlamaları gerekir. Bu tür toplumlarda şiddet batı toplumlarında algılandığı gibi algılanamaz.
“Önce devlet”, Türk siyasal hayatının Türk siyasal kültürünün, Türk devlet yönetiminin,Türk egemenlik sisteminin en önemli sloganıdır. Toplumsal ve ekonomik gelişmeyi durduran bu anlayıştır. Pek çok toplumsal ve ekonomik sorunun temelinde bu anlayış vardır. Kürt sorununun temelinde de bu anlayış vardır. “Önce devlet” yerine, “önce insan” anlayışı konulmadan, sağlıklı, toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmeyi tutturabilmek imkan dahilinde değildir.
“Kürtler ne istediklerini bilmiyorlar” şeklinde yaygın bir görüş vardır. Halbuki Kürtler, dergilerinde, gazetelerinde, partilerinin programında ne istediklerin anlatmaya çalışıyorlar. Buna rağmen Türk düşün çevreleri, Türk basın çevreleri, “Kürtler ne istediklerini bilmiyorlar” şeklindeki şablonvari görüşü sürdürüyor. TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı Aralık 2008 de, bir Kürt Raporu yayımladı. Rapor, Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası, Bölgeden Hükümete Öneriler başlığını taşıyor. Bu rapordan sonra, Türk basınında, “Kürtlerin ne istedikleri artık belli” şeklinde yorumlar da görülmeye başladı. Aslında, TESEV Raporu’nda yazılanlar, Kürtlerin, gazetelerinde, dergilerinde, parti programlarına yazdıklarıydı. Belki biraz daha derli-toplu yazılmış olabilir.
Demek ki, Kürtlerin ne istediği, ancak, TESEV veya benzeri kuruluşlar tarafından dile getirildiği zaman dikkate alınıyor. Bu, Türk düşüncesinin, Türk basının, Kürtleri muhatap almak istememesinden kaynaklanan bir durumu ortaya koyuyor.
Bu çerçevede askerler tarafından dile getirilen bir görüşe de değinmek gerekir. Askerler, Türk basınını, bazı yazarları, basın mensuplarını eleştirirken, sık sık, “ordu siyasete bulaştırılmak isteniyor”, “asker siyasete çekiliyor” şeklinde eleştiriler dile getiriyor. Bunun olmaması gereğini vurguluyor. Halbuki, ordu tam anlamıyla siyasetin içindedir. 2003-2004 yıllarındaki darbe planlamalarını düşünelim. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven adlarıyla anılan darbe planlamaları geniş anlamda siyaset değil mi? Üstelik, örneğin siyasal partilere siyaseti yasaklayan, otoriter yönetim getiren bir siyaset…14 Nisan 2009’da ve 29 Nisan 2009 Genelkurmay Başkanı, Org. İlker Başbuğ , basın mensuplarının da bulunduğu bir ortamda, iki saati aşkın sürelerle konuştu. Siyasal partilerin, hükümetin, TBMM’nin, milletvekillerinin dile getirmesi, tartışması gereken her konuyu konuştu. Bazı konular hakkında direktifler verdi. Bu da bütün siyasal partilerin üstünde olmak isteyen bir devlet partisi anlayışıdır. Emredici, yasaklayıcı bir anlayış…
Türk basını, Türk düşün çevreler, Kürtler arasında, cinayet, “töre”, kan davası istenmeyen, olumsuz olaylar olduğu zaman, hemen, olayları, aşiret, şeyhlik, toprak ağalığı, gibi, feodal kurumlara bağlıyor. Halkın cehaletinden, eğitim seviyesinin düşüklüğünden söz ediliyor. Fakat bu kurumların neden hala ayakta olduğu hiç sorgulanmıyor. Devletin bu kurumların temsilcileriyle neden işbirliği yaptığı hiç konuşulmuyor. Böyle bir süreç yaşanmıyor gibi bir tutum içinde. Örneğin, koruculuk anlayışıyla, bu kurumlara can verildiği, dirilmelerinin sağlandığı hep dikkatlerden, gözlerden ırak tutuluyor. Halbuki, Kürtlerin halk olarak inkarı, inkarın sistematik bir devlet politikası olması, devletin bu feodal kurumları ayakta tutmasıyla, bunlara, kan ve can vermesiyle mümkün olmaktadır. Kürtlerin halk olarak inkarı temel bir politikadır. Bu sistematik devlet politikası irdelenmeden bu feodal kurumların neden hala ayakta olduğu, cinayetlerin, “töre”lerin neden sık sık yaşandığı anlaşılamaz.
