Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono.
   
  SIMA XÊR AMÊ! DERSİM ZAZA PLATFORMUNA HOŞ GELDİNİZ!
  KIRMANCİYA BELEKE
 

 

1938 VE ÖNCESİ DERSİM 

ya  Ovacık  da

KIRMANCİYA BELEKE 

Emirali YAĞAN

"Bizi kamyona doldurdular.

Tüfekli iki erin nezaretinde.

Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular.

Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar.

Tarih öncesi köpekler havlıyordu."

Cemal Süreya

Korkunç Yavuz’un, İsmail’e Şah çektiği tarih derkenara yazılsın ve hatırlansın: Osmanlı – Pers savaşının galibi Yavuz Sultan Selim, tek kale uzatmaları, istila alanlarında Kızılbaşları kese biçe sürdürür. Bu sınırsız katliamdan kurtulabilenler, Munzur ve Mercan sıra dağlarını kendilerine siper tutabilenler olur.  O tarihten beridir Dersim, sınırları içinde hep mesafeli durur Osmanlıya.

Kuzey Afrika’dan Yemen’e, Viyana önlerinden Kafkasya’ya uzanan Osmanlı İmparatorluğu, 1514’de Çaldıran Savaşı’yla sınırlarına dahil ettiği ve ancak egemenliğini tesis edemediği Dersim’i, beş yüz sonra, enkazının saklısında tuttuğu nur topu gibi bir sorun olarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne miras bırakır! Ne halifeliğin şeriatına, ne padişah hükmüne boyun eğmemiş Dersim ahalisi, Kemalist iktidara da sarık - şapka çıkarmaz; geleneğine uygun dikbaşlılığıyla, sınırlarına dahil olduğu merkezi otoriteye ne asker verir, ne vergi. 

Enleşe, genleşe sınırsızlığa hüküm salacak Osmanlı İmparatorluğunun tecrit çemberi içinde, Dersimlinin kendine hükümran yaşayışının bir bedeli vardı. Dağlarını kendine siper tutan Dersimliler, dıştan gelen her saldırı dalgasını, ilerlediği yerde hırpalayıp dışına kusan yabanıl bir bağışıklıkla efsunluydular adeta. Geçitlerin elverdiği boşluklardan sızan seferi orduların nal selleri işitildiğinde, aşiretler çoluk çocuğunu ayak altından kaldırıp, yamaçlara heyelan düşüren bir hengame içinde, çete düzeni alıyorlardı o hızla. Mercan Geçidi, Ali Boğazı ve Pülümür kanyonu gibi dıştan gelen saldırılara geçit kapısı gibi görünen yerler, Hanibal’in filler sürüsüyle Alplerin eteklerinden Po Ovası’na yürürken yaşadığına benzer telef oluşlar, yamaçlara tutunan kayaları harekete geçiren görünmez, yabanıl doğal tuzaklar taşıyordu. Patikaların uzandığı uçurumları, gedikleri, geçit vermez meşelikleri, derin, engebeli koyakları, taşkın dereleri ve yaban hayatıyla uyumlu yaşayan Dersim aşiretlerinden yana taraflıydı doğa. Çeperde, içerlerde yekdiğerine eklenerek yaşanan çatışmalar, seferler azdan az, çoktan çok bir minval üzere sürüp gider.

İmparatorluğun gelip geçen askeri ulemaları, her yenibahar döndüğünde, bir önceki güz mevsiminden yarım bırakılmış Dersim seferini tamamlamaya; yeni ordular dizmeyi adet edinirler. Ve böylelikle mevsimler yıllara, yıllar yüzyıllara akar; nice sultanlar gelip geçer, kimler nice sınarlarsa da egemenlik hükmünü, nafile! Talih, bir türlü seferi ordulardan yana dönmez; Dersim’in fatihi olmak hiçbir paşaya, sultana nasip olmaz!.

İki sefer arası boşluklar, Arapkir’den Bayburt’a, Egin’den, Erzincan’a Çarsancak’tan Çemişgezek, Harput ve Maden’e, Dersim’i çevreleyen ilçelerin uleması, sancak beyleri ve mirlerin Divân-ı Hümâyun’a sundukları şikayet dilekçeleriyle doludur. “İdare-i Şahanelerinin” şeriat hükmünün bölgede bir an önce tesis edilmesi dilekleri, boşluğu kapamaya yetmez. Bu uzun tekerrür tarihinin özeti şudur: Timurlenk’i ve Korkunç Yavuz’u Mercan ve Munzur sıra dağlarının öte yüzünde, Kamah kalesinin yamaçlarında eğleyen Dersimliler, onları izleyen dolu dizgin taburlara daha çokça nal döktürüp, çarık eskittirirler; kuşaklar boyu ödedikleri bedele karşılık!..

Birbirini izleyen saldırı ve seferlerin yerleşik hayatı tahrif ede geldiği, ekili tarlanın biçilemediği, harmanın kaldırılamadığı, tohumun topraktan geri dönmediği açlığın, kıtlığın, çekirge sürülerinin aman vermediği bir kıstırılmışlık içindeki aşiretler çareyi, çevre madenleri ve ticaret tekelini elinde bulunduran uzak yakın kasaba merkezlerine, kervan yollarına kol atmakta ararlar. Depolara, ambarlara, taşınabilir mallara tamah, toplumsal bir ihtiyaçtan geliyordu.  Kenar kasaba merkezlerine kurulmuş mülki idare konaklarına, askeri garnizonlara, bulduğu her fırsatta kol atıp taciz etmek de vardı bu karşı saldırılarda. İnançlarına ve varlıklarına yönelmiş tehdidi savmak, imparatorluk düzeni içinde kendilerince tutturulmuş düzeni korumak istiyorlardı. Dersimin kadim yerlileri Qalmem ve Sıx Hesenoğulları ve aynı ayrıksı inançlarla ortak bir yazgıya bağlanmış boy ve aşiretler, kendilerince bir cemaatler hukuku ve mülkiyet tarzı oluşturmuşlardı...