Feodal toplumda, şeref kavramına dayalı bazı değerler vardır. Örneğin kan davalarında bile kadınların ve çocukların hedef alınamayacağı, düşmanla her zaman yüz yüze dövüş edip arkadan saldırılmayacağı, düşmana maskeyle gizlenip vurulamayacağı, kendisine sığınan bir kişinin, düşmanı bile olsa, hasmı olan bir güce teslim edilmeyeceği gibi değerler, feodal toplumda şeref kavramı çerçevesinde yaşayan değerlerdir. Savaş sürecinde bu değerlerde de büyük bir aşınma olduğu yine gözlenen bir durumdur. Bu da inkar politikalarıyla yakından ilgilidir.
V. KÜRT ALGISI, HÜKÜMET-ASKER İLİŞKİLERİ
Türkiye’de, devlet yönetimiyle ilgili kurumlar arasında uyuşma olduğu sık sık söylenir. Bu görüş, “devletin üst yönetiminde, kurumlar arasında ‘konsensüs’ var” şeklinde ifade edilir. Aslında bunu, yönetim organları arasında uyuşmazlıklar olduğu şeklinde anlamak gerekir
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı vs. sık sık, “Türkiye’de yargı bağımsızdır” diye bir görüş ileri sürer. Kurumlar arasında olduğu söylenen ‘konsensüs’de bunun gibi bir söz…
Modern demokrasilerde devlet yönetiminde etkin olan kurum hükümettir. Hükümet devletin yönetiminden tek başına sorumludur. Modern demokrasilerde hükümet, devlet yönetiminde hem yetkilidir, hem de sorumludur. Modern demokrasilerde, örneğin Batı demokrasilerinde resmi ideoloji diye anılan bir kurum yoktur. Resmi ideoloji, devletin cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunun vurgulamak gerekir. Resmi ideolojiye sahip bir devlet demokratik devlet sayılmaz. Demokrasinin en önemli kriteri düşün özgürlüğünün, özgür eleştiri kurumunun dinamik bir şekilde çalışıyor olmasıdır. Modern demokrasilerde düşün özgürlüğü, özgür eleştiri kurumlaşmıştır. Düşün özgürlüğünün, özgür eleştirinin kurumlaştığı bir siyasal sistemde, basın özgürdür. Resmi ideolojinin belirleyici ve yönlendirici olduğu bir siyasal sistemdeyse, basın, resmi görüşün propagandasını yapar, resmi ideolojinin gereklerine göre tavır ve davranış sergiler.
Türkiye’de resmi ideolojiye sahip bir devlet vardır. Resmi ideolojiye sahip devletlerde, devlet-hükmet diye bir ayrım söz konusudur. Resmi ideolojiye sahip bir devlette, devlet yönetiminde, birinci derecede belirleyici ve yönlendirici kurumlar, resmi ideolojiyi koruyan ve kollayan kurumlardır. Bu, Türkiye’de ordudur. Ordu, resmi ideolojiyi yüksek bürokrasiyle birlikte oluşturur. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi yüksek yargı kurumlarının, üniversitelerin, resmi ideolojinin korunmasında ve kollanmasında çok büyük bir role sahip oldukları görülmektedir. Basın ise, resmi anlayışın, resmi ideolojinin doğrultusunda bir çaba sergilemektedir.
Demokratik olmayan devletlerdeki, yani resmi ideolojiye sahip devletlerdeki devlet-hükümet ikilemini atanmışlar-seçilmişler şeklinde ifade etmek mümkündür. Devlet yönetiminde seçilmişlerin, atanmışlar karşısında ciddi bir ağırlığı yoktur. Bu bakımdan, dört yılda veya beş yılda bir yapılan seçimler, demokrasinin tek kriteri değildir. Bu, gerekli ama yeterli olmayan bir kriterdir, ikinci derecede önemli olan bir kriterdir.
Atanmışlar, seçilmişler ilişkisinde, yetki ve sorumluluk dağılımının incelenmesinde de yarar vardır. Atanmışlar, devlet yönetiminde yetkili olanlardır. Ama bunlar uygulamaların sonuçlarından sorumlu değildir. Sorumluluğu kabul etmemesi bir sivil hükümete ihtiyacını dile getirir. Buradaki “sivil” asker olmayan anlamındadır. Yüksek bürokrasi, yüksek yargı organları, üniversite, örneğin Kürt sorunuyla ilgili olarak askerin bütün görüşlerini benimsemektedir. Bu kurumlar bu görüşlerin koruyucusu ve kollayıcısıdırlar. Aslında, sivilleşme, devlet gücünün bir kurumdan alınarak devlet kurumları arasında paylaştırılması değildir, sivilleşme gücün halka geçmesidir. Sivil toplum örgütleriyle murad edilen gücün halkta toplanmaya başlamasıdır.
Kurumlar Arasında Anlaşmazlık
Taraf Gazetesi, 12 Haziran 2009 tarihli nüshasında, “Adalet ve kalkınma Partisi Hükümeti’ni ve Gülen Cemaatını Bitirme Planı” diye ifade edilen bir belge açıkladı. Bu planın Genelkurmay Karargahına bir albay tarafından hazırlandığı vurgulanıyordu. Bu, devlet yönetimde, orduyla hükümet ardasında bir anlaşmazlığın olduğunu veya ordu içinde, hükümete karşı bir cuntanın oluşumun gösterir.
Devletin tepesinde, kurumlar arasında uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, çelişkiler olabilir. Bu çelişkiler tırmanabilir de. Fakat bu süreçte bir kopma olmaz. Birbirleriyle anlaşmazlığı olan her iki kurum da bu anlaşmazlıklara rağmen yaşamasını sürdürür. Bu süreçte, kurumlardan birinin görüşü, isteği daha ağır basabilir ama yine de bir kopma olmaz. Kopma olmaması öbür kurumunda yaşamını sürdürmesine yol açmaktadır. Sürecin bu içeriğine yön veren temel dinamik Kürt sorunudur.
Kürt sorununda, sorunu saptamada, sorunu sorun olmaktan çıkarmada kendini görevli sayan en önemli kurum ordudur. Ordu, bu konuda, hükümetin, diğer kurumların bu işe karışmasına olumlu bakmamaktadır, bunu engellemektedir. Ordu sadece, hükümete, neler yapılması gerektiğine dair planlar vermekte, bunların yerine getirilip getirilmediğini denetlemektedir. Hükümet de bu konuda kendisinin inisiyatif almamasından rahatsız değildir.
“AKP Hükümetini ve Gülen Cemaatını Bitirme Planı”nın içeriği de doğru değildir. Zira, dinsel akınlara, bu arada Gülen Cemaatına yol veren ordunun kendisidir. Kürt sorunuyla baş edebilmenin önemli bir yolu olarak, Kürtlerin yaşadığı bütün alanlarda, dinsel akımların örneğin dinsel yayın yapan radyoların, televizyonların dinsel vakıfların vs. teşvik edilmesi, devletin, ordunun önemli bir politikasıdır. Kürtleri dinsel akımlarla oyalamak, sorunu dinsel akımlar içinde eritmeye çalışmak önemli bir anlayış ve uygulamadır. Kürtlerin yaşadığı her alanda bu sürece teşvik etmek vazgeçilmez bir devlet politikası olmuştur. Örneğin, Kur’an Kursları Kürdistan’da teşvik edilmektedir, dinsel akımlar, dinsel cemaatlar de teşvik edilmektedir. Hizbullah’ın özel olarak PKK’yle, genel olarak Kürt sorunuyla mücadele etmesi için devlet tarafından, derin devlet tarafından örgütlendirildiği, askeri kışlalarda eğitildiği bilinmektedir. Devletin, Batı yörelerinde, dinsel akımların gelişmesine karşı hassa olduğu, bunu engellemeye çalıştığı söylenebilir. Ama, Kürt bölgelerinde dinsel akımları geliştirmek önemli bir devlet