Söz konusu bu mülkiyet tarzında, miri beyine, sultana ve Allah’ın yeryüzü zabitlerine zırnık yoktu! Meralar, sürüler, ekinler; derelerin suyu ve dönen değirmenler, ulu ceviz ağaçları ve damarlarında evvel zamanların özsuyunu dolaştıran dutluklar aşiretin ortak malıydı; çobanın ve aşiret reisinin aynı sofraya bağdaş kurduğu ilkel ortaklığın kavim kardeşlik payıydı. Dört dağ arasına birikmiş aşiretlerin kapalı devre mülkiyet düzenine, ortaklık hukukuna, birbirleriyle ilişkilerinin düzenleyicisi ekabirler topluluğuna, töresine, eskil tanrılarına, duasına, niyazına, diline hâlel gelmesin isteyen Dersimliler, bu moral inanışla onara gelirler bin parçalanmışlıklarını. Yazısız, kitapsız, hesapsız, bir toplum yaşayışıdır bu. Kurumsal, organik devlet düzenlerinin nüfuz edemediği kendine özgü bir toplumsal düzendi her şeye karşın, eski Dersimli’nin Kırmanciya Belek (Alaca – renkli- Kırmançiye çağı) diye adlandırdığı kapalı devre hükümranlığı. 

DARALAN OSMANLI, KANAYAN DOĞU

Kuzey Afrika, Balkanlar ve Kafkasya’da birbiri ardına egemenlik sahalarını yitiren Osmanlının, Doğu’da egemenliğini pekiştirme çabaları Dersim havzasında boşluğa düşer. Tanzimat yıllarından başlayarak Dersim’e ardı arkası kesilmez seferler, yüzyıl döndüğünde, daha da hız kazanır. Bu başarısız seferlerin sonrasındadır ki, Dersim’in karakteristiğini özetleyen şu vecize tarihe geçer:

“DERSİME SEFER OLUR ZAFER OLMAZ!”

Olmazı olduran tarihi koşulların tecellisi gerekliydi belki de. 1877’den 1930’lara gelindiğinde irili ufaklı sayısız müdahalelerin yanı sıra, Dersim aşiretlerini ısla ve imha amaçlı 11 kapsamlı askeri seferin tarih kayıtlarına geçtiği görülür.

Anadolu’da tüm taşların yerinden oynadığı 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, azınlıklara bir bir pay edilecek büyük kırımlara, lanetli bir kapı aralanır. Azınlıkları azınlıklara kırdırma politikası daha sistemli, planlı, kapsamlı bir yürürlük bulur yeni dönemle. Sultan Abdulmecit’in Şâfii Kürt aşiretlerinden devşirdiği “Hamidiye Alayları”, Doğu’da gayri - Müslimlerin imhası için hareketlendirilir. İdris-i Bitlisi’nin mirasına varis sayılan Hamidiye Alayları, Koçgiri üzerinden Dersim Kızılbaşlarına yöneltilir. Dersim’e yönelik 1908 saldırısında ve 1916’da Ovacık’a taşınan Erzincan Şurası’nın dağıtılmasında, Cibranlı Halit komutasındaki Hamidiye Alayları öne çıkar. Bunu takip eden yıllarda, Hamidiye Alyları’na benzer bir karakter taşıyan Çerkes Alayları’nın Pertek üzerinden Pilvenk dolaylarına yangın ve talan taşımanın yarışına katıldıkları görülür.

Yavuz Selim ve bağdaşığı, İdris-i Bitlisi’den beridir ki, Dersimlilerin inançları kökleşmiş egemen yargıyla sapık, din - dışı bir batıllığı ifade etmektedir. Ol sebeple dökülecek kanları, talan edilecek malları helâl sayılır. Derme çatma ordulara verilmiş bu ruhani gerekçe, bölge insanına karşı acımasızlığın ve yağma duygusunun kamçısı olur. 1938 Soykırımında başı çekecek olan Hozat Alayı’nda subay olarak görev yapmış ve Dersim olaylarını kurgusal bir keyfiyet içinde Cemo, ve Memo adlı romanlarına konu yapmış romancı Kemal Bilbaşar bu kitaplarına referans aldığı anılarında, Sürgünler Alayı olarak nitelendirdiği Hozat Alayının ipten kazıktan kırmış, iflah olmaz suçlulardan oluşturulduğunu dile getirirken; siyasi – askeri kurmaylığı ve basınıyla üstten organize, planlı bir kırımı açıklamaya çalışır kendince. Yine de bununla, kök tutmuş bir geleneği açığa vurmuş olur: Azınlıkların imhasında kullanılan “Suçlular Alayı”, aşiret erleri, devşirmeler, derin devletçi, Teşkilatı Mahsusa’cı araç ve metotlardaki sistemli bir politikaya işaret eder.

***

1921’de Batı Dersim – Koçgiri bölgesine Merkezi ordu ve Topal Osman’ın yönlendirdiği paramiliter güçlerle girişilen yığınsal katliam, Dersim’de derin yaralar açar. Yenilgiye uğratılan Koçgiri ayaklanmacılarının önderi Alişer, İç-Dersime çekilir. Aralıklarla Pülümür, Nazimiye, Mazgirt, Pertek üzerinden gelen saldırı dalgalarına paralel geçen sonraki yıllar, Dersim sorununun köklü olarak halledilmesi için plan ve hazırlıklarla geçer.