politikası olmuştur. Öte yandan Gülen Cemaatı de Kürtlerin yaşadığı her alanda, resmi ideolojinin gereklerine göre bir eğitim yaptığı, Türk dilini ve kültürünü geliştirdiği açıktır. Örneğin Kur’an Kursları için toplanan öğrencilere eğitimleri sırasında Kürtçe’nin yasaklandığı biliniyor. Kürt medreseleriyle Gülen Cemaatına ait Kur’an Kursları arasında çok büyük bir fark olduğu hemen göze çarpmaktadır. Kürt medreselerinde eğitimin Kürtçe yapılması, Kur’an eğitiminin, Arabça eğitiminin vs. Kürtçe yapılması medreselerin yasaklanmasını getiren önemli bir nedendir. Gülen Cemaatı’nın Said-i Nursi’nin Kürtlerle ilgili sözlerini ve yazıların tahrif ederek, yazılardaki Kürt, Kürdistan gibi sözcükleri çıkararak, değiştirerek yayımladıkları da biliniyor. Bu eserler Kürt taraftarlar tarafından Said-Kürdi’nin eserleri olarak yeniden yayımlanmıştır.
Ordu bu ilişkiler sürecinde, sadece Gülen Cemaatına ihtiyaç duymamaktadır, bütün dinsel akımlara, dinsel cemaatlara ihtiyaç duymaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisi gibi bir partiye, bu partinin kurduğu hükümete ihtiyaç büyüktür. Çünkü AKP denildiği zaman, Avrupa Birliği’yle ilişkiler, ne düzeyde olursa olsun, ABD’yle, insan hakları ve özgürlüklerle, liberal anlayışla ilişkileri nasıl olursa olsun, dinsel bir akım görünümünü çağrıştırmaktadır. AKP denildiği zaman ilk önce bunlar akla gelmektedir. Genel seçimlerde ve yerel seçimlerde asker, polis gibi kamu görevlilerinin, Kürt bölgelerinde daha çok, AKP’ye oy vermeleri, AKP’ye oy verilmesini teşvik etmeleri, Demokratik Toplum Partisi’ne oy verenleri tehdit etmeleri, bu nedenlerle izlenir ve gözlenir olmaktadır.
Kürt sorunu, kurumların birbirlerine olan ihtiyacını ortaya koymakta, uyuşmazlıklar tırmansa bile, bir kopuşun yaşanmasının engellemektedir. Fakat, şurası açık bir gerçektir. Kürt sorununda inisiyatifi ele alamayan, bu konunun askere devredilmesine ses çıkarmayan, hükümet, asker karşısında inisiyatif sahibi olmayacaktır. Yukarıda kısaca belirtilen yetki ve sorumluluk paylaşımı, böyle bir kopuşu yine mümkün kılmamaktadır.
Taraf Gazetesi’nin 12 Haziran’da açıkladığı ‘belge’ veya ‘bir kağıt parçası’ üzerinde epey tartışma olmuştu. Bu tartışma sürecinde TBMM, askerlere sivil yargı yolunu açan bir yasayı kabul etti. Yasa tasarısı, hükümetin tasarısı olarak TBMM’ye gönderilmişti. Yasa, askerler tarafından işlenen ağır cezalık suçların, sivil mahkemelerde yargılanacağını öngörüyor. Hükümete karşı darbe planları yapmak da ağır cezalık bir suç oluyor. Asker böyle bir yasaya karşıydı. Muhalefet, özellikle CHP askerden yana tavır sergilemişti. Buradaki sivil sözcüğü de askeri olmayan anlamındadır. Bazı yargıçların, bazı Ağır Ceza Mahkemelerinin, özellikle Yargıtay’ın, askerlerin istekleri ve direktifleri doğrultusunda kararlar verdikleri iyi biliniyor. Türkiye’de asker, idari ve mali bakımlardan özerktir. Daha önemli olarak, hukuki bakımdan da özerktir. Asker kendisini denetlettirmemektedir. Askeri mallar, askeri kadrolar, askeri harcamalar Sayıştay’ın denetimine tabi değildir. Polisin de buna yakın bir dokunulmazlığı vardır. Bütün bunlara rağmen, sözü edilen yasa tasarısının kabul edilmesi, demokratik anlayışın gelişmesine önemli bir katkı sağlayacaktır.