Osmanlı’da olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra da, devlet sınırları içinde egemenliğin tesis edilemediği bir bölge olarak durmaktadır Dersim. Ankara Hükümeti için halledilmesi gereken temel bir sorundur bu. Şıx Sait ve Ağrı ayaklanmacılarının bastırılması, Piran, Çevlik ve Zilan katliamının sonrasında, nihai hedef olarak Dersim’e yönelmenin zamanı geldiği ilan edilir. Ağrı İsyanı’nın bastırılmasının zafer sarhoşluğuyla dönen ordular, o hızla Dersim’e yönelir. Fakat Dersim Sorunu için daha köklü bir seferberlik planı ve hazırlığının gereğini anlamış olarak; alaylar hırpalanmış bir şekilde geri çekilir.

Bunu takip eden yıllarda, dönemin meclis tutanakları ve gazeteleri incelendiğinde, Dersim ahalisine karşı hararetli bir kampanya dikkat çeker. Toplu kırım ve tehcirin zorunluluğuna işaret etmektedir raportörler. Gazete yazarları, cedlerden saklı kalmış Dersim sorununun gelecek kuşaklara bırakılmadan köklü olarak halledilmesine dair cesaret telkinleri yapmakta, yetkilileri genel seferberlik düzenine çağırmaktadır. Yetkenin düşündüğü de budur zaten!

   25 Aralık 1935’de çıkarılan Tunceli Kanunu, bölgeye, olağan üstü yetkilerle donatılmış bir genel valinin tayinini öngörmektedir. Buna paralel çıkarılan Tehcir ve İskan Kanunu, Dersim ahalisine dönük kapsamlı bir kırım planını da saklı tutmaktadır satır aralarında.

ANADOLUDA SON “KOLONİ” SEFERİ

Bu ara başlıkta dikkat çekecek “Koloni” sözcüğünü Jandarma Genel Komutanlığı’nın Dersim raporundan alıyoruz. Anlatının ilerleyen seyri içinde başlığın askıda kalmayacağı görülecektir. 2 Ocak 1936 yılında Dördüncü Genel Müfettişlik unvanı ve sömürge valisi statüsüyle Korgeneral Abdullah Alpdoğan Elazığ’daki görevine başlar. Bakanlar kurulunun 4 Mayıs 1937’de çıkardığı “Tedip” (uslandırma, terbiye etme) kararıylaa öngörülen kitlesel kıyım çanları çalınmaya başlar!

Bölge Valisi, Erzincan’a karargah kurmuş kurmaylık kadrosu ve Ankara Hükümeti’nin koordineli yürüttüğü son büyük Dersim seferi, 1937 yılının bahar aylarında başlar. Harekatın birinci yılı, Dersim’in hava bombardımanı altında tutulması, Seyit Rıza, Use Seydi, Fındık Ağa, Cebrail Ağa, Qemer Ağa gibi ileri gelenlerin yakalanıp idam edilmeleri (15-16Kasım 1937), Aliye Qax gibi diğer sayılı isimlerin zindanlara doldurulmaları, ailelerinin toplu kırımdan geçirilmeleri ve bu tehdit altında bölgenin önemli ölçüde silahsızlandırılması gibi önemli olaylarla yüklüdür. Bölgeye egemen kılınan bu ölümcül tehdit altında kimi aşiret adamlarının izci olarak katliam birliklerinin önüne düşürüldüğü 1938 yılında, Dersimi kırıp geçirecek asıl büyük soykırım yaşanır.

Kılıçartığı eski Dersimlilerin “Tertele Philo Pyen” “Son Büyük Köklü kırım” diye andıkları o lanetli yıla geçmeden, Elazığ Buğday pazarında ipte sallanan Seyit Rıza ve Uşênê Seidi’nin, gök boşluğunda yankısız kalan sözlerinin hatırlanması gerekiyor burada:

1931 ya da 32 yılı olmalıdır. Seyit Rıza, tuz yüklü elli katıra eşlik eden elli adamıyla Pülümür tuzlaklarından dönmektedir. Pulur önlerinden geçerlerken, adamlarıyla davet edildiği karakolda çay, yemek, ikramla oyalandırılırken, telgraflarla ayaklandırılmış Hozat Süvari Birliği’nin tecrit karakolunun imdadına yetişmesi beklenmektedir. Kurulu tuzak fark edilir. Murdar edilmiş sofra dağılır. Seyit Rıza adamlarıyla bir biçimde karakolu terk eder. Emanet bırakılmış yerde duran silahlarına ulaşır. O arada oğlu Şıx Hesen ve bir adamı karakolda rehin kalmıştır. Yetişen süvari birliğiyle yaşanan çatışmanın kansız bitmesine iki taraf da özen göstermektedir. Seyit Rıza karakolda rehin kalmış oğlundan dolayı, süvari birliği komutanı ise, müstahkem mevkii tutmuş hasmının şerriyle çekincelidir. Karavan atışlarla danışıklı süren çatışma, velhasıl kan dökülmeden bitirilir.

Çatışmanın sonrasında Axdat’a doğru, yoluna devem eden Şeyit Rıza’nın yoluna Qasımoğli dedikleri beyazdonlu bir Dersimli çıkar: -Rızoo! Rızoo ! hona ki xeleşina? Tı sere xo wena, sere maki piya!..” (Rıza, Rıza!.. Senin kurtuluşun yok! Bu gidişle sen başını yiyeceksin, bizimkini de birlikte!)

Bu sataşmaya karşılık Seyit Rıza, hayli içerlemiş, nemli gözleriyle şu yanıtı verir: « -Kheko! Va mıradê sıma bıbo. Koê Dêsımi de kemere ke gına kemere, sıma vanê so taxalet be. Bızane ke taxelet biyaina mına sıma nêxeleşine, ıhı jü êwro ez sona taxelet bena. Êwro roca mına, meste sırayena sıma. Yine ke teselia xo mıra gurete, ez zê namê xo zana mına mırd nêbenê. »

(Varsın sizin muradınız olsun kardeşim! Dersim’de taşa değen taş, varsın benden bilinsin. Bilsem ki, onlar benim kellemi alarak sizin yakanızdan düşerler, hemen şimdi gidip vereyim kellemi onu isteyenlere. Ama korkum odur ki, bugün bizim yarın sizin sıranızdır. Adım gibi biliyorum ki, onlar bizim başımızı aldıktan sonra, zürriyetimizi kesip biçmeye doymayacaklar!)”

 Bu konuşmanın tanıklarından Hesene Aliye Rosto’nun anlatımlarına konu olan bu sözlerde öngörülen, başa gelecektir ne yazık ki. Şeyit Rıza’nın küçük oğlu Hüseyin, hava bombardımanından aldığı bir yarayı taşıyarak bedeninde, Elazığ’da yargılanmakta olan babasını ziyarete gitme gafletinde bulunur, çocukça bir saflıkla. “Ziyaretçi” oracıkta derdest edilip idam mahkumlarına dahil edilir. Seyit Rıza’nın infaz yetkililerinden son ve tek isteği oğlunu kendisinden sonra asmalarıdır. Ama infazcılar son isteğinin tersini yaparlar. Gözleri önünde ailesinden hayatta kalmış son çocuğunu da idam ederler kendisinden önce. Böylelikle, ölümünden sonra da tüm kavmini kaybedeceğini öngörmüş Seyit Rıza’nın yüzünde ki acının baremini test eder infazcılar kendilerince. İinfaza memur edilmişlerden biri olan İhsan Sabri Çağlayangil’in, “tüylerini diken diken eden” de bu pervasızlıktır biraz da:

  • “Findik Hafiz'in idamı bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi, sessizliğe ve boşluğa hitabetti.
    - Evlade Kerbelayime, Be - gunayime, Ayıbo, Zulumo, Cinayeto. (Evlad-i Kerbelayız, günahsızız, ayıptırr, zülümdür, cinayettir.) dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaslı adam rap - rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu. Kendi infazını yaptı.”
  •  
  • Seyit Rıza idam sehpasında “suçsuz ve günahsızız” diye haykırırken, Dersim gerçeğine de bir anlam vermiş oluyordu. Etnik varlıklarına, dillerine, kültürlerine, ayrıksı inançlarına hiçbir varolus şansı ve başka bir hal tarzı tanınmamış; “Koloni Valisi” yetkileriyle bölgeye atanmış Apdullah Alpdoğan’ların insafına ve keyfiyetine kalmış sahte bir yargılanmanın kurbanlarıdır Onlar gerçekte. Ne savunmanları vardı, ne de yasalar karşısında tutunabilecekleri hakları... İddianamelerini okuyan savcının, kararlarını veren mahkemenin dilini bilmiyorlardı. (Çağlıyangil’in Anıları’nda, yargılandığı mahkemenin dilini bilmezliğin, infaz kararının “İdam tune” olarak anlaşılması gibi, dalgası geçilen bir hikayesi de vardır.) 
  •  
  • Son Dersim isyanı, başkaldırısı, ayaklanması dedikleri de, aslında savunmaya dönük bir direniştir sadece. Yıllar süren hazırlıkla gelen organize, planlı bir imha hareketine karşı, Seyit Rıza ve bazı aşiret liderlerinin çoluk çocuğunu toplu imhadan kurtarma, can havliyle bir şeyler yapabilme çabasından başka bir şey değildir, idamlara gerekçe sayılan “İsyan”. Dönemin canlı tanıkları Dersim yaşlıların ezici çoğunluğu, bunu böyle bilir böyle anlatırlar. Bu kimlerince naif bir değerlendirme olarak görülse de, Dersimliler, olanca hareketli tarihlerine karşın, varlıklarını, ata toprağını korumanın ötesinde bir amaç taşımadılar. Özgürlüğüne ve bağımsızlığına tutkun bir halk olarak öne çıkıyorlardı ama, devlet ve devletleşme arzusunu bir başkaldırı düzeyinde ortaya koymadılar. Devlet, doğalarına, kültürlerine aykırıydı onların. Gelip geçen devletler karşında hep bir savunma çizgisinde kaldılar. Kendileri gibi yaşayan Aborijinler, Kızılderililer, ve diğer heterodox (ayrıksı) halklarının yazgılarını paylaşmaktan kurtulamadılar bu yüzden de. Örgütlü, kurumsal devlet saldırıları karşısında geleneksel doğaçlama olanaklarıyla tutunamazlardı elbette. 
  •  
  • Sadece Seyit Rıza seceresi izlendiğinde Dersim’in trajik yazgısına örnek sayılabilecek makus bir tarih gerçeği çıkar ortaya. Seyit’in büyük büyük dedesinden torununa uzanan seceresinde, eceliyle ölebilen tek kişi babası Seyit İbrahim’dir. Misafir çağrıldığı karakolda rehin alınıp, yıllarını zindanda geçiren oğul Sıx Hesen, sakatlanmış olarak salıverildiği 1937 yılında, 42 kişilik aile efradıyla topluca yok edilenler arasındadır. İş, Seyit Rıza ailesinin yok edilmesiyle kalmayacaktır.