VI. TÜRK EGEMENLİK SİSTEMİ
Anadolu Halkları-Yerel Halklar, Devşirme Sistemi
Oğuzlar, Orta Asya’dan, Horasan’a, İran’a, Ortadoğu’ya 11. yüzyılda geldiler. Oğuz akınları, 12.13.14. yüzyıllarda da devam etti. Bu, düzenli bir akın değildi. Bu, hedefi önceden saptanmış alanlara yapılmış bir akın değildi. Türkmenler, kendilerine, yaşayabilecek, geçimlerini temin edebilecek bir yer arıyorlardı. Dört asır boyunca, Anadolu’ya, Van Gölü çevrelerine gelen Oğuzların sayısının 200 bin ile 600 bin arasında olduğu uzmanların görüşüdür.
Oğuz Türkleri bu bölgelere geldiğinde buralarda yaşayan yerli halklar kimlerdi? Örneğin Yukarı Mezopotamya’da, Van ve Urmiye gölleri çevresinde, Kürtler, Asuriler-Süryaniler, Keldaniler Ermeniler, Yahudiler, Araplar ve daha kuzeyde de Gürcüler vardı. Güney Mezopotamya’da, Irak’ta, Suriye’de Araplar, yaşıyordu. Karadeniz kıyısında Lazlar, Pontuslar, Ege’de, Akdeniz yörelerinde, Kızılırmak deltasında Rumlar, Ermeniler vardı. Yerli halklar bunlardı. Oğuz Türkleri 11. yüzyılda bu bölgelere geldiğinde buralarda yerli halkların nüfusu 10 milyon civarındaydı.
Selçuklu İmparatorluğu’nda ve daha sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminde şöyle bir anlayış görüyoruz. Yönetimi oluşturan kadrolar, yerli halklardan seçilmiyor. Devşirme sistemi var. Yönetim kadroları, egemenlik kurumları devşirmelerden oluşturuluyor. Yerli halklardan kadrolar oluşturulmuyor, yerli halklar genel olarak sistemin dışında tutulmaya çalışılıyor.
Bu anlayışın temel nedeni kanımca mülkiyet sorunudur. Yerli halklar, yerli halkların ileri gelenleri bölgelerinde mülkiyet sahibidir. Örneğin geniş toprak mülkiyetine sahiptir. Bundan dolayı halk üzerinde belirli etkileri de vardır. Kendi bölgesinde geniş toprak mülkiyetine sahip bir kişinin, örneğin bir beyin, ileride, yönetime karşı sorun çıkarabileceği, örneğin, özerklik, bağımsızlık peşinde koşabileceği düşünülüyor. Bunu engellemek için, egemenlik kurumlarının, yönetim kadrolarının yerlik halklardan değil, devşirmelerden seçilmesine özen gösteriliyor. Yönetimdeki bütün üst görevler, mevkiler, devşirme sisteminden sağlanmaktadır. Balkanlar’dan genç yaşta toplanan, Rum, Sırp, Hırvat, Romen, Bulgar, Pomak … çocukları Osmanlı ideolojine göre yetiştirilmekte, yönetimin üst kademesine bunlar getirilmektedir. Hıristiyan ailelerden sağlanan bu çocuklar, kendi köklerinden koparılarak, doğal aile ve toplum ortamlarından koparılarak, bambaşka bir ortamda yetiştirilmektedir. Artık o doğal ortamlarla ilişki kurmaları da olanaksızdır. Bunlar artık, bütün varlıklarıyla devlete bağlıdır. Devlet sayesinde varolmuşlardır. Varlıkları ancak, devletin devamıyla mümkündür. Böyle bir algılama söz konusudur. Bu bakımdan bu kesimler, devletin koruma ve kollama görevini çok ciddi bir görev olarak algılamaktadırlar.