1937 yılında Anafatma Köprüsü’nde yakalanıp Elazığ’da yargılanıp asılanlar arasında yer alan Kureşan aşireti liderlerinden Uşênê Seidi’nin, Şêğank köylüleriyle vedalaşırken ettiği şu sözler, Seyit Rıza’nın uyarısına benzer bir kaygıyı ifade etmektedir:

“Xatır ve sıma qomo! Ez zanen ke, yê ma lao, yê sıma ki qelfeo! Naynu ke teseliya xo mara gurete nafa ki cêrenê ‘ra sıma ser, mevazê ke ağlerê Dêrsımi ke eşti dare ma xeleşime.”

(“Ahali, hepinize elveda! Biliyorum ki bizimkisi iptir, sizinkisi kafile!.. Onlar bizden kurtulduklarından emin olduklarında, kafile, kafile hepinizi yok etmeye dönecekler!”)

Dersim yaşlılarının aktarımlarından kayda alınmış bu sözler keşke, boş birer kehanet olarak kalsaydı. Öngörülmüş olan ,olanca sınırsızlığıyla gerçekleşir ne yazık ki. Kırımdan geçirilenler, aşiret liderlerinin aileleri de olmayacaktır sadece. Darağaçlarından indirilenlerin bedenleri şimdi nerede yatıyor bilinmez ama, Dersimin her bir deresi, değirmeni, mağarası, kuytusu, her dağ ardının, üstüste yığılıp gaz yağlarıyla tutuşturulan toplu cesetlerin külleriyle örtülü olduğunu bilir, ölülerin altından sağ çıkanlar.

Alê Qaymakami, Yemen Savaşı’na katılmış ve tüm tertibini çöllerde yitirip 15 yıl sonra yurduna dönebilmiş, savaş malulü, yaşlıca bir Dersimlidir. Çevre köylerden, mezralardan toplanan ahali, Rosto Değirmeni yakınındaki “Çhelengi” (Topalgil)in Tarlası’na, süngü zoruyla sürülmektedir kafile kafile. Bu hengamenin ortasında, dokunulmaz bir edayla, harman savurmaktadır Alê Qaymakami. Çok geçmeden bir gurup asker gelir, harmana kibriti çakar, onu da palas pandıras katarlar önlerine. Ve çok geçmeden urganlar, kalın sicimlerle birbirlerine bağlanmış, ağır makineliler önünde bekletilen kalabalığın arasında bulur kendini madalyalı savaş malulü!

Alê Qaymakami, Türkçe’yi iyi bilmektedir. Bir biçimiyle sesini komutana ulaştırmayı başarır, bağlı bulunduğu kalabalığın arasında. “Bizi öldürmesine öldüreceksiniz komutan beg, der, bari izin ve,r bir adağım var gidip onu dağıtayım, öldüreceğiniz bu masum çocuklar adına!”   

Komutan, bu beklenmedik çıkış karşısında itiraz edemez: “Buyur, git dağıt adağını, kime dağıtacaksan! Buradan gözüm üzerinde olacak!”

Alê Qaymakami istediği izini alır. Evine doğru yürür. Ev damından kuyruk yağı yüklü bir siniyle açık yere çekilir. Ölümü bekleyen kafile, kafileyi çepeçevre sarmış askerler hep birlikte o yöne yüz çevirmiş kurban törenini izlemektedir.

Alê Qaymakami’nin adağını adarken ettiği dua, yaşamış kırımının sınırsızlığını özetler niteliktedir:

“Haqo, medağê tuyo ! Qulı butu qırr kerdê. Kês çinoke qırva boro ! Medağê tuyo ! Mı sarebırno, kutıke borê »

(Ey Haq bu senin ölü yemeğindir ! Kul bırakılmadılar ki adağımı dağıtayım. Ey Haq bu kurban senin niyazındır. Kedine, köpeğine bırakıp gidiyorum! »)

Hüseyin Çağlayan, Cemal Taş, Hüseyin Ayrılmaz, Hawar Tornecengi, Munzur Cem, Metin Kahraman gibi pek insanın derlediği döneme dair tanıklıklar, buna benzer tüyler ürpertici detaylarla yüklüdür.

  YOLDA KALAN ELÇİ

Son Büyük Kırım’ı dünyaya duyuracak bir tek elçileri vardı Dersimlilerin felaket yıllarında. Beş altı dil bilen ve Dersim aşiretleri arsında birliğe ve dayanışmaya son yıllarını hasretmiş Koçgiri aşiretlerinin önderi Alişer’di seçilmiş bu elçi. Dört dağ arasında yaşananları, yaşanacakları dış dünyaya duyurmasına, Dersim cemaati tarafından tayin edilmişti bu elçi. Kırım yıllarının en düşkün siması olarak anılan Rayber eliyle, Sovyetler Birliğine geçmek için yola çıkacağı günün öncesi kafası kesilir Alişer’in de. O gün bugündür elçi yollarda kalmış, yaşananlar gereğince anlatılamamış, lanetlenmesi gereken, tarihi bir haksızlık olarak kalmıştır geride “Hiriso Hest”!