Bulunduğu alanda, geniş toprak mülkiyetine sahip bir kişi, bir bey, böyle bir koruma-kollama anlayışına sahip olmayabilir. Ayrıca egemenlikle ilgili bazı işleri bizzat kendisi gerçekleştirmek isteyebilir. Bölgedeki mülkiyet yapısı, bu yapı dolayısıyla halkla gelişen ilişkiler, bağlar, böyle bir olanak doğurabilir. Bu da şüphesiz merkezi yönetim anlayışına zıt bir süreç doğurur. Öte yandan, doğal ortamlarından, aile ortamlarından koparılan Hıristiyan çocukları, kendi amacına göre yetiştirmek çok daha kolaydır. Ama, aile bağları olan Müslüman çocukları yetiştirmek o kadar kolay olmayabilir.
Bu çocukların yetiştirildiği okulun adı Enderun’dur. Osmanlı döneminde, Enderun’a, örneğin, Türkmen, Kürt, Arap çocuklarının kabul edildiğine dair bir bilgi yoktur. Çocukları aile ortamından, doğal ortamlardan zorla kopararak uzak mekanlarda başka bir toplumun ihtiyacı için yetiştirmek devşirme sisteminin çok önemli özelliğidir. 1960’lardaki Bölge Yatılı İlkokulları benzer bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu okullar Kürtlerin asimilasyonunu hedeflemekte, bugün Yatılı İlköğretim Bölge Okulları (YIBO)’lar olarak yaşamını sürdürmektedir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Çağdaş Eğitim Vakfı gibi örgütlerle aynı anlayış sivil toplum kurumlarınca da gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. 1948 Cenevre Sözleşmesi, çocukların aile ortamlarından koparılıp başka bir toplumun ihtiyaçları için yetiştirilmesi sürecini, böylece çocukların doğal ortamlarına, aile ortamlarına müdahale edilmesini suç sayar. Jenosit suçunu oluşturan süreçlerden biri… Ama, Türk düşüncesi genel olarak devşirme sistemiyle övünmektedir. Bu da çağdaş demokratik anlayışla, Türk düşüncesi arasında, resmi görüş arasında ciddi bir çelişkinin, algılama farkının olduğunu gösterir.
İttihat ve Terakki döneminde ve özellikle Cumhuriyet döneminde, devlet yönetimini oluşturan kadroların yerli halklardan değil, Anadolu’ya dışarıdan gelen halklardan oluşturulduğu açık bir gerçektir. Her iki dönemde de Çerkeslerin, devlet yönetiminde üst kadrolarda önemli rol aldıkları görülmektedir. Balkan göçmenlerinin, Kırım’dan, Kafkasya’dan, Orta Asya’dan gelen göçmenlerin Cumhuriyet döneminde, devletin üst yönetiminde önemli görevlere, önemli mevkilere getirildikleri izlenmektedir. Bu kesimler, Türkiye’ye hiç bir şeye sahip olmayarak gelmişler, baskıdan zulümden kaçarak gelmişler. Türkiye’deki yaşamları tamamen devlete bağlı. Devlet, Rum sürgünü ve Ermeni soykırımı sonrasında kalan taşınmazların önemli bir kısmını bu kesimlerden ailelere hibe ederek bunları ideolojik ve politik olarak devlete bağlamada ciddi bir iş yapmıştır. Bu bakımdan bu göçmenler, devlete ve devlet ideolojisine, resmi ideolojiye sıkı bir şekilde bağlı bir grup olmuşlardır. Yerli halklardan, örneğin Türkmenlerden, Kürtlerden oluşturulacak kadrolar devlet ideolojisine bu yoğunlukta bağlı olmayabilirdi. Bu devletin Çerkeslere, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya göçmeni Türklere güveni her zaman büyük olmuştur, onların, yönetimin üst kademelerine getirilmelerinde devlet bürokrasisinde onlara önemli mevkiler verilmesinde, bu bağlılıklardan dolayı herhangi bir sakınca görülmemiştir. Ama, Alevi Türkmenlerin, özellikle Kürtlerin bağlılığından her zaman kuşku duyulmuştur.