  • Onbinlerin kırımı içinde bireylerin trajedisini kayıtsız geçiyor tarih. Yüklü utançtan, insanı insanlığından eden herzelerini saklı tutuyor karanlık yüzünde resmi tarihçiler. Ama ölülerin altından sağ kurtulan o çocuk ki, şimdi yaşlı bir dededir torunlarına korku masalları anlatmaya çekinceli olsa da, mırıldanır gerçeği, göğün yankısız boşluğuna:

“Çemişgezek’e 14 Kilometre uzaklıkta, Aliboğazı’nın girişinde, üç köy ve mezralarından toplanmış çocuklar ve kadınlardan oluşan bin kişilik bir kafileyi Uskéx köyünde, bir koyun ağılına tepeleme doldurdular. Üzerine gazyağı dökülüp ateşe verilmiş boğayı ağıla saldılar. Hareket etmekte zorlanan kalabalığın ortasına dalan. boğa can havliyle ezip geçti önüne geleni, anneler kucaklarındaki bebekleri düşürdü ayak altına, o izdiham içinde ağılın çeperi patladı. Çeperden taşan, savrulan kalabalığın üzerine ağır makineliler kusmaya başladı. O kurşun yağmuru altında ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Tekini sağ bırakmadılar. Ölü yaralı kim varsa süngülerle deşip, biçip üst üste yığdılar. Ayaklarına dolanan sabi çocukları yığının üzerine süngü uçlarına takarak savurdular. Sonra da, gözlerimizin önünde gaz döküp ölü çocuklarımızdan, kadınlarımızdan yığını ateşe verdiler.”

Bir kıyıda, elleri kolları birbirlerine urganlarla bağlı, kadın ve çocuklarının vahşice öldürülmelerine seyirci kılınmış ve sonra da kendileri de bir başka kafileyle birleştirilerek benzer bir kıyıma uğramış erkekler kafilesinden sağ kurtulabilmiş Uskéx köyünden Memede Rané’nin bu tanıklığı, boğaları, gem vurulmaz yabanıl hayvanları bile dehşete düşüren katliamcıların marifetlerinden birine işaret etmektedir sadece. Dizinin kenar sütunlarında Türkçe çevirisini okuyacağınız Seyit Rıza Torunu Cemila’nın yaşadıklarına benzer vahşet, ciltlere sığmaz yığınla anlatıdan biridir sadece.

Kitlesel katliam ve öldürümlerin metotları, ve sivil savunmasız kurbanlara uygulanan ve yaşayanların ifade etmeye beis duyduğu türlü insanlık suçlarını merak edenler, Necip Fazıl KISAKÜREK’in « Son Devrin Din Mazlumları » (Büyük Doğu Yayınları) adlı kitabının Doğu Faciası” bölümüne göz atabilirler. Soykırımı izleyen yıllarda Diyarbakır’da yedek subay olarak görev almış Kısakürek, katliama katılmış uzatmalı devre arkadaşlarının anlatımlarından yola çıkarak, 50 000 rakamından söz eder. Müslüman bir halka uygulanan yüzyılın tüyler ürpertici mezalimine, akılmaz insanlık suçlarına dikkat çeker. Yığınsal kırımın siyasal, askeri kurmayları ve icracı erki, dünyalarını değiştirdikleri güne değin, insanlık sucu yüklü mazileriyle yüzleşmeye çekinmiş, suskunluklarını sürdüre gelmişlerdir. 1937-38 yıllarının Dersim’inden şağ çıkanlarsa, uzun yılar sürecek ölüm sessizliği ve sürgün tecridi içinde, akıp giden Munzur’un sularına yazdılar, İn ve Halbori kayalıklarının derinliğinde yankısı kaybolan binlerin çığlığını. Ünlü Laç Deresi, adıyla, ona uzak yakın duran herkese hatırlattığı bir şey vardır yine de. 

 

1938 yılının sonuna değin sürecek ve giderek bir soykırıma dönüşecek bu yığınsal kıyım hareketinde, kimi kaynaklara göre yüz bine varan çocuk, genç yaşlı hayatını kaybeder. Bahtiyarlar, Demenanlar, Haydaranlar gibi dağlarına çoluk çocuğuyla çekilmiş silahlı bir kaç aşiretin kıyımıysa sonraki yıllara yayılmış olarak sürer. 1943 yılına kadar, dağlarda ele geçirilmiş Dersimlilerin kellelerine, 25 kuruş değer biçilerek askeri garnizonlara taşınması, 38 kırımının devamı olarak sürer.

Hep yarım bırakılmış sayılan Dersim Seferi, bu kez nihaiyi başarısına taşınmış ve böylelikle yüzyılların öcü alınmış olur! Mustafa Kemal Atatürk, ölümünden çok kısa bir süre önce, 1 Kasım 1938’de meclisin beşinci dönem açılış konuşmasında, Dersim zaferini ilan eder!

 “Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman gergin bir şekil alan Tunceli’deki toplu haydutluk olayları, belli bir program içindeki çalışmalar sonucu, kısa bir sürede ortadan kaldırılmış, bölgede bu gibi olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır.”

Gelibolu Savaşlarının gediklileri, Mareşal Fevzi Çakmak, Korgeneral Abdullah Alpdoğan, İsmet İnönü, ve Mustafa Kemal’lerin maharetli kurmaylığı söz konusudur, elbette sözü edilen bu tarihsel zaferde. Evet, bu bir zaferdir, Dersim’den ganimet yükünü alıp Üsküdar’a konaklayanlar için! Ölülerin koynundan çalınmış altınlarla Ardahan’dan Karaköy’e iş hanları kurarak ortaya çıkan “Dersim Zenginleri”ni iyi tanırlar rahmet olası kuranın tertipleri.

Dersim’de namı yürümüş haydutluklar konusu tarihsel ve sosyolojik açıdan incelenmeye değer bir konudur sahiden de. Ne ki, yüzyıllarca dört dağ arasında tecrit içinde yaşamak zorunda bırakılmış; daracık bir coğrafyada kendi üzerine çoğalmış, Anadolu’nun dara düşen tüm mazlumlarına kapılarını aralık tutmuş; tuz ekmek hakkı, kirvelik, mısayıplık diyerek ötekini kendine kavim kardeş bilmiş ayrıksı bir halkın, anne karnından süngülerle gün yüzüne çıkarılan ölü bebeklerine sorulsun isterdik önce: “haydutluk” dedikleri nedir, diye?!. 

Haydutlukları resmi tarihçe tescillenmiş Dersimliler, topraklarına sığınmış 36 000 Ermeni’yi, Askeri üniformalarından soyunmuş İttihatçıların, Simko’nun aşiret erleri ve Topal Osman çetecilerinin tuttuğu ölüm koridorlarından geçirmediler. Derviş Toprağı dedikleri diyarlarına sığınmış hiçbir mazlumu onlara vaadedilmiş altınlara, ödüllere değişmediler. Böyleyken, Dersim’de taş üstünde taş bırakılmayan o büyük “tertele” günlerinde, insan kanı Munzur’un berrak sularını bulandırırken, buna paralel zamanda, yüzbinlerce büyük ve küçükbaş hayvanın ve ganimet yüklü katır kervanların, yük araçlarının Carsançak ve Pertek üzerinden nerelere taşındığını iyi biliyor olmalı Haydutluklar Tarihi’ni yazanlar.  

TOPLAMA KAMPI YA DA BLOK HAVUZLAR

Hiçbir moral çekince, hukuk, toplumsal kural, uluslararası caydırıcılık ve yaptırım korkusu taşımaksızın; silahsızlandırılmış Dersim’de, sivil savunmasız halk, yığınsal kıyımdan geçirilirken, savaş urbalarını kuşanmış Müttefik Almanya, toplama kampı inşaatlarıyla meşgul; fırınlara ateş taşıyor, yüzyılın yüzkarası sayılacak yığınsal ölüm endüstrisinin çarklarını montaj ediyordu! Hitler, toplama kampları projesinde kimi öncül modeli aldı bilmiyoruz ama, Dersimin “imhası ve ıslahı” seferinde askerlerin kılavuz aldığı kaynaklarda yer alan, “Dersim evvela Koloni gibi nazarı itibara alınması” ve “icap eden yerlerde Blok Havuzlar yapılması” (Jandarma Genel Komutanlığı’nın Raporu, Kaynak Yayınları, s. 185) önerisi, ve buna karşılık gelen uygulamalar ibretlik benzerlikler taşıyordu Nazilerle. Sözü edilen bu “Blok Havuzlar”dan biri Beyaz Dağ’ın arka yüzünde Hopik (Havuz) denilen bir bölgedir. Yöre insanının hala aynı adla andığı Hopik’te, Xeçê, Zımek, Qerneğe, Zarguvut, Sırzê ve diğer çevre köy ve mezralardan toplanmış sivil savunmasız insanların kemikleri yığılıdır. Toplu öldürümlerin histerik gösterilere dönüşmesi, akıl almaz işkenceler, türlü deneyler Nazilerdeki gibi “bilimsel” (!) amaçlar taşımıyordu ama, vahşetin dayandırılabileceği sınırlar test edildi Dersim’de. Dönemin tanıklarının sözlü anlatımlarından derlenmiş kaynaklara bakılırsa, İzmir ve dolaylarındaki hapishanelere taşınmış Üç Bin tutsaktan, savaş sonrası yıllarda, geriye dönebilenler bir elin parmaklarını geçmemektedir. ikinci Büyük Savaşın hengamesine denk gelen yıllar içinde zindanlarda kaybolup giden binlerce Dersimlinin akıbeti, “Tertele Tarihi” içinde meçhule karışan detaylardan biridir. Dersimlilerin zindanlarda yaşadıklarından çok az tanıklıklar kaldı geriye. Dünyanın oluk oluk kan kaybettiği o yıllarda Dersimli tutsakların kanları şişelenir, posaları istiflenir oradan sağ çıkabilmiş üç beş canlı tanığın anlatımlarına bakılırsa. (Bu konuda, Kırmanci dilinde derlenmiş kaynaklarından biri, Dr. Hüseyin Çağlayan’ın, 38 ra Jü Pelge (Trtele Drsimi) adlı, Vejirayisi Tiji Yayınları arasında çıkan kitabıdır.) Cezaevlerinden sağ çıkabilen söz konusu o bir kaç kişi de, salıverildiklerinden kısa bir süre sonra hayatlarını kaybederler. Onların anlattıkları, yakınlarının belleğinde yer ederek gelir bugünlere.

Nazi uygulamalarıyla daha başka benzerlik kurmayalım istiyoruz da, akla katliam artığı Dersimlilerin yaşadığı sürgün öyküleri geliyor bu kez de. Kendisi de çocuk yaşta ailesiyle Dersim sürgün kafileleri içinde yer almış olan Şair Cemal Süreya’nın ana başlık altına aldığımız şiirini sonuça bağlamanın yeridir burası. Bu şiirin imge örgüsüne gizlenen gerçeklik, kıyım sonrası yılların uzayıp giden trajedisine işaret etmektedir. Kamyonlara, vagonlara tıka basa doldurulan; uzun, çileli yolculuklardan geçirilip, hayatta kalmış aile bireylerinin her birini ayrı bir bucağa savuran zorunlu göçün; saçı – başı kazınmış kadını erkeğiyle, onları yabancılayan bir tecrit çemberi içinde “iskanın” acımasız gerçeğidir “tarihöncesi köpekleri ayaklandıran” .