19. yüzyılın son çeyreğinde, 1878 Qsmanlı-Rus Savaşı sonrasında Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya çok yoğun göçler olmuştur. Balkanlardan gelenler, şüphesiz, 14. yüzyılın ortalarından itibaren Balkanların Osmanlılar tarafından fethedilmesi sürecinde, Anadolu’dan koparılarak Balkanlara yerleştirilenlerin, yani “Evlad-ı Fatihan”ların torunlarıdır. 1912 Balkan yenilgisinden sonra, bu göçler daha da yoğunlaşmıştır. İttihat ve Terakki döneminde, devlet yönetiminde ileri görevlere, yüksek mevkilere getirilenler daha çok bu kesimlerden oluşturulmaktadır, seçilmektedir.
Cumhuriyet’te, tek parti döneminde, Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, milletvekillerini tayin ederdi. “Çift dereceli seçim” aslında bir tayindi. Gerek milletvekilleri, gerek o milletvekillerini seçecek olan delegeler hep tayinle o göreve gelirlerdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, milletvekili olarak tayin edilenlerin önemli bir kısmı bu kesimlerden seçiliyordu.
Türk egemenlik sisteminin önemli bir boyutu budur. Osmanlı yönetim sisteminde toprak mülkiyetine sahip yerli halklardan bürokrasi için eleman temin etmeme; bürokrasiyi devşirmelerden, Cumhuriyet döneminde de dışarıdan gelen halklardan temin etme anlayışını olgulara dayalı olarak irdelemek gerekir.
Osmanlı döneminde toprak, tımar sistemi denilen bir sistemle işletiliyordu. Toprak tımar, zeamet, has şeklinde birimlere ayrılıyordu. Bütün bu birimlerin başında, merkezden tayin edilen görevliler vardı. Bunlar, ilgili kişilere savaşta gösterdikleri yararlara göre dağıtılıyordu. Yerli halklardan kişilerin, bu görevlere getirilmesi söz konusu değildi. Kürdistan da, 16. yüzyılın başından beri, İdris-i Bidlisi’den beri farklı bir sistem, Kürt özerkliği diyebileceğimiz bir sistem uygulanıyordu. Bu sistem de 19. yüzyılda, İkinci Mahmut (1808-1839) döneminde, gelişen ayaklanmalar sürecinde yıkıldı. Kürdistan da organik olarak merkezi yapının içine alındı.
Tek Tip Adam Yetiştirme, Herkesi Türk Yapma
Türk egemenlik sistemi derken, Klasik Osmanlı dönemini, İttihat ve Terakki dönemini, daha sonra da Cumhuriyet dönemini ayrıca değerlendirmek gerekir. Tek tip adam yetiştirme son iki dönemin önemli bir özelliğidir. İttihat ve Terakki ile başlayan bu dönem Cumhuriyetle birlikte daha sistematik olarak sürdürülmüştür. Tek dil, tek millet, tek devlet, tek vatan, tek şef anlayışı bu dönemlere işaret etmektedir. Rumlar sürgün edilerek, Ermeniler soykırıma uğratılarak bu anlayışın yaşama geçmesinin önündeki pürüzler kaldırılmaya gayret edilmiştir. Yahudiler ise Kemalist ideolojinin oluşturulmasında devlete her zaman yardımcı olmuşlardır. İttihat ve Terakki döneminde de Cumhuriyet döneminde de böyle bir gelişim vardır. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığı asimile edilmeleri yine bu anlayış doğrultusunda yaşama geçen uygulamalardır. Etnik bakımdan ve dinsel bakımdan homojen bir toplum yaratmak Cumhuriyet döneminin çok önemli bir amacıydı. Bu, Kemalist ideoloji tarafından, “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” şeklinde ifade ediliyordu.
İsmail Beşikçi
http://www.kurdistan-post.com/Niviskar-op-viewarticle-artid-1862.html
____________________________________________________________________
|
Cevapla:
Bütün konular: 301 Bütün postalar: 672 Bütün kullanıcılar: 736 Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse 
|
|
|
|
|
|
|
Bütün hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
|
|
|
|
|
|
|
|