1937- 38 yıllarında katliama paralel yürürlüğe konan Sürgün, sonraki on yıl boyunca devam eder. 1948 yılına kadar köylerine inemeden dağlarda mahsur kalan Demenan ve Haydaran aşiretlerinden zaman içinde teslim alınanlar, sürgün kafilerine en son eklenenler arasındadır. Sürgün, iç Dersim’le de sınırlı kalmaz, Erzincan’ın ova köylerinden Koçgiri’ye; uzak yakın tüm Dersim aşiretlerine uzanır. Ölüm sessizliği içinde bırakılan merkez dolayındaki pek çok yerleşim alanı, “Yasak Bölge” ilan edilerek, yıllar yılı bölge insanına kapalı tutulur.

1950 yılların başında çıkarılan affın sonrasındadır ki, soykırım artığı sürgünler, topraklarına dönebilmeye hak kazanır. Böyleyken, sürgünlerin pek çoğu yerleştirildikleri yerlerde aidiyetlerini gizleyerek zamanın sisleri arasında dağılıp kaybolurlar.

FİNAL ANEKDOTU

Yıllar yılı ‘unitaire’ ulus - devlet yaratma adına, kıyımdan katliama koşanlar, bu ceberut tarihi hep öteleyerek, gizleyerek, külleyerek, inkar gelerek, tabularına dokunulmaz bir düzen tuttular. Bünyesindeki tüm farklı renkleri, kültürleri, dilleri, otantik değerleri ve özgün aidiyetleriyle ortak bir anayasal güvenceyi öngören; ve birliğini oluşturan tüm halklar arasında eşit ve adil dengeler gözetmeyi oluşumuna prensip sayan Avrupa Birliği’ne, aday üyeliğin zorlandığı şu yıllarda bile, yerleşik ulusal ayrıcalıkların kurbanı sayılıyor, bin kırımdan geçip gelmiş Anadolu’nun kadim kavimleri. O büyük yığınsal kıyım ve ölümcün tehdidin sonrasındadır ki, Dersim yaşadıklarıyla kalmadı, harabeler içinde bırakılan köyleri bin yıllık adlarından soyunduruldu; o büyük yangın ve yağmayı izleyen asimilasyon seferberliği içinde, özgün tarihinin tüm şeceresini; dilini ve kimliğini yitirmekle yüz yüze geldi.

20. Yüzyılın ilk yarısına yayılan büyük katliamlar tarihi içinde çığlığı yankısız kalan bir yerde duruyor Dersim hâlâ. Tabular ve resmi tarihin yasak duvarlarına çarparak döne dursun çığlık, beri yana dönüp son bir soru:

Yüceltilen, kutsanan resmi tarihlerin dokunulmazlığında, sözlü, rivayetler tarihlerine tutuna gelenlerin ya hiç mi payı yok!?.. 

KAYNAKÇA:

Dr. Hüşeyin Çağlayan, 38 ra Jü Pelge (Tertel Drsimi), Vjirayisi Tiji, 2003, Estemol

M. Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Drsim, Doz yayın 1997, Dilan Yay. 1992, İst

Dersim, Jandarma Genel Komutanlığı’nın Raporu no : 35058, Kaynak Yayınları, 1998, İst.

Kalman, M., Belge ve tanıklarıyla Dersim Direnişleri, Nûjen Yay., 1995. İst.

Erdal Gezik, Alevi Kürtler, Kalan Yayınları, Nisan 2004, Ank.

Osmanli belgeleri'nde Dersim tarihi : Osmanlıca-Türkçe 50 orijinal belge / Osmanlıca'dan çeviri Ahmet Hezarfen ; yayına hazırlayan Cemal Sener, Etik, 2003 İst.

Kemal Bilbaşar, Memo, Tekin Yayınevi, İstanbul 1969, 5. baskı Can Yayınları, İstanbul 2003

İhsan Sabri Caglayangil'in anıları, Aktaran kaynak. M. Ali Brand, Apo ve PKK, 1992, Milliyet Yayinlari, s. 56-60

Faik Bulut: Belgelerle Dersim Raporları, Yön, 1991. İst

İsmail Beşikçi: Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, Ankara: Yurt, 1992 (1990). Ank.

Kahraman Aytaç, Halk Anlatışlarına Göre Dersim, Kalan Yayınları, 2002, Ank.

Suat Akgül: Yakin Tarihimizde Dersim İsyanları ve Gerçekler, Boğaziçi Yayınları, 1992. Ist.

Nasit Hakkı Ulug, Derebeyi ve Dersim, Ankara: Hakimiyeti Milliye Matbaası, 1931

Cemal Taş, Hüseyin Ayrılmaz, Hawar Tornecengi gibi araştırmacıların derlediği Dersim yaşlılarıyla yapılmış; yayımlanmamış röportajlar.,

Yaşlılarla kişisel dinlemelerimden kayda aldığım notlar 



http://dersimzazaplatformu.www.de/category/zazalar-ve-kurtler/2008/08/26/kirmanc0ya-beleke

http://www.dersim.biz/html/1938_ve_oncesi_dersim.html 


           Xasxasıke_Mercan-Ovacık.3

 
  Bütün hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.  
 
Serê na dinade theyr u thur zonê xo de waneno. Qılancıke qiştnena, hes lımeno, kutık laweno, verg zurreno, ga qorreno, bıze qırrena, phepug waneno. Vas hencê xo sere rewino. Kam ke aslê xo inkar keno, wele erzeno rêça xo sono. Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden